Sosyal Bilimlerde tek bir tanım olmaz. Konulara ve kavramlara değişik yaklaşımlar olur, bu yaklaşımlar da birbirini tamamlar.
Türk kavramı, Türk yaşama tarzını (kültürün milli boyutunu) yaşayan, paylaşan, kendini Türk Milletine geniş anlamda (Türk dünyası) veya dar çerçevesiyle Türkiye Cumhuriyetine mensup hisseden, ister soy, ister kültürel olarak mensubiyetinin farkında olan, Türk Kültürünün unsurlarını benliğinde yaşatan ferdin adıdır.
Anayasanın 66. Maddesinde de herhangi bir antropolojik ve sosyolojik tanıma ihtiyaç duyulmadan hukuki bir çerçeve çizilmiş, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” denmiştir. Bu tanımın ne etniklikle, ne de ırkla bir ilgisi yoktur. Tam tersine ırkî ve etnik özellikler dışında kültürel ve siyasi bir birliktelik ve kucaklayıcılık güdülmüştür. Bunun etnik çağrışım yapması, ancak şuur altına yerleşmiş Türk düşmanlığıyla ilgili olabilir.
Aslında bu satırların yazarı olarak şahsen Anayasanın 66. Maddesinde yazdığı için ve sadece bu hukuki gerekçeyle kendimi Türk olarak hissetmek durumda değilim. Şahsen hem soy, hem de kültürel olarak Türk olmaktan gurur duyarım. Türk Milletine mensubiyet duygusu hisseden herkese de aynı gözlükten bakar ve kimseyi de dışlama ihtiyacı duymam. Ancak son yıllarda küresel gücün ve küreselleşmenin etkisiyle Ortadoğu’da sınırların değiştirilmesi, ekonomik kaynaklara el konulması çabalarıyla millete mensubiyet yerine, etnik veya bir mezhebe mensubiyet öne çıkarılmıştır.
Dar etnik mensubiyet, milletleşmeye karşı emperyal amaçlar güden ülkeler ve bilhassa tek patron ABD tarafından kullanılmaktadır. Önü açılan milli devletler kuşatılıp bunaltılıp tavize ve dönüşüme zorlanmaktadır. Orta Doğu’da Arap Baharı olarak isimlendirilen Nato dolayısıyla ABD destekli ayaklanma hareketleri, eski ABD Dışişleri Başkanı Condolisa Rice’nin de belirttiği gibi ülkelerin toprak bütünlüklerini ve ekonomik kaynaklarını hedef almıştır. Arap Baharı ile kışkırtılan ülkelerdeki yönetimler zaten ABD’den yanaydı, küresel patron yeni ve taze uşaklar aradı.
ABD uzun bir süredir yeni bir strateji uyguluyor kendisine değişik şekilde karşı olan gurupları, toplulukları hedef almak yerine, onların içinde kendine bağlı fraksiyonlar, hizipler yaratıyor. Bu hizipler işaretle ayaklandırılıyor, silahlandırılıyor, kullanılıyor ve ekonomik kaynaklar yeniden bölüşülüyor. Libya’da bu yapıldı. Irak’ta da devlet yönetimi kalmadı, ülke fiili olarak üçe bölündü.
Şimdi sırada Suriye var, ondan sonra İran’ın üzerine gidilecek ve sıra Türkiye’ye gelecek. ABD İslâma karşı değil, ama menfaatlerine uyumlu Müslüman arıyor, bu bir nevi dönüştürme ve devşirmedir. Orta Doğu’da İsrail’in güvenliği esastır diyor. Petrol ve su kaynakları üzerinde oynuyor.
Geçen hafta MHP Fatih ilçesinin bir açık oturumuna katıldım. Sayın Hüsnü Mahalli ve Prof. Dr. Sayın Özcan Yeniçeri ve bir öğretim üyesi çok faydalı açıklamalar yaptı. Suriye’deki sorun, Beşar Esat’tan yana olup olmamak değildir. Orada ne demokrasi var, ne de doğru dürüst insan hakları. Suriye Türkmenlerinin karşılaştıkları sorunları da biliyoruz ama ABD destekli olarak Esat yönetimine karşı çıkmak, Irak’ta olup bitenleri unutmak demektir. Mevcut yönetim yıkılırsa Türkmenler yeni birtakım haklar kazanamayacaklardır.
O bakımdan, gerek Türkmenlerin gerek Türkiye’nin tavrını buna göre belirlemesi, Türkiye’nin ABD Büyükelçiliğinin şubesi konumuna düşmemesi gerekir. Bugün bunun tersi oluyor. Türkiye itibar kaybediyor, süper güçten de istediklerini alamıyor, kullanılıyor. Komşularıyla bırakın sıfır sorunlu olmayı, sorunlar yaratıyor. Bu güdümlü dış politikanın neresi başarılıdır?