İstanbul’da Bir Yabancı

105

Paris yakınlarında, sık bir korulukta, kuleleri göğü delen bir şato. Akşamın basan karanlığına bürünürken, apayrı bir alemin de kapısını çalıyordu.

Artık iyice beli bükülmüş, yaşlı Aleksandır, şöminenin karşısında yerini almış, çubuğunu tüttürmektedir. Her iki yanına çökmüş, en küçük torunlarından sekiz yaşındaki Mari ile henüz yedisinde olan Antuvan, gözleriyle dedelerine, “Hadi anlat” der gibiydiler. Kadife koltuklara gömülmüş, diğer ev halkı da meraklı bir bekleyiş içinde idiler. Çünkü her akşam yemekten sonra ak saçlı büyük babayı dinlemeyi adet haline getirmişlerdi.

Takvimler 1860’ı gösteriyordu. Aleksandır sekseninci yaşını da görmüştü. Üstelik dinç olarak. Hafızası da yerindeydi. Yarım asır önceki seyahatlerini, dün gibi hatırlıyor, kendini heyecanla dinletiyordu.

İhtiyar Aleksandır, çubuğunu derin derin çektikten sonra torunlarına bakarak:

“Nerede kalmıştım?”

Mari:

“Haftalardır süren at yolculuğundan sonra…”

Aleksandır başını sallayarak:

“Evet hatırladım… İstanbul’a gelmiştim. Tabii çok yorgundum. Sonunda Asya’nın Batı ucuna ulaşmıştım. Yani Üsküdar’a.”

Mari merakını yenemedi:

“İstabul güzel miydi bari dedeciğim?”

İhtiyar Aleksandır ona dönerek:

“Güzel ne kelime a yavrum! Selviler arasından yükselen camileri, bahçeli iki katlı zarif evleri, sokaklarında koşuşan sizler gibi cıvıl cıvıl çocuklarıyla Dünya Cenneti’ydi!” derken o günleri görür gibi oldu ve: “Her şeye rağmen güzel günlerdi o günler” diyerek daldı gözleri bir an.

Antuvan:

“Sonra ne oldu dedeceğim?” demesiyle, bu dalgınlığı geçti. Çubuğunu derin derin içine çeken dede Aleksandır:

“Üsküdar’a gelince sevgili yavrularım, vatanıma biraz daha yaklaşmış olmanın sevincini duydum. Çünkü karşı sahiller artık Avrupa kıyılarıydı. Kıta topraklarına adım atmak an meselesiydi. Sadece önümdeki Boğaz’ın lacivert sularını geçmem yetecekti. Bu hislerle dolup taşarak Üsküdar iskelesine yaklaştım. Kalbim küt küt atıyordu.”

Mari:

“Buraları, çok mu özlemiştin dedeciğim?”

“Hem de nasıl yavrucuğum, hemen bir kayığa atladım. Ver elini Avrupa dedim. Boğaz’ın şıpıltılı dalgacıklarına, küreğimizin çıkardığı sesler karışarak hoş bir çıpıltı halinde kulağıma geliyordu.

Antuvan:

“Sen nehri, İstanbul Boğazı’ndan geniştir değil mi?”

“Hayır yavrum.”

Mari:

“Sonra dedeciğim?”

İhtiyar Aleksandır; çubuğundan bir nefes daha çekerek:

“Kısa fakat dinlendirici bir kayık yolculuğundan sonra, Tophane iskelesine yanaştık.”

Sustu, yorulmuştu. Ne de olsa çok yaşlıydı. Bir süre yanan odunların; bir uzayıp bir kısalan

dalgalı, sarı alevlerine bakındı. Sonra yine torunlarına dönerek:

“Uzun zaman ayrı kaldığım Avrupa kıyılarına biraz sonra adım atmış olacaktım. İnmeye hazırlanmak için ayağa kalktım. Tam ayağımı iskeleye atmak üzereydim ki, aynı yere yanaşmak isteyen bir kayığın bizimkine toslaması ile dengemi kaybettim! Neredeyse denize düşecektim ki, kendimi güçlükle tuttum. Ama bu sendeleme ve sarsıntı yüzünden; yeleğimin cebinden içinde bin kuruş bulunan para kesem birden fırlamasın mı? Bir anda dünyam başıma yıkıldı sanki. Tam Avrupa kıyılarına adım atmıştım ki, yabancı ellerde beş parasız kalmıştım! Ne eder ne yapar, kime el açar, kimden yardım isteyebilirdim?”

Antuvan:

“Toplayamadın mı dedeciğim?”

“Ne gezer, fırsat bırakmadılar ki a oğlum! Zaten paramın büyük bir kısmı saçılarak rıhtıma dağıldı. Bir miktarı da, denizin sığ kısmına dökülerek, denizin dibini boyladı! Tam bir çaresizlik içinde kala kalmıştım! İlk şaşkınlığımı üzerimden atıp da, tam harekete geçmek üzereydim ki, iskele hamalları, paraların üzerine üşüşmüşlerdi bile! Birbirleriyle yarışırcasına paraları toplamaya başladılar. Kıyıdaki birkaç kayıkçı da, denize atlayarak, suya dökülenleri birer birer bulup çıkarmaya koyuldu!”

Gerilerden biri:

“Elinden hiç mi bir şey gelmedi dedeciğim?” diye sorunca:

“Dillerini bilmediğim insanlara ne diyebilirdim ki, çocuğum? Endişeli gözlerle olanı biteni seyretmekten başka elimden bir şey gelmiyordu!… Zaten bütün bunlar; para kesemin düşmesi, hamalların hemen üşüşmesi, hepsi bir anda olmuştu. Asya’nın Batı ucuna erişmem, beni nasıl mutlu ettiyse, Avrupa’nın Doğu kıyısına adım atmam da, beni son derece üzmüştü!”

Mari:

“Zavallı dedeciğim!”

“Bu sırada, olup biteni kıyı kahvehanesinden büyük bir soğukkanlılıkla seyredenlerden birkaç sarıklı ihtiyar; anlayamadığım dilleriyle bir şeyler söylediler. Beni teselli etmek istedikleri gülümseyen çehrelerinden belli oluyordu.” Dedi ve yavaşça doğruldu. Elleri arkasında kenetlenmiş olarak, şöminenin önünde; bir ileri bir geri adım atıyor, hem de o günlerin heyecanını yeniden duyduğunu hissettiren titrek bir ses tonuyla,  ” ‘Merak etme!’ der gibiydiler! Nasıl merak etmezdim? Tabii, onlara göre hava hoştu!

“Biraz önce kimseye muhtaç değilken; şimdi bir kuruşu bile olmayan bendim! Beyaz sarıklılardan biri  -direnmeme rağmen-  adeta sürüklercesine beni oradan uzaklaştırdı. Biraz ötedeki kahvehanenin iskemlesine oturttu. Bir kahve söyledi. ‘Sen otur! Keyfine bak! Her şey olacağına varır. Telaşlanma!’ dercesine elleriyle işaretler yapıp, beni teskin etmeye, yatıştırmaya çalıştı! Ama ne mümkün? Bir türlü sakinleşemiyordum. Çok huzursuzdum. Yerimde duramaz haldeydim. Kahvemi nereme, nasıl içtiğimi bile bilmiyordum. İşin garibi, kahvehanedekiler de benim bu halime şaşırıyorlardı! Tabii ben de onların; nasıl oluyor da, bu kadar umursamaz olduklarına hayret ediyordum.

“Biraz sonra gözlerime inanamadım! Paramı toplamak için birbirleriyle yarışanlar, bana doğru geliyorlardı! Para kesem ise birinin elinde; boş denecek bir buruşuklukta idi. Getirdi önüme koydu. Şaşkın gözlerle, bakalım ne olacak? Diye beklerken, teker teker gelip, topladıkları paraları keseme koymaya başladılar! İçim, biraz olsun rahatladı. Öyle ya hiç yoktan iyiydi. Ne kadar toplasalar, yine de kardır dedim. Fakat sevincim kısa sürdü. Çünkü, bu kadar kişiye bahşiş vermem gerekecekti! O kadar çoktular ki, hangi birine para yetişir diye içimden geçirdim. Toplanan paramdan versem, bu sefer ben, yine beş parasız kalacaktım!

“Aldı mı beni bir sıkıntı! Yine de bir kaçına vermeliyim diye elimi keseme soktum. İlk önümdekine uzattım. El kol hareketleriyle alamayacağını belirtti! İnsanlık vazifesi yapmış olmanın memnuniyeti içinde yanımdan uzaklaştılar!

“Yorucu bir yolculuktan sonra, böyle endişeli ve heyecanlı dakikalar yaşamam; beni

perişan etmişti. Bir an evvel dinlenmeye ihtiyacım olduğunu gören beyaz sarıklı, güleç yüzlü bir ihtiyar, bir paytonu çevirerek binmem gerektiğini işaret etti. Paytoncuya da bir şeyler tembihledi. Böylece yabancıların kaynaştığı, büyük ve temiz bir hana getirildim. Ne kadar ısrar ettimse de, paytoncuya ücretini bir türlü kabul ettiremedim! ‘Eyvallah.’ Diyerek atları dehleyerek çekip gitti. Ben de, hana girip gösterilen odama kapandım.”

Tekrar yerine oturan Aleksandır, yüzünde beliren rahatlamış insanlara mahsus bir hal ile çubuğunu arka arkaya çekip, iyice arkasına yaslandıktan sonra, ellerini ev halkına doğru uzatarak:

“İlk önce ne yaptım dersiniz?” deyince, herkesin ağzından bir anda:

“Ne yaptın, ne yaptın büyük baba?” sorusu çıktı.

“Ne mi yaptım? Tabii ki, büyük bir merak ve endişe ile paraları saydım! Fakat gözlerime inanamadım! Bir daha bir daha, tekrar tekrar saydım! Ne gördüm dersiniz?”

Ev halkı:

“Epey eksik olduğunu!”

Öne doğru eğilip ciddileşerek:

“Eksik mi? Hayır, hayır evlatlarım, inanın paramın bir kuruşu bile eksik değildi!”

Geriye doğru yaslanarak:

“Yaaa, işte böyle çocuklar. Ben, işte ancak o an; Müslüman Türklerin nasıl bir millet olduğunu çok iyi anladım ve keşke bizim milletimiz de onlar gibi olsa diye, onlara gıpta ettim. Hadi bakalım bu gecelik de bu kadar. Doğru yataklarınıza. Marş marş!.”

Gelip, dedelerinin yanaklarından öperek:

“İyi geceler dedeciğim,” dediler.

“Size de iyi geceler, Allah rahatlık versin.”

NOT: Bu tarihi hikaye; İsmail Hami Danişment’in  “Garp Menba’larına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı” adlı kitabında geçen bir yaşanmış hatıradan ilhamen yazılmıştır.

Önceki İçerikMerhum Erbakan Hocamızın Ardından
Sonraki İçerikSosyal Medyanın Kurtları Toplandı
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.