Gün geçmiyor ki, gazetelerde bir kadının dövülmesi veya
öldürülmesi gibi, çok üzücü ve çok vahim olaylarla karşılaşmayalım. İşte böyle bir
ruh hali içindeyken, bir nebze herkes ve her şeyden uzak kalarak, başımı
dinlemek için kendimi parkta buldum.
Günün yorgunluğunu
unutmak, ağaçları seyretmek, hafif esen rüzgârla yaprakların kıpırdanışlarını,
âdeta dans eden yaprakların hışırtılarını ve birbirlerine olan fısıltılarına
kulak vererek, bir an için de olsa, hayatın sıkıntılarından uzaklaşmak için
parktayım.
Kenardaki bir
bank’a oturarak, tatlı hülyalara tam dalmak üzereyken, sırt sırta vermiş bankın
/ sıranın öbür tarafında oturan ve sırtı bana dönük, fakat benden habersiz
olan, 60 yaşlarında var yok birinin, kendi kendine konuşmalarını, ister istemez
dinlemek zorunda kaldım.
Yaşlıca bir adam,
dünyadan habersiz, kendi kendine engel olamadığı iç çekişler, önlemeye
çalıştığı fakat mani olamadığı hıçkırıklarla, acısını dışa vurmaktan kendini
alamıyordu. İşte bu adamın dudaklarından dökülen derin acı, keder ve gam yüklü
mırıldanmaları:
“Eşim öleli tam üç
ay oldu. Hâlâ onsuz boş kalan evime girmekte zorlanıyorum. Eşimin yokluğu beni
boğuyor sanki. Kendi evimde nefes alamıyorum. Meğer evi o dolduruyormuş. O
öldükten sonra, evdeki ben dahil her şey ölü gibi sessiz, hissiz ve duygusuz.
“Keşke hanımım sağ
olsaydı da, yine münakaşa edip tartışsaydık. Yine birbirimize lâf yetiştirmekte
yarışsaydık. Birbirimize karşı ağır sözler sarf etseydik.
“Yeter ki, o
hayatta ve evimde olsaydı. Keşke onsuz boş eve girmez olaydım. Ama artık yok.
Biricik eşim öldü. Hiç ummadığım ve beklemediğim bir zamanda, emri hak vaki
oldu. Aramızdan ayrıldı. Ah eşim ahhh!
“Hanımım hayatta,
evinde ve yanımda olarak, nasıl hareket ederse etmesi, ne söyleyecekse
söylemesi, fakat ne olursa, nasıl olursa olsun, ölmemiş olması; her şeyine
katlanmaya değermiş. Ah keşke ölmeseydi…” gibi sözler sarf ederek, yerinden
yavaşça kalktı. Ağır adımlarla buradan uzaklaştı.
İçten gelen samimi
itirafları hâlâ kulaklarımda akis ve yankılar yapıyor. Beni derin düşüncelere
salıyor. Demek ki diyorum, bu adamın; zamanında -ne olursa, nasıl olursa olsun-
eşinin kıymetini bilmemiş olması; ateş olup içini yakıyor, mânevî azaplar
içinde vicdanını sızlatıyordu.
Fakat ne çare ki,
son pişmanlık fayda vermiyor. Gideni geri getirmiyor. Hanımsız evin zindan
olmasına engel olamıyor.
Belli ki, bu
kişinin eşine çektirmediği ve yapmadığı eza ve cefa kalmamış. Keşke, eşinin
değerini ölmeden önce bilseydi de, ne ona ne de kendisine hayatı zehir ve
zindan etmeseydi.
“Ba’de
harabi’l-Basra.” / “ Basra harap olduktan sonra.” İş işten geçtikten sonra,
maalesef son pişmanlık fayda vermiyor.
Oysa Hz. Muhammed:
“Sizin en hayırlınız hanımına en iyi davranandır.” dememiş miydi?
Kaldı ki, “Cennet
anaların ayakları altında.” değil mi?
Büyük zatların
büyüklüğü, eşlerine karşı gösterdikleri iyi ve güzel davranışlarında yatıyor.
Sokrat bile,
hırçın ve başkalarının yanında kendisini aşağılayan eşine karşı, çok şefkatli
ve anlayışlı idi.
“Ana gibi yar,
Bağdat gibi diyar olmaz.” boşuna söylenmemiş.
“Ana başta taç
imiş, bir evlat pîr olsa da anaya muhtaç imiş.” gibi altın sözleri herkes
bildiği ve duyduğu halde, kadınlara karşı bigane kalmak, onlar karşısında sağır
olmak; ne büyük cehalet, ne büyük gaflet, ne büyük pişmanlık. Ama pişmanlık
fayda vermiyor. Gideni geri getirmiyor. İşte bunun içindir ki, Hz. Mevlana:
“İnsan pişman olduğuna da pişman olacak.” diyerek bu duruma düşmeden gereğini
yapmanın önemine işaret ediyor.
Hayat arkadaşının;
Allahın munis, lâtif bir hediyesi olduğunu bilen, ona karşı yanlış ve kötü
davranışlarda bulunabilir mi? Unutmayalım ki:
“Hasmın (eşinin)
sitemini (eziyet ve cefasını), sitemsiz (karşılıksız) bırakmak; ona en büyük
sitemdir.” Aynı zamanda aile saadetini yeniden sağlayacak, yenileyecek olan bir
tılsımdır.