Kışları seviyorum. Yazı sevdiğim kadar. Baharı, sonbaharı sevdiğim kadar.
Bütün mevsimleri sevmenin aslında hayatı sevmek olduğunu bilmeyen mi var? Hem, hepi topu dört mevsim, niye sevmeyelim ki?
Kışlar, soğuk, rüzgârlı, yağışlı, karlı günlerdir. İnsanı eve bağlar. Hareket alanımızı kısıtlamakla, aslında kış, bize büyük iyilik bahşeder. Kışları, herkesin evinde oturup güzel güzel bir şeyler yapmasına, bir işle meşgul olmasına imkân veren yegâne mevsim. Sözün burasında bir nakış ustası hatırıma gelir.
Pencere önünde gün ışığına açık divan köşesinde kendini tümüyle işlediği bohçaya veren o hanım, yüzünü nakıştan kaldırmadan saatlerce iğneye parmaklarıyle yön verir, daldığı nakış ummanında kendince kulaçlar atar, tablo güzelliğinde işler meydana getirirdi. Onu bir başka zaman, sonradan kazak, çetik, yelek, süvetere dönüşecek bir dizi maharetle baş başa, iki el ve iki örgü şişiyle yün yumakları arasında yine kendi âlemine dalmış olarak bulmakla zamanı sevgilerine hasredişini seyretmek insanı yalnızca seyir zemininde bulunmaktan çıkartır, bizlere de el emeği göz nuru bir işi ortaya koymamıza vesile olurdu.
Kışın kısa günleri, uzun geceleri kendi dünyalarımızda en çok severek yapabileceğimiz işlere doğru bizleri hiç farkına varmadan yöneltir.
Bu yöneliş kitaplarla da olur. Yeni yayımlanmış olanlarla bir kış yolculuğuna çıkılabilir. Meselâ son yıllarda iyi eserler vermiş bir ismin en az beş eserini ele alıp evin sıcak köşesine çekilebilir, o yazarın dünyasında bir yolculuğa çıkabiliriz. Veya vaktizamanında birbirinden güzel eserler verdikten sonra ahirete intikal etmiş nice yazarımızın eserlerine zamanımızı ayırmak, onların dünyalarında bir yolculuğa çıkmak kış mevsiminin bize sunduğu imkânlardandır. Sözü İstanbul cihetinden açacak olursak, kış mevsimi, bizi İstanbul’u anlamaya hazırlayan mevsimdir. Köşemizde sıcacık oturup Abdülhak Şinasi Hisar’ın kaleminden İstanbul’u okumak yaza bir ön hazırlık kabilindendir. Abdülhak Şinasi Hisar merhum, İstanbul yaşantısına dair zevklerden bahsederken “bülbül dinlemeye gitmekten ” söz açar. “Mehtaba çıkmak” bir başka sefadır. İstanbul medeniyeti diye bir kavramı da dile getiren odur. Kanlıca’yı, Çamlıca’yı, Göksu’yu bize bütün revnakıyle, hususiyetiyle anlatır eserlerinde. Boğaziçi Mehtapları’nı okurken bizde İstanbul’un o kendine has, kendi yaşantısından meydana getirdiği eğlence ve düşünce tarzını kavrar, bugünle bir kıyaslama imkânı buluruz.
Kışın okunacak bir diğer yazarımız Ahmet Rasim, bize şehir hayatının pratiğini, kıssasını, ayrıntılarını, mizahını sevimli kalemiyle pek güzel anlatır. Anlatmak ne kelime,
Büyük bir zevkle tespit eder. Nerelere gidilmiş, neler alınmış, neler söylenmiş, kim kime ne demiş hepsini ondan neşeyle öğreniriz. Tabii bu arada Rasim, kendi yaramazlıklarının ip uçlarını da vermekten kaçınmaz. Gerçi bugün onların anlattığı İstanbul’u yaşamak hayaldir amma, en azından bugünün insanı, bizler neleri kaçırmaktayız, hiç olmazsa bunu anlayabiliyoruz. Kışın okumak, yazın yaşamaktır İstanbul’da aslolan.
Bir başka yazarın veya şairin mirası olan dünya görüşünü, hayatı algılayış tarzını en iyi, bu kış okumalarında anlayabiliriz. Ön yargısız, reklamsız, infazsız, tamamen kendi değerlendirmemizle yeniden tanımak, tanımaya çalışmak başlı başına yeni bir keşif heyecanı verir; yeni yüzler, yeni hissedişler kazandırır. Oturduğumuz yerden o yazarla, şairle veya tarihçiyle, fikir işçisiyle bir bağ kurar, kendimize yepyeni ufuklar açabiliriz.
Aşağı yukarı bütün canlı türleri için kış mevsiminin hareketi kısıtlayıcı, daraltıcı tesirinin bir sonraki mevsime hazırlanış olduğunu biliriz bilmesine de, insanoğlu için böyle bir içe kapanışın, zihnen, fikren bir yoğunlaşma dönemi olduğunu çoğu zaman göz ardı ederiz. Böylesi mevsim dönemlerinin insanı daha hızlı bir düşünmeye itmesi içimizdeki araştırma duygusunun, yenilenme ihtiyacının, kara kışla birlikte görünüşte bir uyuşukluk mevsimi gibi algıladığımız bu dönemin, bütün hareketsizliğimize, dar yaşam alanlarımıza bir karşı direniş olarak canlanmasıdır.
Bu noktada kitapların, basılı eserlerin varlıklarını her daim sürdürüyor oluşlarının hikmetini de göz ardı etmemek gerekir. Bir fikir adamının ortaya koyduğu bir eser, bir düşünce hizmeti, bir defa yazılıp yayımlandıktan sonra varlığını adeta ilelebet koruyabilmektedir. Fikirlerin, düşüncelerin ölmezliği denen husus işte bu. Aynı husus diğer sanat eserleri içinde, meselâ bir beste, bir tablo için de geçerlidir. Sanat eserlerinin bir defa ortaya konduklarından itibaren varlıklarını devam ettirmelerindeki özellik, tıpkı kış mevsiminin, bembeyaz bir örtüyle bütün tabiatı kaplayıp zamanı nadasa bırakmasına ne kadar da benzer! Gün gelir, bahar saçak buzlarından damlalar indirmeye başladığında kar tabakası gittikçe incelir ve yerini küçük yeşil filizlere bırakır. Bir kış odasında, zamanı gelince bir başka dimağda yeşermeye duracak olan bir eserin, konusu etrafında yavaş yavaş belirip toparlanması başlangıçta heyecan vericidir. Oluşmakta olan bir nebuladır zihin. Kendi etrafında dönerek yarattığı anaforun içinde başka âlemlerle karışması, onlardan yepyeni bir sarmal, daha önce denenmemiş bir çalışma atmosferi kazanması kış mevsiminin gözle görülemeyen, kar altındaki uzun bekleyişin bir başka ifadesidir.
İstanbul kışları okumaya müsait zemini hazırlaması bakımından mekân itibariyle de oldukça zengin. İyi ısıtılmış aydınlık kütüphaneler kışın en tatlı, en sakin, huzurlu köşeleri değil midir? Size kaçta gideceğiniz, ne kadar kalacağınız sorulmaz. Kimliğinizi bırakır girersiniz. Dışarıda yağmur, kar, fırtına, ne beis! Siz kitaplar denizinde istediğiniz kadar kulaç atabilir, zihnen gidebildiğiniz kadar gidersiniz. Kışın kütüphaneler, dışarıda harcıyacak fazla parası olmayan pek çok öğrenci için eşi bulunmaz şefkatte bir ana kucağıdır. İçeri adımınızı attığınız andan itibaren kış dışarıda kalmıştır. Siz sıcak ortamda buyrun, şiirin baharlı yazlı dünyasına dalın isterseniz. İsterseniz halis muhlis İstanbul şairleriyle birlikte mısra mısra gezinin bu kentte. Nasıl isterseniz.
Okumaktan tad aldığımız nice büyük yazarlar vardır ki onların herhangi bir eserini, aynı tarih dilimi içerisinde yazılmış başka bir yazarın gözünden ve kaleminden okumak insana farklı bakış açıları kazandırır. Bugün Çanakkale savaşları üzerine yazılmış kitapların azlığından yakınıyorsak otuz sene öncesinde bunların bile olmadığını hatırlamamız lâzım. Belirli konulardaki karşılaştırmalı çalışmaların, var olan belgeleri yenileriyle zenginleştirip alanı genişletmenin bizim edebiyatımızda zevkine yeni yeni varılıyor. Son birkaç yılda yayımlanan tarih araştırmalarına dayalı kitaplardaki artış ortadadır. Sadece tarih sahasında değil, hatıratta, portre incelemelerindeki gelişmeler, hikayeyle roman arasındaki sınırların zorlanışı, tarihle romanın alış-verişi zihni faaliyetimizin bir ihtiyaç halinde bizi zorlamasıyle, zamana not düşmek şevkiyle mümkün olmaktadır.
İnsanlığın evrensel serüvenine ölmez bir eser bıraktığımızı farz etsek, kani olsak bile zamanın çok ötelerinden geriye sadece ismimizin kalacak olması bizi ne kadar mutlu ederdi acaba? İnsanlığı şerefli yerine iade edecek olan evrilmeyi hangi kitap gerçekleştirebilir? Ki dört kutsal Kitabın mensubu olduklarını ileri sürenlerin içine düştükleri hal bugün itibariyle ortadadır. İnsanlık adına evrimden bahis açanların geldiği nokta burası. Hangi evrim, hangi iman, hangi korku! Bu çılgın ve şirazesinden çıkmış çağa nasıl bir ad verilecek? Her halde “Yedi Uyuyanlar.”
Kışları, şehir hatları vapurunda insanların bir kitapla baş başa birkaç dakikalarını geçirmeyi tercih etmeleri, ellerindeki kitaplara gömülmüş halleri bende büyük memnuniyete yol açıyor. Onlar okuyunca bana ne ki? Bana olan her halde şu: Okuyan insanlar arasında sanki daha emniyetteyim. Okuyanlar yani zararsız insanlar ve hattâ bana, bize ilerde faydası dokunacak insanlarmış gibi gelir. Kışın en tatlı İstanbul manzaralarından biridir bu: Vapur Karaköy iskelesinden ayrılmıştır, boğuk ve kara isli düdüğüyle şehre selam vermiş, Marmara’nın karşı kıyılarına doğrultmuştur burnunu. İçerisi yolcu doludur, sıcaktır. İnsanlar montları, kaşkollarına sarınmışlar, kimi gazetesiyle, kimi kitabıyle meşguldür. Çaycı sürekli dolaşmakta boşları toplarken bir taraftan da sıcak çay, salep gezdirmektedir. Vapuru tarçın kokusu sarmıştır. Camlar buğulanmış, ince damlacıklardan oluklar habire aşağı aşağı inmekte, şehir kendi insanıyle barışık yaşamaktadır. Bu manzara dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Varsa bile böyle değildir. Böyle olmuş olsa bile böyle kokamaz. Deniz, tarçın ve kitap… Kış İstanbul’u. Ve herkesin kafasında bir an önce evine varmak, sıcak sofraya oturmak. Sırtını kalorifere dayamak veya soba kenarında bir şilteye uzanmak…
İşte kış mevsiminin, insan türünün kozmik hayatına bir göndermesidir evlere kapanmak. Zamanı en verimli ancak kışları işleyebiliriz. Zamanı işlemek. Okuyarak, yazarak dokumak: Yeni fikirler devşirmek, yeni terkiplere ulaşmak veya dünya döndükçe geçer akçe kavramları, yüksek insani değerleri yeniden zihinlerin hizmetine sunmaktır.