Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Avrupa Parlamentosu’nda “Türkiye’de sadece Hıristiyan azınlık değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorun yaşıyor” demesi bu hafta en çok konuşulan konuların başında geldi.
Bu söz farklı şekillerde değerlendirildi. AKP’ye yüklenmek için her fırsatı değerlendirenler, “Türkiye İslam’ın en rahat yaşandığı ülke. Babacan AP’da böyle konuşmakla zihninin arka planındaki şeriat özlemini dile getirdi” şeklinde yorumladı. Bu gruba Süleyman Demirel bile aynı kapsamda ve şiddette sözleriyle dâhil oldu.
Ak Parti taraftarı olan yazarların bazıları ise, bu sözlerin pek de yanlış olmamakla beraber, söylenecek yerin Avrupa Parlamentosu olmadığını ve hükümetin şikâyet değil, çözüm üretme makamı olduğunu hatırlattılar.
Bazı muhalifler konuyu, “Babacan’ın manifaturacılıktan, hiçbir devlet tecrübesi olmadan önce ekonomiden sorumlu bakan, daha sonra başmüzakereci ve dışişleri bakanlığına gelişi ile açıklanabilecek, tecrübesizliğe dayalı bir sürç ü lisan hadisesi olarak” açıklamaya çalıştı.
İktidar ve muhalefet arasında taraf olmadan, konuya farklı bir pencereden bakabilen Ömer Lütfi Mete, okuduğum yorumlar arasında en ilgimi çeken yazıyı yazdı:
“Bu, ‘Haklısınız, benim devletim çok zavallıdır’ demekle eşdeğerdir. Orada verilecek tek cevap var: ‘Ne yüzle bizde Hıristiyan azınlıkların sorun yaşadığını söylüyorsunuz? Siz kendi içinizdeki Müslüman azınlıklara terörist muamelesi yapmıyor musunuz? Bizde hiçbir zaman Hıristiyanlar böyle bir muamele görmemiştir. Siz önce kendinize bakın!’ “Milli haysiyet terbiyesi” bu cevabı gerektirir! Lâkin neylersiniz ki Atatürk’ün ölümü ile bu terbiye âdeta yasaklanmıştır!”
“Milli haysiyet terbiyesi” ile ilgili İstiklal Harbimizin tarihini ve Mustafa Kemal Atatürk’ün hayat hikâyesini okursanız çok örnek bulabilirsiniz. “Şu Çılgın Türkler” kitabının bu kadar çok okunması “milli haysiyet terbiyesini” aktaran hatıralarla dolu olmasındandır.
Ben daha önceki yüzyıllardan bir hikâyeyi, “Pembe İncili Kaftan” ı hatırlıyor ve hatırlatıyorum. Ömer Seyfettin’in yazdığı ve II. Beyazıt zamanında Şah İsmail’e (İran’a) gönderilen bir elçinin hikâyesini anlatan “Pembe İncili Kaftan”, Türk devletini temsil makamında olan herkesin okuması ve ders alması gereken bir eser.
************************************************
Pembe İncili Kaftan Hikâyesi
Osmanlı ve Safevi devletleri arasında durum gergindir. Şah İsmail acımasız ve “elçiye zeval olmaz” ilkesini dinlemeyen bir zalim, mağrur ve küstah bir devlet başkanıdır. Gönderilecek Osmanlı elçisinin, Padişahın gururunu ve şerefini zedeleyecek her türlü söz ve eyleme canı pahasına da olsa cevap vermesi gerekmektedir.
Muhsin Çelebi adındaki devlet makamı kabul etmeyen, bilgili, cengâver ve normal hayatını ticaret yaparak sürdüren bir zat elçi olarak görevlendirilir. Bu görevi “hazineden bir pul dahi almamak, icap eden muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri kendi parasıyla düzmek ve hatta Şah İsmail’in ömründe görmediği, servet değerindeki muhteşem bir elbise olan, ‘pembe incili kaftan’ı alıp giymek şartıyla” kabul eden Muhsin Çelebi, bu masraflar için bütün malvarlığını rehin vererek borçlanır.
Şah İsmail’in Osmanlı elçisini ayakta bekletmek için bırakınız bir şilte, bir seccade bile serdirmemesi üzerine, muhteşem ‘pembe incili kaftanı’ yere şilte gibi serip, üstüne oturan Muhsin Çelebi, eğilmeden bükülmeden, padişahının ve devletinin büyüklüğünü haykırarak görevini yapar ve kaftanı yerde bırakıp salondan çıkar.
Şahın emri üzerine tahtın önüne serili kaftan Türk elçisine yetiştirilir. Muhsin Çelebi, Şah’ın işiteceği yüksek bir sesle: “Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz? der.
Devletini en güzel şekilde temsil eden Muhsin Çelebi “pembe incili kaftan”ı geri getiremediği için, rehin verdiği malvarlığını kaybeder ve fakir bir hayat yaşayarak ömrünü tamamlar.
**************************************
Biliyorum, herkesin Muhsin Çelebi veya Mustafa Kemal olmasını beklemek pek gerçekçi olmaz. Ancak kendi meselelerimizi kendimiz çözmek yerine dışarıda yakınmayı ve içişlerimizle ilgili olumsuz gelişmeleri dış destek alarak çözmek girişimlerini hoş karşılamamız beklenmesin.