İşimiz fikir ve sanat. Fikir ve sanat da yayın dünyasında yaşıyor. Yirmi birinci asırda, şartların en hızlı ve kökten değiştiği dünyalardan biri de bu dünya, yayın dünyasıdır, şüphesiz.
Kitap yayıncılığında yayınevlerinin yazar peşinde koştuğu çağlar vardı. Şimdi yazarlar yayınevlerinin peşinde koşuyor. Bu yayınevlerinin çok büyüyüp zenginleşmesinden değil. Tam tersine. Yayıncılık, yapan pişman, yapmayan pişman denilen hâle geldi.
Türkiye’nin en çok satan gazetesinin “Tirajımız bir milyonu aştı!” diye manşet attığı günü hatırlıyorum. 1960’larda mıydı, 1970’lerde mi… Bugün gazetelerimizin tamamının tirajları toplamı bu sayıyı bulmuyor. O tarihlerde nüfusumuz 30-40 milyondu. Bugünkünün yarısından az. Kişi başına gazete sayısındaki değişmeyi varın siz hesaplayın. Artmış mı, azalmış mı?
İki büyüğüm, hayatlarını kalemleriyle kazanırdı. Kalemlerinin hakkıyla! Tarık Buğra ve Tahsin Yılmaz Öztuna. Ücret almadan yazısını yayınlatana çok kızarlardı. Bu yalnız bir kızgınlıktan ibaret değildi. Meslek ahlakına tecavüz edilmiş gibi şiddetli bir tepki verirlerdi. Belki on yıl önce bir gazete bana köşe yazarlığı teklif ettiğinde ücreti sormuştum. Sanki rüşvet istemişim gibi bir muameleye maruz kalmıştım. Yazmadım tabii. Buğra ve Öztuna’nın hatırasını incitemezdim.
2030 yaklaşıyor
Beş yıl kadar önceydi; bir futurizm merkezi, 2030’larda kâğıda basılı gazete kalmayacağını tahmin ediyordu. Ülke ülke son kâğıt gazetenin kalkacağı tarihleri vermişlerdi. Türkiye ve Rusya en geriden geliyordu ama sonunda bizde de iş bitiyordu. Yaşayanlar görecektir. Daha yedi yılımız var. Bu dijital gelecek tahminleri de her zaman tutmuyor. Kâğıda basılı kitabın da bugüne kadar sonuna yaklaşmamız lazımdı. Gel gör ki dijital kitaplar hızlı bir yükselişten sonra toplam kitap sayısının 1/3’ü civarında düz bir çizgiye oturdu. Dostlarım, benim tek tük genç dostum da var ama benim dostlarım genellikle olgun kişiler, “Ama kitabın şöyle ele gelişi, kâğıdın kokusu, teması…” diyorlar ve dijital kitaba pek yüz vermeyeceklerini söylüyorlar. Ben de onlara şu cevabı veriyorum: Haklısınız. Ne günlerdi o günler. Pişirilmiş kil tabletlerden okurduk. Bazı kitapların rengi kiremit rengiydi, bazılarının gri. Onların şöyle ele gelişi. Rengi, kokusu; ille de ağırlığı. İki kitaptan fazlasını ancak arabayla taşırdık.
Ben hemen tamamen dijitale döndüm ama olgunlar da gençler de hâlâ kâğıttan okuyorlar. Hiç olmazsa üçte ikisi.
Tasarım, üretim, pazarlama
Aslında dijital kitabın, kâğıtta mümkün olmayan üstünlükleri var. Daha önce yazdımsa affedin; bir kere herhangi bir ismi veya ifadeyi arayabiliyorsunuz. Dijital kitaplarda indeks gereksiz hâle geldi. Sonra istediğim parçaların altını çiziyorum, istediğim yerlere düşüncelerimi, notlarımı yazıyorum ve bütün bunları ayrı bir dosya hâlinde ihraç edebiliyorum. Yıllar önce okuduğum bir kitabın içeriğini bu not ve önemli parçalar dosyasına bakarak hatırlamak, hangi kitapta ne denmişti sorusuna cevap bulmak çok kolay. Tek olumsuzluk, kitap okumak için kullanılan tabletlerin fiyatları. Bunu da, tablet yerine gittikçe irileşen akıllı telefon ekranlarıyla halletmek mümkün olabilir. Ama benim koskoca bir “Superamoled” ekranlı tabletim var; maşallah deyiniz.
Kitap yayıncılığına döneyim. Yalnız yayıncılıkta değil, hemen bütün üretimlerde yirminci asırdan yirmi bire geçerken oluşan bir değişiklik var. Bunu Apple telefonları üzerinden, “Psikolojimiz: Kavga çıkaralım da reyting artsın” (20.02.2022) ve TOGG üzerinden, “Türkiye otomobil yapabilir mi?” (20/02/2020) yazılarımda anlatmıştım. Eski endüstri döneminde üretim önemliydi. Otomobil üretebiliyor musunuz? Telefon üretebiliyor musunuz? 1900’larda bunlar öldürücü sorulardı. Şimdi öldürücü sorular şunlar: Otomobil tasarlayabiliyor musunuz? Otomobilinizi pazarlayabiliyor musunuz? Telefon tasarlayabiliyor musunuz? Tasarladığınız telefonu pazarlayabiliyor musunuz? Tabii, tasarladıklarınızı başarıyla pazarlayabilmeniz için de piyasadaki rakiplerine göre bayağı bir üstünlüğü olması gerekir; otomobilinizin veya telefonunuzun. Tanınan bir markası olması… İtibarı olması.
Yayınevi basımevi değildir
Seth Godin’den nakletmiştim. Eski endüstri kolları aşağıya sarkmış bir adam gibiydi. Kollar ve kafa sırasıyla şunlardı: Sol kol, tasarım. Kafa üretim. Sağ kol, pazarlama. Yani önemli olan ortadaki kafaydı. Ürettiğinizi, elinizi öpene babalar gibi satardınız. Şimdi der Godin, adam kollarını havaya kaldırdı. Tasarım ve pazarlama önemli olan unsurlar. İsterseniz üretimi Çin’de yaparsınız.
Bizim yayınevleri de hızla bu değişimi hissediyor ve olup biteni kavrayanlar tutumlarını düzenliyor. Yayınevinin en önemli işi yazarı ve kitabı bulmaktır. Gerekirse birinci sınıf editörleri vasıtasıyla yazarla birlikte kitabı yazmaktır. Diğer önemli işi de kitabı pazarlamaktır. Bunun için bütün medyaları bilmesi ve kullanması gerekir. Belki de en çok sosyal medyayı. Geri kalmış yayınevlerinin kendilerini hâlâ, matbaacılığın biraz daha teferruatlı hâli gibi düşündüklerini görüyorum. Baş işleri kitabı bastırmak ve ucuza bastırmak. Para bağlamamak. Editörlükten deyince müsahhihliği anlıyorlar. Pazarlamadan da kitapları paketleyip göndermeyi.
Fakat olup biteni anlayanların sayısı hızla artıyor. Benim gibi yaşlanan yayıncılar dirense de yerlerine geçecek gençler doğru yolu gösteriyor.