Kuvve – i Hâfıza

178

     Tırnak kadar kuvve-i hâfıza / hâfıza gücüne malik her insanın hâfızasında; okuduğu yüzlerce çeşit kitapların kelimeleri yazılı. Ömrü boyunca işittiği bütün sesler kayıtlı. Gördüğü herşeyin sûreti; renkli, sesli, hareketli olarak mevcut. Merakını tahrik eden ve ona hoş gelen mânâ ve anlam yüklü kelimeler; beynimizdeki o tırnak kadar kuvve-i hâfıza / hâfıza kuvvesi / gücünün sayfalarında; sesli, sözlü, renkli ve hareketli olarak aynen; hâfızanın muhafaza, himaye ve koruması altında. Zaman, yer ve saatiyle. Kılına halel gelmeden, yani bozulmadan hıfz edilip, saklı tutuluyor. Âdeta arşivleniyor.

     Öyle ki, insan istediği zaman onlara başvurabilir. Büyük bir kütüphane gibi, tüm mahfûzatını / hıfzına / koruma altına aldığı, yani hıfzettiği şeyleri orada; istediği an, görmek ve duymak üzere; yazılmış, dizilmiş bir hâlde yerli yerinde bulur ve görür.

     Ortada bir arşivleyiş var. İstediğinde, istedikleri gözü önüne getirilip konuyor. Sonra yerlerine kaldırılıyor. Üstelik, bunların hepsi, ânı vâhitte / bir anda olup bitiyor. Fakat, ortada emre âmâde / emre hâzır çalışanlardan kimse yok.

     Bütün bu olup bitenlerin, cirit attığı meydan nerede? Orada, emre hâzır olanlar neredeler?

     Mekân olarak gösterilen alan, beyinde tırnak kadar bir yer. Bütün bunların oraya sığması, yerleştirilmesi, muhal ender muhal bir durum arz ediyor.

     Nerede emre hâzır, yüzlerce görevli memur? Sadece isteğimiz oluyor. Sonra da, yerlerine konuyor. Yine emrimize âmâde bir vaziyete sokuluyor.

     İşte, bu tırnak kadar hafıza kuvve ve gücünün bahr-i umman / okyanus gibi bir vüs’ati / genişliği var. Güneş gibi, her tarafı kuşatıcı, içine alıcı vasfı var. Kısaca, ihatalı / kuşatıcı nûru, mânevî bir ziyası / ışığı ve yeryüzü kadar geniş sayfaları var.

     Bütün bunların mevcudiyet ve varlığını biliyor, fakat mahiyet ve içyüzüne muttali olamıyor, akıl erdiremiyoruz.

     Tabii ki, mahiyetini bilmemek; varlığını inkârı gerektirmiyor. Sadece, bu durumları Yaratan’ın; ihata edip algılanamıyan sonsuz kudreti karşısında, ona secde etmekten başka bir şey gelmiyor akla.

     Çünkü, beynimizde tırnak kadar bir yer işgal eden bu kuvve ve güç kaynağımız için, ancak şu beyite sığınmaktan başka çare bulamıyoruz:

    “İdrak-i maali (yüksek fikirleri anlamak) bu küçük akla gerekmez;

      Zira bu terazi o kadar sıkleti (ağırlığı) çekmez.”

     Yüce Allah bununla, insanın Levh-i Mahfuz’u idrak edip kavramasını sağlıyor. Kuvve-i Hâfıza’yı: Allah’ın ezelî ilmiyle kâinatta olmuş ve olacak şeyleri yazmış olduğu bir levha olan Levh-i Mahfuz’a bir örnek olarak karşımıza çıkarıyor.

     Böylece Levh-i Mahfuz’u; insanın anlaması sağlanmış oluyor. Çünkü insan, vahid-i kıyasî / ölçek. Kâinatta olan her şeyin örneği onda var. İster maddî olsun, ister mânevî. İnsanda mevcut. Kendisinde olanı bilen, bulan ve anlayan insan; kendisini iyice tanıdığı takdirde, kâinatta olanları da, kolayca bilmiş ve tanımış olur.

     Fakat iyice düşünürse, kendisinde olanın, künhüne tamamen vakıf olması imkânsız. Hiç olmazsa kendisinde olmasından, kainatta da olmasını kabul eder ki, zaten İlahî Gaye’den maksat budur.

     Demek ki, tırnak kadar kuvve-i hâfızanın, bahr-i umman / okyanus gibi bir genişliği var. Güneş gibi kuşatıcı nuru var. Manevî bir ziyası / ışığı ve zemin yüzü kadar geniş sayfaları var. Sanki tırnak kadar bir yer tutan hafıza; sınırsız bir mekânı içinde barındırıyor. Namütenahi / sonsuz bir  mekân olanı yani Levh-i Mahfuz’u algılamamıza bir sebep teşkil ediyor.

     Demek ki, Levh-i Mahfuz bir kader / İlahî Program sahifesi olup, Mutlak Alîm olan Yüce Allah’ın ilim, hikmet ve kudretine aynalık ediyor.

     Hz. Allah; insanın, bu büyük gerçeği anlaması için, Levh-i Mahfuz’un küçücük bir nümûnesi / örneği olan hâfızamızı yaratmakla; insana verdiği değerin, küçük bir örneğini vermiş oluyor.

Önceki İçerikOsmanlının Gül Sevgisi
Sonraki İçerikMillî Meselelere Hassasiyeti ile Bilinen Tecrübeli Gazeteci Yazar MEHMET CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ ile DOĞU TÜRKİSTAN TÜRKLÜĞÜ Hakkında Konuştuk. 
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.