Madem geldik dünyaya, yaşamak zorundayız. Son yazımda, “Dünya yaşanacak yer olmaktan çıktı.” diye bir cümle kurmuştum. Bu yazımda ise “Kapıyı anahtarla açmanın hüznü”nden bahsedecek, sırayla insanlığın, İslam dünyasının ve memleketimiz insanının hızla yalnızlaşmasına dikkat çekecektim.
Yalnızlığın, gözyaşı, kan ve çığlık sesleriyle somutlaştığı, kurulu düzen sahiplerinin düzenbazlıkla şekillendirdiği Gazze’den gelen haberler, benim bu konuyu ele almama izin vermedi.
Gazze’de neler oluyor? Gazze’de kan akıyor; gözyaşları sel oluyor; annelerin, babaların, çocukların iniltileri arşa ulaşıyor; bunu kör gözler, sağır kulaklar duymuyor; nasırlaşmış vicdanlar hissetmiyor. Gazze’de Siyonistler öldürüyor, Amerika alkışlıyor, özellikle İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri bu vahşete kıs kıs gülüyor. Gazze’de soy kırım yaşanıyor. Gazze’de var olmanın, inanmanın, onurun direnişi dağa, taşa, duvara kazınıyor. Gazze’de, çocuklarımızın model alacağı, gurur duyacağı; ancak bizlerin utanarak anlatacağı romanlar yazılıyor. Gazze’de savaş yok, katliam var, zulüm var. Gazze’de ölerek dirilenler, kendilerinin özgür, bizimse esir olduğumuzu haykırıyor; ancak biz bunu anlamıyoruz. Gazze; demokrasinin, insan haklarının, hak ve adaletin bir kandırmaca olduğunu tezini işleyen tiyatro olarak tarihteki yerini alıyor.
Dünyaca ünlü, İranlı sosyolog Ali Şeriati, “Eğer bir yerde yangın varken biri seni ibadet etmeye çağırıyorsa bil ki bu bir hainin davetidir.” der. Ben de arkadaş sohbetlerinde özellikle “Dua, düşmanın silahıyla silahlanmaktır.” derim. Acıkana ekmek, susayana su verilir, hastaya ilaç… “Allah doyursun, Allah şifalar versin.” demek, o kişiyle dalga geçmek, Allah’a haksızlık etmek olur. Allah, hangi şartlarda hangi duanın kabul olacağını akıl sahiplerine bildirmiştir. Fatih’in, İstanbul’un fethi sırasında yanında en alim hocalar olduğu halde, niçin o çağın en ileri teknolojisi ile imal edilmiş toplar kullandığını ve bunun ustalarını İstanbul’a getirttiğini iyi düşünmek lazım.
Temel’e “Sana piyangodan yüksek miktarda ikramiye çıksa ne yaparsın?” demişler. Temel, “Yarısını fakir fukaraya veririm.” demiş. “Peki iki gemin olsa ne yaparsın?” demişler. Temel, yine “Birini fakire veririm.” demiş. Arabasının, evinin her birinin diğerini fakire verme sözü vermiş. Bu defa “İki tavuğun olsa birini de fakire verir misin?” dediklerinde “Yoo, vermem.” diye cevap vermiş. Soranlar şaşırmış, “En pahalı olanları veriyorsun da tavuğunu neden vermiyorsun?” deyince Temel, “Çünkü iki tavuğum var.” demiş.
Hayalin bağışı kolaydır; ne zahmeti ne masrafı vardır. Ellerini kaldırıp dua etmek de böyledir. Zahmeti ve masrafı olmadığı gibi, Allah’ı kendimize emir kulu yaparız. Halbuki Allah, bize yetimlere, düşkünlere, hısım ve akrabaya, yolda kalmışlara, ihtiyaç sahiplerine, zulüm görenlere yardım etmemizi emrediyor, bizse dualarımızda bu görevi utanmadan, hatta dindarlık taslayarak Allah’a havale ediyoruz. Duayı yanlış yerde, yanlış yönde, yanlış anlayışla yaptığımız için ne zulümden kurtulabiliyoruz ne de huzura erebiliyoruz. Var olan imkanlarımızı kullanmıyoruz. Malımızın hamallığını yapıyor, infak etmiyoruz; paramızın bekçiliğini yapıyor, zekât ve sadaka vermekten kaçınıyoruz; düşünme tembelliği yapıyor, akıl dışı hurafe bilgilerle hayatımızı tanzim ediyoruz, değerler üretiyoruz.
Kimsenin dindarlığını sorgulayacak değilim; ancak dindarlık anlayışının nasıl olması gerektiğini tartışabilirim. Filistin’de, dünyanın değişik yerlerinde Müslüman oldukları için zulme uğrayan insanlar, dindarlık adına laboratuvarlarda sabahlasalardı, fabrikalarda “Düşmanın silahıyla silahlanın” emri doğrultusunda üretim yapsalardı bu zulme uğrarlar mıydı, kendilerine zulüm yapanlar bu kadar cüretkâr olabilir miydi? Laboratuvarları, fabrikaları birer ibadethane olarak değerlendirmediğimiz sürece üzerimize yağan pislik ve zulüm yağmurları kesilmez. Allah’ın yasalarını doğru okumak ve uygulamak lazım.
“Çocuklarınızı bulunduğunuz çağa göre değil, bir sonraki çağa göre yetiştirin.” der Hz. Ali. Zaman hızla ilerliyor, her çağ, yeni ölçülerle inşa ediliyor. Önemliler, önemsizler; değerliler, değersizler yer değiştiriyor. Bizden öncekiler, bizim neslimizi çağın gereklerine göre yetiştirmedi. Yaptıkları helvadan putları bize yedirmeye çalıştı, kağıt gemiler battı. Yıllar tüketildi, toplum aşağılık kompleksine sokuldu.
Şimdi yeni şeyler söyleme zamanı. “Dün, dünde kaldı cancağızım.” deme zamanı. Neslimizi, gelecek çağın gereklerine göre hazırlamak zorundayız. Suçu, yanlış inançlarımız sebebiyle dine yükleyemeyiz. Suçlu, akıl denen en yüce ayeti okuyamayan, idrak edemeyen bizleriz.
Göz göze, gönül gönle, el ele, baş başa dua etmeye başlayalım. Affedersiniz, duamız neydi?