Sitemizdeki ”Türk Ulusunun Mayası” başlıklı denememde şöyle demişim: “Bizim memlekette, Sağ’da ve Sol’da militanlar, o dönemin en idealist gençleri; karşısındakinin bir işgal kuvveti üniforması içindeki gerçek bir düşman olmadığını bilmelerine rağmen kıyasıya vuruşmuşlardır. Bunda, kaçakçılıkla ellerine tutuşturulan bol miktarda silaha ilaveten tarihten gelen gelenekle vuruşkan savaşçılar olmalarının payı yok mu idi?” Demirtaş Ceyhun’un “Ah Şu Koca Bıyıklı Türkler” kitabında mı idi acaba, şöyle bir saptama okumuştum:
“Osmanlı Devletinin Anadolu tarihi, Türkmenlerle savaş tarihidir.” Yani Anadolu, müstebitlere boyun eğmemiş, sürekli ayaklanmış.
Buna bir işaret koyalım; bir de şuna işaret etmek isterim ama önce bir hatırlatma: ‘Aydınlanma nedir?’ sorusuna yanıt Immanuel Kant’tan (1784): “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! ‘Aklını kullanma cesaretini göster!’ sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes) tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü.”
Ergenleşme çabasını kuşak çatışması olarak da görebiliriz. Ergenlik yaşına gelmiş bir kişi, büyüklerince dizayn edilmiş ve artık geri dönülmez bir aşamaya geldiğini anladığında bütün bunlara ‘benim düşüncelerimi, isteklerimi hiç değerlendirdiniz mi?’ diye isyan eder. Bir reddediş, bir çatışma dönemi yaşanır. Bu dönemin sonunda kişi bütün bu statükoyu kendi rızası ile kabullenmiş olarak ergenleşir. “Özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaktır.” (Hegel)
Bizim 68 Kuşağı hareketinin bence temel dürtüsü bu ergenleşme çabası idi. Ancak bu kez hedefte aile büyükleri değil, en büyük ‘baba’ Devlet vardı. Çok fazla ergenleştik. Çatışma çok sert oldu. Ülkücü arkadaşlarda ise Devlete kesin biat duygusu ve davranışı vardı. Şunu hep hatırlarım: 12 Mart öncesi Devrimci Gençlik olarak Şirinyer Halkevi’nde yuvalanmıştık. Biz polis otolarından kaçarak, köşe kapmaca oynayarak gece afişlemesi yaparken Ülkücü arkadaşlar bunu polis otoları eskortluğunda yapıyordu.
Burada yeri gelmişken veya gelmemiş iken bu denemeden bağımsız olarak günümüz için devlet hakkındaki görüşlerimi de aktarmak isterim. Bence devlet, siyasi iktidarların tayin ettiği, vatanın ve milletin hizmetindeki sivil ve askeri bürokrasidir. Termodinamik temel yasalarının birine göre her sistem kendini en az enerji harcayacak düzeye indirger. Bu yasa, geçmişte bir Milli Eğitim Bakanımızın söylediği rivayet olunan “Okullar olmasaydı, maarifi ne güzel idare ederdim” ifadesinde tam olarak kendini bulur. Bu nedenle her devletin temel vasfı despot olmasıdır. Bu despotluk, cesur vatandaş ve ilkeli siyasetçilerin mücadeleleri ile demokratlığa doğru evrilir. Yani bana göre devlete biat etmek yerine devletle demokratik bir mücadele içinde olmak daha doğrudur.
Sonuç olarak Sol cenah ta devlete karşı ayaklanmış, devrim için ordulaşma yapılanmasına gitmişti. Aslında önce sadece Sol cenahta verilmiş olan kırk üç can kaybının bu yapılaşmayı körükleyen büyük bir provokasyon olduğu aşikardı. Ancak devrim yapılmak istenen Türkiye’de sosyal siyasi yapı şöyle idi:
İktidarda; %2.5 enflasyon, %7.5 kalkınma hızıyla, büyük sanayileşme hamleleriyle, benim de kabul ettiğim bir doğru olarak Türkiye’ye bir Türkiye daha katmakta olan Adalet Partisi, Süleyman Demirel Hükümeti vardı. Adalet Partisi’nin başında olduğu Koalisyon Hükümetinin ABD’nin silah ambargosuna karşılık olarak 25 Temmuz 1975 te ABD Üslerini kapatarak yanıt verdiğini hatırlamak gerekiyor. Yani Türkiye’mizin temel sanayi kuruluşlarını kuran, inşa edilen elliye yakın barajla çiftçinin tarlasına suyu ulaştıran, dokunulmaz YSK ile milletin tercihi sonucu iktidarların seçimle değiştiği bir Millici ve kalkınmacı bir dönemden bahsediyoruz.
Bu dönemde, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın işaret ettiği gibi milletin statükodan memnun olmadığını önererek bir Devrime kalkışmak büyük bir yanlış idi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı sağlığında bu kalkışma düşüncesine karşı elinden geldiği kadar büyük bir mücadele vermişti. Sonuçta olanlar oldu. Sinan Cemgil öldürüldüğünde onu ihbar eden köylülere, babası ve annesi şunları söyler: “Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim, ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum.”
Onlar o yaşta kaldılar ya, ben şimdi sanki annesi – babası imişim gibi bu çaresiz feryadı her okuduğumda gözlerim ıslanır.