Savm / Oruç, İslamiyetin beş esasından biridir. İslam şiarlarının en büyüklerindendir. Çünkü, Ramazan ayında tutulan Oruç’un çok hikmetleri var. Yani insan; Oruç tutmakla; sayısız faydalar edinir. Beşer, yüksek gayeler ve ulvi maksatlar peşinde koşmuş olur. Ademoğlu, Cenab-ı Hakk’ın Rububiyetine muttali / vakıf olur. Rablığının tecellilerinden haberdar olur. İnsan, Sosyal Hayat’ın gediklerinin nasıl kapandığına şahit olur. Özel hayatın püf noktalarına aşinalık kesbeder. Nefis terbiyesinin sırrına vakıf olur. Dört bir tarafını kuşatan nimetlerin vericisini daha iyi derk edip anlar. İlahi Huzur’da secdelere varışın hikmet ve sebeplerini daha derinden idrak eder. Allah’a şükrün gereğine olan inancı; gördüğü müşahhas ve somut örneklerle, bir kat daha kat’iyet ve kesinlik kazanır.
Zemin yüzü, binbir nimet sofrası suretindedir. Allah’ın Rububiyet ve Rablığı bir de bu şekilde tecelli eder. Bu müşahhas ve somut görüntü vermekten başka bir şey değildir. Üstelik bu sunuşla Yüce Allah; Arz yani Yer Sofrası’nı binbir çeşit taam ve rızıkla donatmış ve süslemiştir. Böyle olması, Allah’ın Rububiyeti’nin mükemmel ve tam oluşuna bir delil ve kanıttır. Aynı zamanda Allahü Zü’l-Celal Hazretleri; Rahmaniyetini, bu şekilde, biz kullarına göstermiş oluyor. Dünya’da hiç bir mahlukunu Rezzakıyetinden yani maddi-manevi her türlü rızkını verişten mahrum ve yoksun bırakmıyor. Biz kulların dikkatini buna çekiyor. Böylece, nazarların; kendi Ulu Zat’ına müteveccih ve yönelik olmasını sağlıyor.
Yüce Allah, bununla da kalmıyor. Bu mebzul / bol nimetlerin arkasının geleceğini söylüyor. Ebedi hayatta, hem de daha mükemmel ve bol şekilde; bu nimetlerin kullarını beklediğini tebşir edip müjdeliyor. Fani hayatın bitmesiyle, hayat perdesinin kapanmadığını bildiriyor. Ebedü’l-Abad / Ebedler Ebedi’nde en güzel şekilde devam edeceğini nazara veriyor. Üstelik bunun “Rahim” isminin bir gereği olduğunu anımsatıyor. Oruç tutmakla, yani her şeyin zıttıyla değerinin anlaşılacağını, bu kemter kullarına bilvesile hatırlatıyor. Başlarımızı düşünce ve tefekkür ufuklarına doğru çevirmemizi istiyor.
Zira insan, gaflet perdesi altındadır. Üstelik nisyan ve unutmakla malul ve hastadır. Bu yüzden gözünün açılması, kulağının duyması, dimağının işletilmesi lazım. Allah’ın bazı isimlerini anlaması gerek. Bunun için, kulun zıtlarla karşılaşması icap eder. İşte senede bir ay tutulması istenen Oruç; bütün bu zıtlıkları nazara verir. Nasıl bir Rububiyet, nasıl bir Rahmaniyet, nasıl bir Rahimiyet içinde olduğumuzu hatırlatır. Aklımıza iyice sindirir. Adeta, Oruç; gafil kafaya bir tokmak olur. İnsanı, derin gaflet uykusundan, geç kalmadan uyandırır.
Ülfet ve alışkanlık denen duymazlık ve görmezlikten, daha doğrusu bakar körlükten; insan olan insanı kurtarıp kendine getirir. Aklını başına devşirir. Basar / Bakış’la beraber, bir bakıma kalb gözü demek olan Basiret / Görüş’ünün de açılmasını sağlar. Zahiren / Görünüşte sebepler altında olan şeylerin, bir de Batın / İç ve Lüb / Öz taraflarının bulunduğunu Akıl Gözü’ne gösterir.
“Göz görmeyince gönül katlanır.” Hükmünden hareketle, bir aylık Oruç; ülfet perdesini yırtar. Çıplak hakikatle, insanı yüz yüze getirir. Kulun İlahi Hakikat ve Gerçekleri görmesini temin eder. Çünkü insan, nisyan ve unutmaktan hiç hali ve boş kalamaz! İşte hiç olmazsa senede bir ay tuttuğu Oruç; Onu hep İlahi Huzur’da olduğu gerçeğiyle başbaşa bırakır.
Askerlikte her şeyde olduğu gibi, yemek zamanı da muayyendir. Yemekler belirlenmiş saatlerde yenir. O saatlerin ne öncesinde, ne de sonrasında. O saatlerde yemekhanede toplanan erat, yemek masasında “Ye!” komutunu bekler. Emir verilince topluca yemeğe başlar.
İşte Mübarek Ramazan’da Müslümanlar muntazam bir ordu hükmündedir. İnananlar, Dünya Sofrası başında beklerken, iftar vakti gelir çatar. Bu an; Ezel-Ebed Sultanı Yüce Allah’ın “Yiyin!” emri verildi demektir. Ramazan ayında günün belli saatlerinde, Dünya Sofrası’nda ağızlarına en küçük bir lokma koymayan, bir yudum su içmeyen Mü’minler; akşama yakın geçtikleri sofraları başında; Ezel-Ebed Sultanı Yüce Allah’ın “Yiyin!” emrini beklerler. Vakit dolunca da emir almışcasına yemeye başlarlar.
Böylece, Oruç dışında farkında olmadan gafil oldukları asıl nimet sahibinin kim olduğunun tam manasıyla şuuruna ererler.
İftardan önce yiyemeyiş ve içemeyişin sebebinin; nimetlerin gerçek sahibi olan Allah’ın yiyip içmeye izin vermeyişinde yatmakta olduğunu anlarlar. Çünkü nimetteki tasarruf, ancak nimet sahibine aittir.
Bu suretle Allahü Zü’l-Celal Hazretleri asıl nimet sahibinin kendisi olduğunu kullarına özellikle Ramazan-ı Şerif’te tam olarak bildirmiş ve belletmiş olur.
Kullar da, Allah’ın yeme-içme hususundaki emrine inkıyat edip boyun eğmekle; o şefkatli, o haşmetli ve o külliyetli / çok kapsamlı Rahmaniyetine karşı; azametli ve intizamlı bir ubudiyet / kulluk ile mukabele etmiş / karşılık vermiş olurlar.
Böyle ulvi / yüce kulluğu yapmayan, Rablerinin şerefli ikramı karşısında; O’na layık ibadette bulunmayan insan; insan ismine layık mıdır?