Geçirdiğimiz Kurban Bayramı’nda tanıştığımız bir güzel insandan bir
öykücük dinledim. Daha önce duyduğumda beni sadece tebessüm ettiren
öykücük bu defa düşündürdü: Zenginlerden birinin birkaç uşağı vardır.
Bir gün diğer uşakların ve konuklarının da bulunduğu ortamda zengin,
uşaklardan birinin eline bir el feneri verip sigarasını yakmasını
söyler. Uşak fenerle sigarayı yakmaya çalışır. Uşağın aptallığına
gülerek eğlenen efendi, çevresindekilerinin de gülmesini bekler. Bu
davranışı insanlık onuru adına hazmedemeyen konuklardan biri uşağı
çağırır, ona: “Sigaranın fenerle yanmayacağını sen bilmiyor musun ki
böyle yapıyorsun, kişileri kendine güldürüyorsun?” der. Bunun üzerine
uşak: “Biliyorum, amacım onun pilini bitirmek.” diye cevap verir.
Siz, uşağın verdiği cevabı zayıf bir savunma gerekçesi kabul
edebilirsiniz. Bence bu cevapta güçlü bir istihza, dolaylı bir alaya
alma vardır. “Pilini bitirmek” sözünü deyim anlamıyla da düşünürsek,
güzel bir kinaye çıkar ortaya.
Hiçbir olumsuzluk, onu yapanın yanına kar kalmıyor. O, bir şekilde
size dönüyor. Kişilerin, attığı iftira ile karşılaşmadan veya
başkalarına yaptığı bir kötülüğü kendisinin de bizzat yaşamadan
ölmeyeceği inancı var bende. Her olay, kendi tepkisini fıtratında
barındırıyor. Gerçekleştirdiğiniz olayların tepki olarak size dönüşü,
bir gölgenin cismine olan yakınlığı kadar. Gecenin gündüze veya
gündüzün geceye mecbur olması gibi, her olay, orijini kendisinden
kaynaklanan başka bir tepkisel olaya mahkûm.
Öğrencilerime bir gün, dersi güzel anlatmamın, onlara iyi
davranmamın kendilerini önemsememle ilgili olmadığını söylediğimde
biraz tepki gösterdiler. Devam ettim: “Ben biliyorum ki, ben sizi
önemser, size yararlı ve model olursam, sizi donanımlı ve iyi insan
olarak yetiştirirsem, sizler de benim çocuklarımı hatta torunlarımı iyi
insan olarak yetiştireceksiniz. Sizler benim neslim için birer
öğretmen, mühendis, doktor olacaksınız. Sonuçta benim neslime hizmet
edeceksiniz. Kendimi önemsediğim için sizi yetiştirmek zorundayım.”
dedim. Neden-sonuç ilişkisine dayanan bu izah, öğrencilerimi tebessüm
ettirdi. İşin, gerçekte, doğrusu da bu değil midir?
Yaşamında birtakım güçleri elinde bulunduranlar, güçlerini
başkalarını ezmek veya kendi çıkarlarını korumak için bulunduranlar, bu
güçlerinin devamlılığından emin olmamalıdırlar. Onların, güç namına
kullandıkları yetki veya servet, bir gün boyunlarına geçirilmiş kement
olabilir. Eylemlerinin, kendi altlarını oyan bir etkinlik olduğunu bir
zaman sonra anlayabilirler. Hitler, Mussolini, Neron ve yakın
tarihimizde Saddam Hüseyin olağanüstü güce sahip idiler. Eylemleriyle
kendi sonlarını hazırladıklarını fıkradaki Temel gibi anladılar; ama iş
işten geçmiş oldu. İdama mahkûm edilen Temel’e son arzusunu sorarlar.
Temel: “Ha bu bana bir ders olsun.” der. Bir acizliğin, bir
çaresizliğin, bir pişmanlığın ifadesidir bu.
Dünya, bir vadi. Bu vadide söylediğin her söz yankılanıp, çıkardığın
her ışık, er ya da geç, yansıyıp seni buluyor. Attığı okun, bir gün
kendilerini vurmayacağını sananlar, yanılıyorlar. Yine, kendini akıllı,
âlemi aptal sananlar da yanılıyorlar. Böyleleri, zaman içinde, aptal
olduklarını anlıyorlar. Hayat denen girift süreçte hiçbir nitelik,
kişinin kalıcı özelliği olamıyor. Nitelikler, doğrular, yanlışlar
kişilere göre değişiyor. Söylenen hangi sözün, yapılan hangi davranışın
neye göre doğru olduğunu belirleyememek sıkıntısı bazen hayatımızı
kâbusa çeviriyor.
Dünya denen handan pek çok insan geçti. Bir gün biz de bu hanın
kapısını kendimiz için kapatacağız. Önemli olan, bu handa kaldığımız
sürece iyi işler yapmak, buradan güzel hatıralarla ayrılmak. Bunun
için, kendimize yapılmasını istemediğimiz bir işi başkalarına
yapmamalıyız. Rüzgâr ekenin fırtına biçeceğini bilmeliyiz. İnsanları
küçümsememeli, yaratılmışları Yaradan’dan dolayı sevmeliyiz. Sonu
gelmeyen ihtirasların, bize hatalar yaptıran şımarıklıkların esiri
olmamalıyız. Bunların zıddı bir uygulama bizi yüceltmeyecek; bilakis
aşağılık bir varlık haline getirecektir.