Suret Topluluğundan Geç Gel, Ruh Topluluğunu Seç

98

Mevlana’nın Mesnevisi’nde geçen aşağıdaki fikir ve hükümleri; bir de, “millet” mefhum ve kavramına açıklık getirmesi bakımından düşünelim:

“Sayıların çokluğu gözümden düştü, çokluk manasını kaybetti.”
Vaktaki basiret gözüm… iç yüzünü gördü, cismani olan adetlerin çokluğu gözümden düştü ve bu çokluğun kıymeti kalmadı… (Çünkü), halkın bu ta’datı (sayı çokluğunu ileri sürmesi) fitnedir (insanları karar almakta tereddüte düşüren bir imtihan ve sınavdır). Mesela halkın “Bu birdir ve onlar yüzdür.”…demeleri fitne-i azimedir (büyük bir fitnedir. Nitekim ayet der:) “Biz onların miktarını (sayısını) ancak bir fitne (sınama aracı) kıldık.” (Müddessir, 74 / 31)    

Hangi yüz, hangi elli, hangi altmış veya yüz binden bahs ediyorsun? Sen şimdi, o halk-ı kesire (sayısız halka) altmış veya yüz veya bin diyorsun… Halbuki onlar hiçtir; ve bu (bir hükmünde olan aynı keyfiyette olan azlık) bin ve yüz binlerce bindir… “Sayılınca azdır, fakat kuvvet ve mukavemete gelince çoktur.”

“Yıldızlar çoktur, güneş ise birdir. Birdir amma, güneşin önünde yıldızlar darmadağın olurlar, görünmezler.”

Yani, güneş doğduğu vakit yıldızların ziyası (ışığı) kaybolduğu gibi, … sair (diğer) insanların vesait-i tabiiyye (tabii / doğal vasıtalar  / araçlar) ile olan tasarrufatı (yaptıkları) muattal olur (bir şeye yaramaz).

“Binlerce fare başkaldırsa, kedi ne korkar, (ne çekinir) ne de (bir) tehlike sezer.”

Mesela binlerce sıçan meydana çıksalar; kedi onlardan ne çekinir, ne de korkar.

“Nasıl olur da fareler, toplanıp kedinin karşısına çıkarlar? Onlarda öyle bir yürek, öyle bir topluluk ruhu yoktur ki.”

(Çünkü) sıçanlarda cesaret olmadığından meydana çıkamazlar. Zira onların canının içinde cem’iyet ve ittihad (birlik ruhu) yoktur. Her birisi… kendi nefsini ve varlığının kaydındadır. Nitekim sure-i Haşir’de münkirler (inkarcılar) hakkında ‘tahsebühüm cemian ve kulubühüm şetta.’ (Haşir, 59 / 14) yani ‘Ey Resulüm! Sen onları müctemi’ (derli toplu) ve müttehid (birlik halinde oldukları şekilde) zannedersin, halbuki onların kalbleri müteferriktir (her biri başka telden çalmaktadır).’ buyurulur.

“Topluluk, cemiyet; suret bakımından olursa bir mana ifade etmez, (çünkü görünüşteki topluluk) faydasızdır. Aklını başına al (kendine gel) de, Allah’tan (yani işleri onarandan, anlam alemindeki) mana topluluğu, ruh topluluğu iste.”

Yani, kalplerde ittihat (birleşme) olmadıktan sonra, suretlerde olan cemiyet ve topluluk beyhudedir ve boştur. Agah (ve uyanık) ol! Fail-i Hakiki (Gerçek Yaptırıcı)dan mana ve ruh cemiyetini ve topluluğunu iste!

“Topluluk, cemiyet; cisimlerin, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Şu cismimiz (i bedenimizi) de ismimiz gibi (yel üstünde duran bir şey bil. Çünkü) boş bir şeyden ibarettir.”

Yani, birçok şahısların bir yerde toplanması, her ne kadar zahirde (ortada) bir cemiyet (varmış gibi) görünür ise de, kalplerinde ittihat (birlik ve beraberlik ruhu) bulunmadığı vakit,
o cemiyet hakiki bir cemiyet değildir. Zira cisimler, isimler ve lakaplar gibidir. Ve isimler harf ü savt (harf ve ses) makulesi (çeşidi)nden ve harf ü savt ise, hakikatte nefes ve hava üzerinde kaim (ve var) olup sebatı yoktur. İşte cisimler de, isimler gibi böyle sebatsızdır.

“Farenin gönlünde bir topluluk duygusu olsaydı, gayrete gelirdi de, birkaç tane bir araya toplanırdı.”

Yani, sıçanların kalbinde bir cemiyet ve ittihat (birlik şuur ve bilinci) olaydı, bu kadar sıçan bir yere toplandığı vakit, kediye karşı öfkelerinden ve gayretlerinden veyahut nefislerini muhafazadan dolayı müttehiden ve müçtemian (hepsi birden ve hepsi aynı zamanda) hareket ederler idi.

“Fareler bir araya toplanırlardı da, birer fedai gibi göz açtırmadan kedinin üstüne atılırlardı.”

Yani, sıçanların kalplerinde bir fedai gibi cemiyet ve ittihat (birlik ruhu) olaydı, kendilerini; bir mühlet (bir süre) vermeksizin, hemen kedi üzerine bir hamle edip çarparlar idi.

“Birisi, kedinin gözüne pençe atar, oyardı, öbürü dişi ile kulağını yırtardı.”

Yani sıçanlar müttehiden (hep birden) hücum edip kimisi kedinin gözünü çıkarır ve kimisi de kulağını yırtar idi.

“Bir başkası onun böğrünü delerdi. Böylece kedinin; bu fare cemaat (ve topluluğ)undan kurtulması mümkün olamazdı.”

Kediye hücum eden sıçanlardan diğeri de, kedinin yanını ısırıp deler idi ve o kedinin sıçanların cemiyetine karşı “def’ olun!” diye onları kovması kaybolur ve hükmü kalmaz idi.

“Fakat, farenin canında cemiyet (ve topluluk ve bir arada olmaklık) fikri, (yani) topluluk düşüncesi yoktur. Bu sebeple fare, kedinin sesini duyunca, ödü kopar, canı bedeninden fırlar.”

Fakat her bir sıçanın ruh-ı hayvanisinde (hayvansal ruhunda) cemiyet ve ittihat (topluluk bilinci ve) kuvveti yoktur. Kedinin sesini duyduğu gibi, onun ruhunda kendisine göre olan aklı ve tedbiri (yapması gereken şeyler) sıçrayıp gider.

“İsterse farelerin sayısı yüz bin olsun, fare kurnaz kedinin karşısında, korkusundan cansız gibi (kaskatı bir hal alır ve) kurur kalır.”

Yani, sıçanların adedi (ve sayısı) ne kadar çok olursa olsun, hareketi çok olan kediyi görünce, o sıçanların cümlesi kupkuru ve cansız ve müncemit (donmuş) bir hale gelirler.

“Kalabalık sürüden kasap korkar mı? Aklın çokluğu uykuyu giderebilir mi?”

Yani, kalabalık ve çokluk olan koyun sürüsünden; kasabın korkusu ve gam(ı) olur mu? Ve keza (bunun gibi) aklın (da), birçok düşünceleri ve fikirleri olur. Cisme uyku galebe ettiği (baskın geldiği) vakit; dimağ bi-tab olub (yorgun düşüp), o fikirler ve düşünceler cisme müstevli olan (yayılan) uykuya mani (ve engel) olamaz. Zira kasap, koyun sürüsüne ve uyku akla ve fikre galip (ve üstün)dür.

“Allah mülkün sahibidir. Hikmetinden sual olunmaz. Arslan’a öyle bir güç, öyle bir kuvvet verir ki tek başına olduğu halde, arslanlar topluluğunun kudretini kendinde hisseder de yaban eşeği sürüsüne korkmadan saldırır.”

Yani, Hak Teala hazretleri mülkün maliki ve sahibidir. Arslan’a bir cemiyet-i kalb (aynı şekilde düşünen bir topluluk ruhu) verir ki, kuvvetli ve mühacim olan (hücum edip saldıran) yaban öküzlerinin sürüsü üzerine hücum eder ve onlarda arslandaki cemiyet-i kalb olmadığından hepsi korkup kaçar.

“On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik, arslanın saldırışına karşı (yoka döner) adeta yok olur, gider.”

Yani, on boynuzlu olan yaban öküzlerinin birçoğu, arslan korkusu önünde yok gibi olurlar. Yahut nasıl yok olurlar ve kendi kuvvetlerini ve varlıklarını kaybederler?

(Metnin alıntılandığı eser: Şerh-i Mesnevi Cilt:18, Terceme ve Şerheden: Şefik Can, s: 54-56. –  Açıklamaların alıntılandığı yapıt: Mesnevi-i Şerif Şerhi, Cilt:12, Ahmed Avni Konuk, İstanbul – 2008  s.359 – 362)

Mesnevi beyitlerinin anlam ve açıklamalarından anlıyor ve farkına varıyoruz ki; kemiyet, nicelik ve sayı çokluğu asıl değildir. Bununla beraber, nitelikli olmak kaydıyla, sayı çokluğu da şüphesiz önemlidir.

İşte  “millet”; kuru sayı çokluğu yani, rastgele bir karışım değildir. Nitelikli fert ve bireylerin topluluğudur. Çünkü, keyfiyetli / manen yüklü ve nitelikli azınlık, sayı üstünlüğü  olanlar karşısında; -çok zaman- üstün gelmiş ve gelecekte de yine -ekseriya- başarılı olacaktır.

Nitekim, soracak olursak:

Tarihte, idare edilenler mi çoktur? Yoksa, idare edenler mi? Tabii ki, idare edilenler… Ama bu sayı üstünlükleri, idare edilmelerine engel değil. Aynen bunun gibi bazı milletler de keyfiyetleri gereği, daha doğrusu yaratılışlarındaki idare edicilik vasıflarından ötürü, başka milletleri yönetir olmuşlardır ki, bunların içinde “Türk Milleti” başta gelir. Nitekim, tarih bunun en büyük şahidi ve tanığıdır.

Yine İslamiyet milliyeti davasıyla, İslam dininin ilk mensupları da; edindikleri keyfiyet ve nitelik sebebiyle, çok kısa zamanda Arabistan sınırlarını aşmışlar, bir anda Asya, Anadolu ve Kuzey Afrika’ya yönelmişler Cebelitarık boğazını geçerek İspanya’yı fethetmişler ve Paris yakınlarına kadar gelerek  -Miladi 732 yıllarında-  Avrupa’yı titretmişlerdir.

Hak din İslam’ın sesini onlara; işte bu millet oluş keyfiyetinin verdiği kendine güven, cesaret ve cüretle arkalarına bakmadan meçhul ufuklara yönelmenin heyecanıyla, dur durak bilmeden, İslam’ı cihana yaymışlar ve böylece büyük başarı ve zaferler kazanabilmişlerdir. İslam’dan önceki Ömer; nasıl sıradan bir insanken; İslam’dan sonra bambaşka bir şahsiyet olmuşsa:

İslam’dan önce sentez ve terkip nedir bilmeyen Arap da; İslam’la keyfiyet ve nicelik kazanmış. Ruh ve mana sahibi olmuş. Bu ruh ve manayı başkalarına da taşıması lazım geldiğinin şuur ve bilinci içinde, kalabalık oluştan millet oluşa geçmiş. Daha doğrusu geçirilerek, dünya tarihine bir Şimal Yıldızı gibi doğmuş. Cihana İslam’ın ışığını saçmakta gecikmemiştir.

Demek ki, sayıyı az görerek tereddüt ve çekince göstermek; İlahi fitneyi / İlahi sınavı kaybetmek demektir. Oysa, nice azlar, nice çoklara galebe etmiştir. Çünkü; keyfiyetli, ruhlu ve anlam yüklü topluluklar; kuru yığınlar olmaktan çıkar. Keyfiyet edinmekle kemiyet sahiplerine galebe ederler.

Güneş doğduğu vakit yıldızların ışığı nasıl kayboluyorsa, halkların “millet” oluşlarıyla da, her kafadan bir ses çıkma hali arz eden kaos durumu son bulur. İnsanlar terkip ve senteze dönüşür. “Millet” zirvesine erişmiş olurlar.

Toplu görünümler birlik ve beraberlik arz etse de; eğer kalplerde ittihat yoksa, yani aralarında manevi bağlar mevcut değilse, kalpler müteferrik, yani farklı düşünceler içinde ise, başka başka amaçlar güdüyorsa, orada “millet” oluşumu yok; fakat kuru bir yığın var demektir.

Yine bu beyitlerden anlaşılıyor ki, millet; mana ve ruh topluluğudur. Demek oluyor ki,
millet; aynı gaye ve maksatta buluşanların, aynı müşterek din ve dilde görünenlerin, aynı vatanda gösterdikleri maddi-manevi dayanışmanın müşahhas ve somutlaşmasından başka bir şey değildir.

İşte böyle bir millet Arslan gibidir. Arslan, hiç Yaban Öküzlerinin çokluğundan  korkar mı? Çünkü onlarda Arslan’a karşı koyacak bir kalp birliği, yani maneviyat yoktur. Ama Arslan’da kalp birliği vardır. Zaten, mana maddeye her zaman hakimdir. Tıpkı bedenin birçok aza ve organına, ruhun -tek başına- hakimiyeti gibi.      

 

Önceki İçerikBayram
Sonraki İçerikKocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının İstanbul Ziyareti (1)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.