2002 seçimlerinden sonra iktidar olan AKP’nin lideri R.Tayyip Erdoğan, mahkeme kararı nedeniyle seçimde aday gösterilemediği için milletvekili olamamıştı.
Tek başına iktidar olup, lideri başbakan olamamış bir iktidar garabetinden Deniz Baykal’ın himmetiyle kurtulma imkânı doğmuştu. Jet Fadıl’ın milletvekilliği düşürülmüş ve Mart 2003’te Siirt’te yapılan yenileme seçiminde milletvekili seçilen R.Tayyip Erdoğan Başbakan olabilmişti.
Ancak R.Tayyip Erdoğan daha Başbakan olmadan ABD ve çok sayıda AB ülkesini içine alan seyahatler yaptı. Buralarda itibarlı bir şekilde karşılanması, liderlerin verdiği mesajlar, içeride Erdoğan’ın Başbakanlığına şüphe ile bakanları sindiren güçlü bir destek sağlamıştı.
Ta başından beri R.Tayyip Erdoğan’a şüphe ile bakan, O’nu rejim için ve özel yaşantılarının devamı için tehlike olarak gören kesimlere karşı, dışarıdan sağlanan bu güçlü destek AKP için tam bir meşruiyet kaynağı oldu.
AKP, iktidarı boyunca AB’ye girme konusunda kararlı bir politika izleyince ordu, yargı, üniversiteler ve medyanın muhalefetinden kurtuldu, hatta bu kesimlerden bir kısmının desteğini aldı.
Sonuçta AB’ye girmenin artık hayal olduğunun kabul edildiği bir süreç yaşanmasına rağmen, beş yıllık iktidar süresince milliyetçi/ ulusalcı kitleleri rahatsız ve rencide eden tavizler verildi. AB ve ABD istediği için çıkarılan AB’ye Uyum Yasaları, Petrol Kanunu, Vakıflar Kanunu gibi birçok hukuki düzenlemeler yapıldı. “Türklüğe hakaretin serbest olmamasını” büyük eksiklik görenleri mutlu etme gayretleri millet çoğunluğunu rahatsız etmeye devam etti. Yılların birikimi olan milli varlıkların mülkiyetinin hiçbir sektör ve ölçek sınırlaması olmaksızın yabancıların kontrolüne geçmesini sağlayan politikalar izlendi.
Ancak dünya finans piyasasında görülen döviz bolluğunun akacak ülke aradığı bir ortamda, dövize dünyanın en yüksek faizinin verilmesiyle Türkiye’ye gürül gürül sıcak para aktı. Akan bu yabancı sermaye, krizden çıkmış ülkede ciddi bir ekonomik rahatlama yarattı. Bu durum sürdürülebilir olmasa da, günü yaşayan kitlelerde AKP’ye duyulan teveccühü artırdı.
Bütün bu ve benzeri politikaların yukarıda bahsettiğim seyahatler esnasında AKP iktidarına destek olmaları karşılığında ABD ve AB’ye verilmiş taahhütlerin uygulaması olduğu sıklıkla iddia edildi.
Şimdi AKP’nin kapatılması davasına dışarıdan müdahale eden söz ve demeçleri duyunca içimizde bu desteklerin karşılıksız olmayabileceği düşüncesiyle bir ürperme hâsıl oldu. Çünkü dava hakkında akıl veren bu yabancıların ifadeleri; doğru veya yanlış hükmünü vermeden söyleyelim, ancak sadece üslup olarak bile bizi rahatsız eden sömürge valisi tarzı konuşmaları rencide edici.
Hele M.Ali Birand gibi bazı gazetecilerin mahkeme sürecinde AKP’ye destek olmaları için AB ülkelerine çağrı yapması, AKP’ye ise bu vartayı atlatabilmek için AB sürecini hızlandırmasını (AB’nin talimatlarının hızla yerine getirilmesini) tavsiye etmesi AKP’nin bu sıkıntıdan kurtulmayı başarsa bile Türkiye’nin yeni tavizler vermesi ihtimalini artırmış olduğunu düşündürtüyor.
AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinden sonra sağladığı %46,5 oy oranı ile iç meşruiyeti dışarıda arama ihtiyacının azaldığı, dolayısıyla daha milli bir duruş sergileyebileceğine dair olan ümitler artmıştı. “Kapatma Davası” bu ümitlere ciddi bir darbe vurdu.
Demokratik ülkelerde meşruiyetin tek kaynağı millet desteğidir. Ülkemizde halk desteğinin yanında dış desteklere ihtiyaç duyulmasını gerektiren bir ortamın olması demokrasimizin henüz emekleme çağında olduğunun göstergesi.
Bunun kadar acı olan diğer husus ise, millet desteğini sağlamış bir iktidarın iç kuvvetlere karşı dış destek aramasıdır. Acıdır çünkü sağlanan dış destek, içeride meşruiyetin asıl kaynağı olan milletin hak ve menfaatlerinin yabancılara aktarılması pahasına gerçekleşebilmektedir.
Dış destek arayışı aynı zamanda Cumhuriyetimizin kurucu iradesinin temel ilkelerinden olan “tam bağımsızlık” ve “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkelerinden ne kadar uzaklaşıldığının işaretidir.