İstanbul’un yüce Fatih Sultan Mehmet tarafından Fethinin daha doğrusu kurtuluşunun 557. Yıldönümünü kutluyoruz. Ayrıca, Bosna’da Fatih’in ulaştığı en Batı noktada Fransiskeler isimli dini azınlığa tanıdığı hak ve hürriyetler dolayısıyla her 28 Mayıs’ta düzenlenen önemli bir tören de var. Aydınlar Ocaklarının Malatya’da yapılmakta olan 34. Şurası dolayısıyla bu fermanın (Ahitname) yıldönümü törenlerine katılamadık. Buradan Osmanlı beşeri coğrafyasında yer alan Türk ve Türkiye sevgisiyle dolu olan bütün kardeşlerimize en iyi dileklerimi sunuyorum.
İstanbul’un Fethinin yıldönümlerinde törenler düzenleniyor. İslâm’ın ve Türklüğün bu önemli zaferi kutlanıyor. 2000’li yıllarda konuya biraz farklı bakma ihtiyacı doğuyor. Günümüzde 1071, 1453 ve 1923’lerin intikamı Cumhuriyet Türkiyesinden alınmak istenirken; bazılarının Bizans’ın bugünkü varisleriyle ve Anadolu’dan kovduklarımızla rahmetli Cemil Meriç’in “Batının yeniçerileri” olarak isimlendirdiklerinin çirkin bir işbirliği içine girdikleri görülüyor. Bu durumda bazılarının İstanbul’un Fethini kutlamaya hakları acaba var mı sorusu akla geliyor. Bu çelişkiyi ve ayıbı “Vatan sevgisi imandandır” hadisinin ışığında düşünmek gerekiyor.
Üniversitelerde bölücü ırkçı ve aşırı sol işbirliği dikkat çeker hale geldi. Olaylar tırmandırılıyor. Batıda aşırı sol, etnik ırkçılık ve benzerleriyle uğraşmaz. Bu gibi konular ideolojilerine terstir. Bizde ise; aşırı solun önemli bir bölümü Türk, Cumhuriyet ve milli devlet düşmanlığından, milli ve manevi değerlere karşı oluştan kaynaklandığı için farklı bir çizgi çiziyor. Bunlar, kendilerine karşı olan ve Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere bağlı olanların afişlerini indiriyor; hatta bayrağa bile müsaade etmiyorlar. Terör örgütü ve elebaşısının afişleri ortada dolaşıyor. Yöneticilere ve Emniyete sorarsanız terör yok. Terörün olabilmesi için silâhların patlaması, sopalarla çatışılması mı gerekiyor? Bunlar hazmedilebilecek şeyler midir?
Türk siyasi hayatında derin yaralar açan 27 Mayıs’ın bir yıldönümünü geride bıraktık. Darbeler hiçbir zaman bir çözüm olmamıştır. Bunlar, ülkeyi kamplaştırmış, insanları birbirine soğutmuş, sosyal bütünleşmeyi tahrip etmiş, yanlış bir geleneği doğurmuştur. Ancak, bunda siyasetçilerin hiç mi rolü yoktur? Sorumluluk, uzlaşma ve devlet adamlığı örneklerini sergileyemeyenler, darbelere gerekçe olmamışlar mıdır? Darbeleri alkışlayan çok geniş bir kesimin daha sonra darbe karşıtı olduğunu görüyoruz. Günümüzde ise; askeri darbeler TSK’ni yıpratmak için bir araç olarak kullanılıyor ve istismar ediliyor. 27 Mayıs sonrası idam edilen değerli devlet adamlarının akrabaları kullanılıyor. Bunlar işin farkında değil mi? Dün Taksim’de Ermeni tezlerini savunup oturma eylemi yapanlar, aynı zamanda sözde darbe karşıtı, Kürt olmamalarına rağmen Kürtçü ve ırkçı… Her konuda Türkiye ile kavgalı.
Askeri darbelerin dış destek olmadan gerçekleşmeyeceği anlaşılıyor. Ancak, dış destekli sivil darbeler (bazı AB uyum yasaları, yasa ve Anayasa değişiklikleri ve garip açılımlar) göz ardı ediliyor. Demek dış destekli oldu mu her şey mübah. İktidarların sandıktan gelip sandık yoluyla gitmesi idealdir. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlemesi, fikir, düşünce ve basın hürriyetinin kısıtlanmaması ve siyasi ipotek altına alınmaması gerekir. Hür düşünce, fikir ve basının olmadığı yerde sandık neyi değiştirecektir? Türkiye’de demokrasinin basını genelde var mı? Küresel iktidar sandıktan çıkmıyor ama, sandıktan çıkanları yönlendiriyor. Demokrasinin küresel iktidara, bir vasiye ihtiyacı var mı?
İngiltere’de muhafazakâr ve liberal koalisyonu kuruldu. Başbakan Cameron, basına iktidar ortağıyla yaptığı ilk açıklamada “ülke çıkarlarını korumaktan, (national interest)”den bahsediyor. Bizde ise; yeni CHP’ye akıl vermeye çalışan eski tüfekler “Aman milliyetçilik ve millilikten uzak durun” tavsiyesinde bulunuyorlar. Zaman zaman da sosyalizm aşkı ve eski modası geçmiş ezberler canlanıyor. Oyun içinde oyun plânlanıyor. Sayın Kılıçdaroğlu kullanılıyor mu sorusu akla geliyor.