Türkiye’de siyaset ile yargı arasındaki etkileşim son dönemde iyice görünür hale geldi. Hukukun, iktidarın çıkarlarına göre esnetilip bükülmesi, yalnızca muhalefeti değil iktidarın kendi meşruiyetini de tartışılır kılıyor.
Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ve İl-İlçe Seçim Kurulları denetiminde yapılan CHP kongre ve Kurultaylarında yapılan seçimlere mahkemeler aracılığıyla müdahaleler 2017 Referandumunu da tartışmaya açtı.
Bilindiği gibi, 2017’de Türkiye’nin yönetim sistemini değiştiren referandumda YSK, kanunda açıkça “mühürsüz oylar geçersizdir” yazmasına rağmen mühürsüz oyları geçerli kabul etti. Sandıkların kapanmasına bir saat kala YSK’nın aldığı bu karar referandumun sonucunu doğrudan etkileyecek ağırlıktaydı.
Muhalefet bu tutumu “yetki gaspı” ve “hukukun yok sayılması” olarak niteledi. Ancak iktidar YSK kararlarının “kesin ve tartışılmaz” olduğunu ileri sürdü. Eleştiriler “yargıya ve millet iradesine saygısızlık” olarak damgalandı.
Bu tavır, hukukun üstünlüğünden çok fiili durumun meşrulaştırılmasına yönelikti.
****
Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un çok önemli bir tespitini, Arslan Bulut köşe yazısında açıkladı.
Selçuk’a göre, 2017 Referandumunda, YSK’nın mühürsüz oyları geçerli sayan kararı, yalnızca hatalı bir içtihat değil, hukuk dünyasında “yokluk” yaptırımıyla karşılanması gereken bir işlemdir.
Sami Selçuk aynen şöyle söylüyor: “Yüksek Seçim Kurulunun mühürsüz oyları geçerli sayan kararı, ne yazık ki, ‘yetki yağması’yla (salahiyet gaspı) sakat, bu yüzden de hukuk dünyasında hiç ama hiç doğmamıştır.
Çünkü mühürlü oylarla seçim yapılmasıyla ilgili yasa maddesi, yürürlükteki Seçim Yasası’nda, geçmektedir. Yasa maddelerini ise hukuk açısından ya TBMM kaldırır ya da Anayasa Mahkemesi iptal eder. Bir yargılama organı bile olmayan, sadece yargıçlardan oluşan yönetsel (idari) bir kurul olan YSK ise, asla iptal edemez, fiilen ortadan kaldıramaz, dolayısıyla herhangi bir yasa maddesini asla geçersiz sayamaz. Sayarsa, bu işlem hukuk dünyasında doğmaz” diyor.
Özetle; Selçuk YSK’nın mühürsüz oyları geçerli sayarak kanunu fiilen ortadan kaldırdığını, bunun da anayasal düzende yetki gaspı olduğunu savunuyor. Bu durumda 2017 referandumunun hukuken hiç doğmamış sayılması gerektiğini, dolayısıyla o referanduma dayanarak inşa edilen rejimin de meşru kabul edilemeyeceğini belirtiyor.
Böylesine ağır bir hukuki değerlendirme, sıradan bir akademik görüş değil; Türkiye’deki rejime yönelik ciddi bir meşruiyet sorgulamasıdır. 2017’den beri yürürlükte olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin temelinin tartışmaya açılmasıdır.
******************************
Mahkemelerin Parti Kongrelerine Müdahalesi
Bugün başka bir tabloyla karşı karşıyayız. Yasalar çok açıktır: Siyasi partilerin kongre ve kurultaylarının denetim yetkisi YSK’ya (YSK’ya bağlı olan il–ilçe seçim kurullarına) verilmiştir. YSK’nın önceki kararlarında “siyasi partilerin organ seçimleriyle ilgili iptal taleplerinin ancak seçim yargısı tarafından denetlenebileceği” belirtilmiştir. Yani Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin bir iptal ve tedbir yetkisi bulunmamaktadır.
Ne var ki son dönemde bu mahkemeler, muhalefet partilerinin kongrelerine ve kurultaylarına doğrudan müdahale ediyor.
CHP İstanbul İl Başkanlığı yönetimi Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla görevden alınıp kayyıma devredildi.
Bugün de (15/09/2025) CHP Kurultayı’nın geçersiz sayılması (mutlak butlan) ve parti yönetiminin önceki yönetime (Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibine) devredilmesi talepli dava görüldü. Dava 24 Ekim’e ertelendi. Bu arada, 21 Eylül’de, CHP’li delegelerin çağrısıyla olağanüstü kurultay yapılmış olacağından, bu dava konusuz kalacak.
Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin CHP kongrelerine ve kurultayına müdahale etmesi, yalnızca hukuki yetki gaspı değil, aynı zamanda siyaset sahnesinde tuhaf sonuçlara yol açabilecek bir gelişme. Çünkü bu mantık kabul edilirse, yarın başka bir mahkeme çıkıp 2017 referandumunu “mühürsüz oylarla yapıldığı için yok hükmünde” olduğu tespitini yapabilir. Böyle bir durum ülkede tam bir kaos yaratır.
Bu tablo, iktidarın “yargıya saygı” gerekçesiyle savunduğu mahkeme müdahalelerinin aslında kendi meşruiyetini de tartışmaya açabileceğini gösteriyor.
******************************
Çifte Standart
Ortada çarpıcı bir çelişki var: 2017’de iktidar, YSK’nın tartışmalı kararını “kesin” diye savundu ve YSK’yı eleştiren muhalefeti “meşruiyet düşmanı” ilan etti. 2025’te ise Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin, açıkça kendi yetki alanını aşarak verdiği kararlar “yargıya saygı” gerekçesiyle savunuluyor.
Yani iş iktidarın lehineyse karar “kesin”, muhalefetin aleyhineyse “saygı duyulmalı” deniyor. “Nalıncı keseri gibi” yontan bu yaklaşımın adı açıktır: çifte standart.
Bugün iktidar bu yöntemle rakiplerini zor durumda bırakıyor olabilir. Ancak uzun vadede bu tutum, en çok iktidarın kendi meşruiyetini aşındırır. Çünkü:
Hukukun güvenilirliği kalmadığında, iktidar kendi dayanağını da zayıflatır. İşte şimdiden 2017 referandumu ve sonuçlarının meşruiyeti tartışmaya açılmıştır. Yarın başka bir mahkeme iktidarın işine gelmeyen bir karar aldığında, bugünkü “yargıya saygı” argümanına sığınabilir mi?
Nitekim daha önce Anayasa Mahkemesi ve AİHM Kararlarını uygulamayan iktidarın, daha önce bir AYM kararı için “uygulamıyorum, saygı da duymuyorum” diyen R. Tayyip Erdoğan’ın ve “AYM kapatılsın” diyen Devlet Bahçeli’nin “yargıya saygı duyulsun” çağrıları karşılık bulmuyor.
Toplum nezdinde adalet duygusu sarsıldığında, yargıya ve seçim güvenliğine inanç yitirildiğinde, yargıya ve iktidara saygı duyulmaz.
Uluslararası alanda, Prof. Dr. Sami Selçuk gibi hukukçuların “günümüzde yaşanan rejim, hukuk açısından asla meşru değildir” gibi değerlendirmeleri, Türkiye’nin demokrasi sicilini zayıflatıyor. Bu da iktidarın dış politika manevra alanını daraltır.
Hukuku araçsallaştırmak kısa vadede kazanç sağlasa da uzun vadede rejimin meşruiyetini kendi ellerinizle tartışmaya açarsınız.
2017’de atılan adım hukuken “yok hükmündeydi.” Ama “atı alan Üsküdar’ı geçmişti.”
Bugün de muhalefet partilerinin kongrelerinin geçersiz sayılması, CHP’ye mahkeme eliyle kayyım atanması aynı çizginin devam ettirilmesi gayretidir.
Ama bakın Sami Selçuk gibi bir saygın hukukçu bu örnekten hareketle “Türkiye Cumhuriyeti hukuk içinde bir rejimle yönetilmemektedir” diyerek bu meseleyi tartışmaya devam ediyor.
Türkiye ancak her durumda ve herkes için tek bir hukuku uyguladığında nefes alabilir.