Mevlana’dan günümüze cihanşümul barış ve birlik fikri

121

Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Profesörü, Mevlânâ Uzmanı Dr. CİHAN OKUYUCU ile MEVLANA’DAN GÜNÜMÜZE CİHANŞÜMUL BARIŞ VE BİRLİK FİKRİ Üzerine Konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Medeniyet kavramında gelişmeler sağlanıyor olsa bile, gelişen medeniyetler huzur sağlayamıyor. İnsanlık, ortak değerler arayışında. Ortak değerler nerede aranmalı?  
Prof. Dr. Cihan Okuyucu: İnsanlığın bir ahlak omurgasına ihtiyacı vardır.  Arnold Toynbee ortak değerlerin kaynağının dinler olduğu fikrindedir. Ne var ki Toynbee’ye göre dinlerin çatışmacı bir yanı da vardır. Dolayısıyla dinler çatışmacı özelliklerinden arındırılmalı ve bir nevi ıslah edilerek ehlileştirilmelidirler.  Bizce bu tavır, tipik bir seküler bakış tarzıdır. Dinin ilahî olduğuna inanan bir mümin için dinin aslına müdahale etmek söz konusu olamaz.  O halde sorumuz şu olmalıdır: Globalleşmenin zaruretine inanan bir fert yahut toplum kendi dinî değerlerine bağlı kalarak evrenselleşebilir mi?  Başka kültürlerle yan yana ve barış içinde yaşayabilir mi?
Çetinoğlu: Kendimizden başlayalım: İslam böyle bir paylaşıma açık mıdır?
Okuyucu: Bu sorunun cevabını, 13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış 3 sufi aracılığıyla bulabileceğimizi düşünüyorum.  
Fikirlerine başvurulacak üç sufiden biri gerek eserleriyle gerek Mevlevilik diye bilinen tarikatıyla bütün dünyada çok tanınan bir şahsiyet olan ve 1207-1273 yılları arasında yaşayan Mevlana Celaleddin Rumî’dir. Onun fikrî takipçileri ve çağdaşları olan diğer ikisi ise Türkçenin en büyük şairlerinden olan ve 1240-1320 yılları arasında yaşayan Yunus Emre ile ‘Garipnâme’  isimli büyük bir Mesnevi yazmış olan, 1332 yılında ebedî âleme intikal eden Âşık Paşa’dır.
Âşık Paşa’nın Garipnâme isimli eseri daha sistematik bir yapıda olduğu için biz, her üç sufide paralel olan hümaniter (insansever) fikirleri, öncelikle bu eseri merkeze alarak inceleyelim.
Bir mühendis kafasına sahip olan Âşık Paşa 10 bin beyti aşan hacimli eserini oldukça ilgi çekici bir sistemle yazmıştır. Yazar kütüphanecilikte kullanılan 10’lu sistemi gibi her rakamı bir konuya tahsis etmiştir.  Sözgelimi -kendi içinde de 10 kısma ayrılan – ilk bölümde konu birlik ve bir olan şeylerdir. İkinci bölümde ikiler, üçüncü bölümde üçler vs. ele alınmıştır.  Yazar ilk bölümde birliğin önemine vurgu yapar ve çeşitli örnekler verir. Buradaki birlik şüphesiz öncelikle tasavvufî bir kavramdır. Ancak yazar bu kelimeye aynı zamanda; politik, sosyal ve pratik bir mâna yükler. Buna göre Tanrı birdir ve birliği sever. Aslında  -Budizm anlayışına benzer tarzda- insan da dâhil gelmiş ve gelecek her şey tek bir bütünün parçasıdır ve insan bu evrensel birlikle uyum içinde olmalıdır.  
Âşık Paşa insanların birliğini ve sürekliliğini çeşitli benzetmelerle açıklar: Buna göre insanlık bir bedene benzer. Her insan da birbirlerini tamamlamaları bakımından bu bedenin uzuvları gibidir. Bu insanlık bedeninde; Hz. Âdem ayak, gemi yapan Nuh el, Tanrı ile konuşan Hz. Musa dil, Hz. Davut kulak, Hz. İbrahim göz, her dilden anlayan Hz. Süleyman gönül,  ölüleri dirilten Hz. İsa ruh, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed başı temsil eder. Şairin bu benzetmelerden asıl amacı insanın bir parçası olduğu diğer insanlara karşı görevlerini hatırlatmaktır. Mesela insanda iki göz vardır. Fakat bunlar birlikte bakarlar, birlikte uyurlar, birlikte gülüp birlikte ağlarlar. İnsan da böylece başkalarının acısına sevincine ortak olmalıdır. Sufiler arasında çok yaygın olan bu fikir en iyi ifadesini yine 13. asrın şairi olan Şeyh Sadi’nin şu mısralarında bulmuştur:
          Beni  âdem aza-yı  yek-digerend
          Ki  ez-aferineş  zi-yek gevherend
         Çü uzvi  be-renc avered  ruzigar
        Diger uzvhâra  nemaned karar
(İnsanlar bir beden ve her insan bu bedenin azası gibidir. Çünkü insanların hepsi aynı kaynaktan gelmektedir. Eğer bedendeki bir organ hastalanırsa diğer organlar da rahatsız olurlar.)
Buradaki mesaj açıktır: Sen de bir organ hükmündesin. O halde hemcinslerinin acılarına lakayt kalma!
Aynı fikir Mevlana’da şu çarpıcı cümleyle ifade edilir: ‘Benim tek bir canım, yüz bin tenim var. Binlerce insan gördüm ki ben onlar olmuşum sanki. Onların arasında yalnız kendimi göremedim.’ (Rubailer, 954, 1067)
Çetinoğlu: Peygamberlerin birbirlerini tamamladığı gibi insanlar da birbirlerini tamamlayabilirler mi?
Okuyucu: Her insanın ve her peygamberin farklı özellikler taşıdığını, dolayısıyla aralarında böyle bir birlik olmadığını düşünebiliriz. Ama çoğulcu bir anlayışa sahip olan Âşık Paşa’ya ve aslında bütün sufilere göre çokluk içinde birlik mümkündür. Şair farklılıktaki birliğe örnek olarak insana kendi eline dikkat etmesini salık verir. Eldeki bütün parmaklar tek bir bilekten-kökten çıkmış ve farklılaşmıştır. Görünüşte hiç biri diğerinin aynı değildir. Ama bu farklılık yanıltıcıdır. Zira bir iş söz konusu olunca bunların hepsi aynı gaye etrafında kenetlenirler.  Bir kökten gelen ama daha sonra meslek ve meşrepçe farklılaşan Hz. Âdem ve Havva’nın çocukları da elin bu yapısını model almalı ve ortak insanî gayelerde tekrar birleşmelidirler.
Âşık Paşa bir toplulukta toplumu teşkil eden bütün insanların toplam gücünü aşan bir güç olduğuna da dikkat çeker. Bu konuda kullandığı ilgi çekici örnek şudur: Çölde yemek için kav ve çakmak taşıyla ateş yakan bir Arap, oturup düşünmeye başlar: Kavda ve taşta ateş mevcut değilken bunların bir araya gelmeleriyle nasıl olmuş da ateş zuhur etmiştir? Demek ki bir araya gelen iki şeyde her ikisinde de olmayan üçüncü bir şey ortaya çıkmakta. Birinci bölümün onuncu ve sonuncu kısmında ise birlik fikri bütün insanları kuşatan bir manaya bürünür.
Aslı Mevlana’nın Mesnevisinde bulunan bu hikâyeye göre bir Türk, bir Arap ve bir Ermeni yolda buldukları bir akçe ile yiyecek almak isterler. Her biri kendi dilince üzüm ister. Ancak birbirlerine anlatamadıkları için farklı şeyler istediklerini zannederler ve aralarında kavga çıkar. Bu nüktenin Mevlana’daki şeklinde Ermeni’nin yerini Rum ve İranlı alır.  Bunlar kendi dillerince üzüm, ineb, engur ve istafil isterler ve tartışmaya başlarlar. Neticede hepsinin dilini bilen biri üzümü getirip ortalarına koyunca hepsinin yüzü güler ve aslında aynı şeyi istediklerini anlarlar. Mevlana bu kısa hikâyede bir kelime oyunu yapmaktadır. Türkçede dil ağzımızdaki dildir, Farsçada ise  ‘dil’ gönül demektir. Ağızdaki dil farklı kelimelerle konuşur ama gönül dili insanların ortak dilidir. Böylece Mevlana insanlar arasında dilleri aşan bir dil, bir insanlık dili olduğunu ifade etmek ister. Bir anlamda Mevlana bu diller üstü dili bilen kişinin kendisidir. Nitekim şöyle der:
‘Bizim bu dilden başka bir dilimiz, cennetten, cehennemden başka bir yerimiz vardır.’
(Rubailer, 304, 306, 344)  
Çetinoğlu: ‘Diller üstü dil’den kasıt nedir?
Okuyucu: Ortak insanî özellikler olduğunu söyleyebiliriz. Dinimiz ve dilimiz ne olursa olsun bütün insanlarla ortak doğrularımız ve yanlışlarımız, ortak insanî kodlarımız bulunmaktadır. Farklı olan sadece bunları ifade ediş biçimimizdir.
Yine Âşık Paşayı dinleyelim: Bütün yaratılmışlar tek bir evin halkıdır ama görünüşleri farklılaşmıştır. 72 millet kendi dilince O tek Tanrı’yı ister. Mademki istekleri birdir, dilleri farklı olsun ne çıkar? Gaye bir ise o birlik etrafında birleşmek ve birlikte yola koyulmak gerek.
Çetinoğlu: Diğer İslam sufileri?
Okuyucu: Bu mısralarda şair aslında bütün İslam sufilerinin anlayışına tercüman olmakta. Sufi için kâinat Tanrı’nın evi ve mevcut her şey Tanrı’nın halkı olmakta.  Hal böyle olunca yaratılmışlar arasında bazılarını beğenip bazılarını beğenmemek,  sonuçta Tanrı’nın eserine ve isteğine karşı gelmek demektir.  
Çetinoğlu: Bu hususta ‘Bizim Yunus’ ne diyor?
Okuyucu: Yunusun ifadesiyle sufinin kimseyi beğenmeme ve kin tutma lüksü yoktur:
          Adımız miskindir bizim
          Düşmanımız kindir bizim
          Biz kimseye kin tutmayız
          Kamu âlem birdir bize
(Bizim tek bir düşmanımız var, o da düşmanlığın kendisi. Kimseye kin beslemeyiz çünkü sevgili olan  
Tanrı’nın yarattığı her şey bizim için birdir ve sevgilidir.)
Bütün bilgilerin başı işte bu bakışı öğrenmektir:
          Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan
          Halka müderris ise hakikatte asidir
‘Allah’ın yarattıklarına bir gözle bakmayan âlim bile geçinse gerçekte Allah’ın isteğine karşı geldiği için bir isyankâr sayılır.’
Bütün insanlar Tanrının ailesi hükmünde olduğuna göre insan kendisi için istediğini başkası için de istemelidir. Yunus bütün dinlerin bu evrensel hakikat için geldiğini söylüyor:
          Sen sana ne sanırsan ayruğa da anı san
          Dört kitabın manası budur eğer var-ise
‘Kendin için ne istiyorsan başkası için de onu iste. Dört kitabın da özü özeti budur.’
Çetinoğlu: Sufilerin yaratılış üzerine düşünceleri de dikkat çekicidir.
Okuyucu: Mesnevi’den aldığımız şu küçük nükte sufinin yaratılış karşısındaki saygısını pek güzel ifade ediyor:
Meşhur sufilerden  Behlül bir dervişe;
-Nasılsın, ne haldesin? Diye sordu. O da:
-Bu dünyadaki bütün işleri,  kendi istediği gibi olan biri nasıl olursa öyleyim. Her sabah güneş benim istediğim gibi doğup batmada. Gece yıldızlar benim isteğime göre parlamada, nehirler benim istediğim yere akmada. Hayat, ölüm, hastalık, sağlık, bunların hepsi tam benim gönlümün muradı üzere. Daha nasıl olayım!  
Behlül:
-Nasıl her şey senin isteğin üzere oluyor bakalım, diye sorunca beriki ş öyle der:
-Değil mi ki bütün bunlar Hakk’ın irade ve isteğiyle olup bitmekte. Ve mademki ben de Hakk’ın takdirine razı olmuş, O’nun isteğini istek edinmişim. O halde her şey tam olması gerektiği gibi.
Çetinoğlu: Sufilerin insan sevgisi ile hümanist felsefe arasında bağ var mı?
Okuyucu: Sufilerin bütün yaratılmışlara karşı engin saygısı vardır. Ancak sıra insana gelince bu saygı gerçek bir sevgi ve hayranlığa dönüşür. Ancak sufi hümanizminin hareket noktaları bakımından klasik hümanist anlayıştan farklı olduğunu söylemek gerekir. Hümanizmde insana duyulan sevgi yine insan kaynaklıdır. Sufi ise insanı bütün varlıklar arasında Tanrının güzelliklerini en iyi yansıtan bir ayna olması bakımından değerli bulur. Yunus’un ifadesiyle prensip şudur:
          Yaratılanı severiz yaratandan ötürü
Çetinoğlu: Mevlana’nın bu konuda akılda kalıcı bir benzetmesi var mı?
Okuyucu: Evet! Mevlana Tanrı’yı güneşe, bütün varlıkları ve insanları ise güneşin ışığını yansıtan aynalara benzetir. İnsan aynadaki ışığı sevmekle gerçekte güneşi sevmiş olur.  Çünkü ışık güneşten ayrı değildir. Bunun tersi de doğrudur: Güneşi seven O’nun ışığını yani yarattıklarını da sevmek durumundadır. Yoksa kendi kendisiyle çelişmiş olur.
Mevlana bu fikri aşk konusuna da başarıyla uygular. İslam edebiyatlarının meşhur hikâyesi Leyla ile Mecnun’da aşk önce tamamıyla insanîdir. Mecnun Leyla’yı sevmektedir. O kadar. Ancak zamanla Leyla kabından taşmaya ve bütün kâinatı kaplamaya başlar. Artık Mecnun’a her şey Leyla gibi görünmektedir. Gece O’nun saçlarıdır: Yıldızlar dişleri, ay yanağı,  güneş gülümseyişidir. Leyla’nın sokağından geçen bir köpek bile onunla ilgisi bakımından sevgili ve sevimlidir. Kısacası Mecnun Leyla’da gördüğü güzelliği artık bütün yaratılanlarda görmeye ve sevmeye başlar. Böylece Leyla gaye olmaktan çok evrensel sevgiye ulaşmanın basamağı olmaktadır. Mevlana’ya göre amaç şaraptır kadeh değil. Leyla da ilahî şaraba vasıta olan bir kadehten ibarettir. Ancak bu kadeh Leyla’ya sınırlı değildir. Görebilen göz için çevremizdeki her şey bizi Tanrı’ya götüren birer vasıta haline gelmektedir.
Çetinoğlu: Bu anlattıklarınızla günümüzün problemleri çözülebilir mi?
Okuyucu: Anlattıklarımın, günümüzün problemlerini çözmede de pratik bir değeri olduğunu düşünüyorum. Günümüzde ana meselemiz, bir yandan kendi farklılıklarımızı ve yerel kültürlerimizi korurken diğer taraftan nasıl evrensel bir barış tesis edebileceğimiz konusudur. Mevlana’nın şu beyti bu konuda fikir vericidir:
   Hem-çü  pergarim  der-pa  der-şeriat  üstüvar
   Pay-ı diğer seyr-i heftad ü  dü-millet  miküned
‘Bir ayağım sımsıkı İslam’ın üzerinde, diğer ayağımla 72 milleti dolaşıyor ve onları kucaklıyorum.’
Bu sözler bize ‘Vaymarlıyım ve dünya vatandaşıyım Yani bir milliyetim var ama aynı zamanda dünyanın adamıyım.’ Diyen Göethe’nin sözlerini hatırlatmaktadır. Demek ki burada hem kendisi kalmak, hem kendini aşmak söz konusudur.
Çetinoğlu: Bu mümkün mü?
Okuyucu: Şekil olarak hayır ruh olarak evet. Âşık Paşa gibi Mevlâna da insanlığın birliğini, dinlerin ve kültürlerin şekil birliğinde aramaz. Ona göre şekil,   çeşitli renk ve desendeki kaplara benzer. Mana ise sudur. Dış gözü kabı, iç gözü ise suyu görür. Aslolan kapta değil suda bir olmaktır. Kısacası herkes kendi dininin şeklî yapısını korumalı ama özdeki müşterek noktalar üzerinde diğer din mensuplarıyla dostça, sıcak alakalar kurmalıdır.
Çetinoğlu: Bu özelliği, Mevlana’nın; ‘dinler üstü bir şahıs’ gibi algılanmasına yol açıyor, değil mi?
Okuyucu: Mevlana’nın fikirleri Kur’an’ın Hûd suresi 118-119. ayetlerindeki esprinin şiire dökülüşüdür. Bu âyetlere göre, Allah dileseydi bütün insanlık bir tek ümmet olur, bir tek imanda birleşirdi. Fakat Allah, insanları kendi seçimlerinde serbest bırakmıştır. O halde diyebiliriz ki günümüzde muhtaç olduğumuz evrensel değerlerin pek çoğunu kendi bünyesinde barındıran İslam sufizmi bu prensipleri dine rağmen değil doğrudan doğruya dinin kendisinden almaktadır.
Görülüyor ki Mevlana, 7 asrı aşkın bir zaman önce, bugün bile ulaşamadığımız bir kozmik evrensel
kültüre, bir kültürler üstü düzeye ulaşmış ve bunun gereklerini de yaşamıştır. Nicholson, Rûmî’nin
-ilahî Komedya’sında İslam Peygamberi’ni cehennemde tasvir eden- Dante’ye üstünlüğünden bahsederken, şöyle der: ‘Rûmî, Dante’nin doğumundan birkaç yıl sonra öldü. Fakat Hıristiyan şair, çağdaşı Müslüman şairin ulaştığı enginlik, merhamet ve hoşgörüden uzaklardadır.’
Çetinoğlu: Mevlana’da insan sevgisini nasıl yorumlamak gerekir?
Okuyucu: Mevlana ve diğer sufilerin ‘Yalnız başkalarını düşünme’ diyebileceğimiz sevgisi ancak nebilere ve velilere mahsus olan karşılıksız ve ayrımsız bir sevgidir. O insana toprak gibi,  güneş gibi, su gibi olmayı öğütler. Toprak, güneş ve su insanlığın ortak nimetleridir. Su hiçbir kirden iğrenmez ve bütün kirleri temizler. Yağmur din ve dil seçmeden bütün tarlalara yağar, güneş her bacadan girer.  
‘Gök kubbe evim, insanlık ailem.’ Diyen Rumi de kendisini insanlığa adayan böyle büyük ruhlardandır.
Mahatma  Gandhi’nin de  dilinden  düşürmediği şu  beyti onun  bu  dünyaya gelişini  özetler  gibidir:   
                   Ma-bera-yı  vasl kerden amedim
                   Ne  bera-yı  fasl kerden  amedim
(Biz fasl’a  yani  bölmeye, parçalamaya   gelmedik, vasl için; yani   ayrılanları  buluşturmaya, düşmanları  dost  etmeye,  uzak  düşenleri  buluşturmaya  geldik.)
Aynı fikre Yunus Emre de şu beyitle tercüman olur:
       Gelin tanış olalım işi kolay kılalım
       Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz
Çetinoğlu: Mevlana ve Yunus öğretilerinin günümüze yansımalarından söz eder misiniz?  
Okuyucu: Evrensel birlik ve sevgi anlayışının günümüze yansımalarını, ‘Diyalog hareketi’ olarak adlandırılan çalışmalarda görüyoruz. Bu çalışmaların ilham kaynağı; Mevlana ve Yunus gibi sufiler olduğu kadar İslam’ın da bizzat kendisidir. Bu hareket farklı fikirleri bir araya getirerek bir hoşgörü zemini oluşturmakta  ve farklı dinler arasında kalıcı bir   barış ortamının oluşmasına  hizmet  etmektedir.  
Dileyelim ki Mevlana sevgisi, bu fikirlerin yayılmasına hizmet etsin. Dileyelim ki doğudan batıya, güneyden kuzeye dünyadaki bütün insanlar tek bir anne ve tek bir babanın -Havva ile Âdemin-  çocukları olduklarını yeniden hatırlasınlar. Dileyelim ki gitgide küçülerek global bir köy haline gelen dünyada kalplerimiz de birbirine yaklaşsın.
Prof. Dr. CİHAN OKUYUCU
1959 yılında Sakarya’nın Hendek ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini Hendek’te yaptı. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Fakülteyi bitirdiği yıl Süleymaniye Kütüphanesinde çalışmaya başladı. 1985’te Eski Türk Edebiyatı sahasında doktorasını tamamladı. 1986’da Erciyes Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçti. 1990’da doçent, 1996’da profesör oldu. 1998’de İstanbul Fatih Üniversitesinde ders vermeye başladı. 2010 yılından itibaren Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde derslerine devam etmektedir.
Acun-Türkçenin Gücü, Türk Edebiyatı dergilerinde ve Zaman Gazetesi’nde yazdı.
Yayınlanmış eserlerinden bazıları:
Roman: İçimizdeki Mevlâna: (2002), Denemeler: Zamana Adanmış Sözler: (2002), Gezi notları: Göz Hakkı Gönül Armağanı: (2002), İncelemeler: Eyüp Sabri Paşa, Mir’ât-ı Haremeyn: (1986), Cinanî / Hayatı, Eserleri, Divanının Tenkitli Metni: (Doktora tezi, 1994), Hilmi, Bahru’l-Kemâl: (1995), Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr min Emvâc-ı Bihâr: (1995), Ereğlili Türabî Divanı: (2004), Divan Edebiyatı Estetiği: (2005).Mevlana  Konuşuyor (2008)

Önceki İçerikİnsan ve Hakları
Sonraki İçerikDiliskelesi ile ilgili 400 yıllık belge
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.