Türkçe’deki Vatan -II

113

Türkistan topraklarında “1070’de Balasagunlu Yusuf Has
Hacib tarafından Kaşgar hükümdarı Buğra Ebu – Ali Hasan Han’ın ismine telif
olunmuş Kutadgu Bilîg kitabı Türkçemizin şahaserlerinden birisidir. Türk
hükümdarlarınca ideal devlet idare sisteminin ne olduğundan bahseden bu büyük
eserin konusu İranlılarca Şehname-i Türkî, Turanlılarca Kutadgu Bilig olarak
isimlendirildi. Yani “Kutadgu (kut edgü-mesut edici) bilig” ismi Cengiz Han’a
nispet edilen devlet idare felsefesine, nasihatlere ait esere de isim olmuştur.

Karahanlılar zamanında vücuda
getirilen diğer bir mühim eser de Mahmud Kaşgarî’nin 1077 de tasnif ettiği
Türkçe-Arapça lügat kitabı Divanü lügat it-Türk’dür. Aslen Barsganlı olan müellif
üç cilt teşkil eden eserinde zengin Türkçe lügat şeklinde bilhassa Kaşgar
Hakanî Türkçesinî, Çigilce ve Oğuzcayı önümüzde canlandırmış, ve bundan başka
da Bizans hududundan Çin hududuna kadar uzayan Türk illerindeki müteaddit
kabilelerin lehçelerinden numuneler vermiş; Türk ilinin coğrafyasına, Türk
etnografyasına, Türk iktisadî ve içtimaî hayatına, eski Türklerin akidelerine
ait paha biçilmez kıymette malûmat bırakmıştır. Eserde eski Türk sav’ları, keza
bize vasıl olmıyan edebî eserlerden, eski destanlardan ve halk edebiyatından,
hattâ Arap edebiyatına takliden vücude getirilen şiirlerden numuneler veril­miştir
(1).

Mahmud Kaşgarî:Peygamberimiz,
Türk dilini öğreniniz! Çünkü onların uzun sürecek saltanatları olacaktır,
buyurmuş… Bu hadis doğru ise Türk dilini öğrenmek vacip demektir Eğer uydurma
ise o zaman da akıl ve iz ‘an (Türk dilini öğrenmeyi) icap ettirir…” yine
kitabında: “Türkçe, Arapça ile koşu atları gibi yarış edebilir…” diyordu.

Divanü Lügat-it Türk’teki şu
sözleri Türklere ve nice millete asırlarca nasihat olmuştu: “Gördüm ki, yüce
Tanrı, devlet güneşi’ni Türkler’in burçlarından doğurmuş. Göklerdeki dâireleri,
onların devletleri çerçevesinde döndürmüş. Onlara Türk adını kendisi vermiş.
Onları yeryüzünün Kağanı kılmış. Asrımızın kağanlarım hep onlardan çıkarmış.
Bütün milletlerin dizginlerini onların eline vermiş. Onları her halka üstün
eylemiş. Doğrulukta onlara her zaman yardımcı olmuş. Onlara katılanları, onlara
hizmet edenleri hep azîz kılmış. Bütün dileklerini yerine getirmiş; böyle
kimseleri kötülüklerin şerrinden korumuş (2). Kültür tarihimizin büyük
kaynaklarından biri  olmak itibariyle Mahmud  Kaşgarî’nin eseri ancak
Göktürk yazıtlariyle ve kendisinden sonra gelenlerden Ali Şir Nevaî ve Kâtip
Çelebi gibi Türk büyüklerinin eserleriyle bir sıraya konulabilir (1).

Türkistan Türklüğündeki Türkçenin
merkezî şahsiyetlerinden biride; Herattaki Temürlü’lerin büyük beylerinden olan
Ali şir Nevayi’dir. Doğu Türkçesi’nin bütün güzel söyleyişlerini şahsında
toplayan Ali Şîr Nevaî , Horasan Hanı Hüseyin Baykara’nın çocukluk ve okul
arkadaşı idi. Ali Şîr Nevaî(1441 – 1501)nin babası ‘Kiçkine Bahadır’ veya
‘Kiçkine Bahsi’ diye anılan Giyaseddin Kiçkine’dir. Devlet adamı olan babasının
durumu gereği Nevaî, küçük yaşta doğduğu yerden ayrılıp Irak’a gitti. Çocukluk
dönemi Irak’ta geçti. Babasının ölümü üzerine, Ebü’l Kasım Babür’ün himayesinde
iyi bir eğitim gördü. Meşhed, Semerkant gibi devrin önemli bilim ve kültür
merkezlerinde yetişti.

Horasan Hanı Hüseyin Baykara,
Nevaî’ye yüksek devlet görevleri verdi. Baykara, öyle fermanlar yayınladı ki;
bu fermanlar, o devrin sanatçıya verdiği değeri belgelemektedir. Baykara,
yayınladığı fermanında, “Nevai’ye gösterilecek saygının kendisine gösterilmiş
sayılacağını” ilân etti.

Hüseyin Baykara, Nevaî’nin çok büyük bir sanatçı olduğunu
biliyordu. Zaten kendisi de sanatçıydı. Baykara’nın zemin hazırlamasıyla Nevaî,
Herat şehrinin bilim ve kültür hayatım alışılmadık şekilde canlandırdı. Sultan
Baykara’nın etrafında, Nevaî’nin öncülüğünde toplanan sanat meclislerinde
ruhlar daha bir incelir; fikir daha bir yücelirdi. Zaten, Herat mevcut haliyle
böylesine faydalı çalışmaya hazırdı. Çünkü Molla Cami gibi büyük bir bilgin
Hatifî gibi büyük bir şair, Devletşah gibi meşhur tezkîreci Herat’ın kültür ve
sanat kaynakları olarak ortadaydı. Ve bu güzel ortamda Nevai, Doğu Türkçe’sini
şaha kaldırdı. Öyle bir çığır açtı ki şiirlerinde kullandığı Türkçe’nin ağızı
“Nevai dili” olarak edebiyatımızda yer aldı. Sadece kültür ve sanat alanında
değil; Hüseyin Baykara’nın âdeta bir “Başbakanı” olarak yaşadığı kenti, hanlar,
hamamlar, medreseler, hastanelerle donatarak, çalışkan bir devlet adamı
kimliğiyle de kendisini gösterdi. Nevâî, Türkçe’nin âşığı idi. Türkçe üzerine
titizdi. Ancak, bu titizliği ile halkın anlayamayacağı bir dil politikası
gütmedi. Türklerin anladığı Arapça ve Farsça kelimeleri de eserlerinde
kullanarak, Türkçe’nin büyüklüğünü göstermeye çalıştı. Nevaî’nin dördü Türkçe,
biri Farsça beş divanı var. Türk edebiyatında beş mesnevi yazan ilk şairdir.
Beş ile de yetinmeyip altıncı mesnevisini de yazdı. Sadece edebiyatın şiir
dalında değil, diğer edebî türlerden bilimlik eserler de verdi. Toplam
eserlerinin sayısı otuzu aşmaktadır (2).

Ali Şir Nevai  toplam 64000
mısra tutan beş büyük manzum eser, bir de 55000 mısradan ibaret Türkçe lirik
şiirler külliyatı, tasavvuf ve edebiyat tarihine ait ayrı mensur ve manzum
eserler ve dostlarına ait hâtıralar bırakmıştır. Ali Şir bu motiflerden
bazılarını meselâ Ferhad u Şirin eseri Harezm ve Hoten Türklerinin ve
Çinlilerin hayatından alınan bir roman şekline sokmuş, ve kendisi bu nevi
eserleri ve divanı sayesinde bütün Türkler arasında bir genel millî şair olarak
tanınmış olduğunu da bu Ferhad ve Şirin’in sonunda şu cümlelerle anlatmıştır:
“Türk ulusu ister bir kabile, isterse yüz ve bin kabile olsun, bunun hepsi
muhakkak, ki benimdir. Ben, hiç ordu sevketmeden, Çin ülkesinden Horasan’a
kadar uzanan yerlerdeki tekmil Türkleri kendi fermanım altına aldım. Yalnız
Horasan (Türkü) değil Şiraz ve Tebriz (Azerbaycan) Türkünün devrini dahi benim kalemim,
şeker döken bir şekilde tatlı kalmıştır. Benim sözüme Türk milleti gönlünü
vermiştir yalnız gönlünü değil canını dahi vermiştir; yalnız Türk değil
Türkmenler de benim sözüme gönlünü ve canını vermiştir. Ben bu (Türk)
ülkelerini zaptetmek için bir ferman göndermiş değilim, ben ancak bir Divan,
(yani şiirler mecmuası) gönderdim. Bu Divan, bu memleketi öyle zaptetdiki
hiçbir hükümdarın “divan” ı ve defterleri bu şekilde zapt ve tanzir edemez”.

Ali Şir Nevâî, İskender romanına
ait eserini de Türk tarihine ait levhalarla doldurmuş ve bütün eserlerini
 Türk ressamları tarafından yapılan minyatürlerle süsleyerek Türk kültür
hayatının şaheserleri şekline sokmuştur. Ali Şir bu eserinde rüyasında görmüş
olduğunu anlattığı İskender’in kendisine “Ben dünya imparatoru İskender isem,
sen de Türk dilinin Sahip kıranı (yani Temürü) sın” diye tebşir ettiğini
(müjdelediğini) de şu şekilde şairane ifade etmiştir: “Hak Taalâ sana karşı çok
lûtufkârdır, zira Türk dilini cihanda payidar etmiş ve bu dilde şiir söylemek umumun
(halkın) işi olduktan beri muhakkak ki senin gibi (bir Türk şairini) daha halk
etmemiştir: O (Tanrı), Türk ülkelerini senin hissen olarak yazmış, onların bir
iradeye tâbi tek parça olmasını tâ ezelden nasip etmiş ve seni bu Türk
ülkesinin, süngü yerine kalem, kılıç yerine söz kullanan bir merzübanı (ülke
muhafızı) olarak tâyin etmiştir, tâ sen bu memleketin bir kahramanı ve bu
milletin talihi yaver olan rehberi Sahib Kıranı olasın” (1).

Nevâî, Türklüğünün şuurundaydı.
Türk Milleti’nin büyüklüğünü ve Türkçe’nin yüceliğini çok iyi biliyordu.
Farsça’nın “Edebiyat dili” olarak tanınmış olmasına hayret ederdi. Muhakemetü’l
Lûgateyn isimli eserinde, Farsça’ya adeta meydan okudu. Bu eserde saydığı yüz
kadar Türkçe fiilin Farsça karşılığı olmadığını ispat etti. Ve kitabında şöyle
dedi:

“Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça
şiir söylemeye özeniyorlar Gerçekten bir insan iyi ve derin düşünse, Türkçe ‘de
bunca zenginlik dururken, bu dilde şiir söylemenin, hüner göstermenin daha
yerinde ve kolay olacağını anlar…” Ali Şîr Nevâî, fikirleriyle,
eserleriyle pek çok konuda öncülük etti. Bir örnek olarak; Mecâlisü’n- Nefâis
adlı eserinde, ilk kez, Türk edebiyatında “Şairler Tezkiresi”
çığırını açtı.

Nevâî, Türklüğün bir bütün olduğunu
biliyordu. Türk milletinin ayrı coğrafyalarda bulunmuş olması onun gönül ve
fikir bağlarında hiçbir olumsuz etki yapmıyordu. Türklüğün Avrupa karşısında
adeta bir “Uç Beyi” olan Batı Türklerinin “nereleri”
zorladığını ve bu zorlayışın Türk dünyasına getireceği kazancı fark ediyordu.
Bu sevgi, bu fark ediş ve bu örnek gönül bağıdır ki; yazdığı şiirleri Bizans
Fatihi, Sultan Mehmet Han’a gönderiyordu. Türkistan’ın Türklük güneşi Ali Şîr
Nevâî’nin bu hareketi, Türk birliğinin, Türkler arasındaki gönül bağının
coğrafya tanımayan gerçeğini de ifade etmektedir.

Ali Şîr Nevâî’nin Muhâkemetü’l
Lûgateyn’deki ölümsüz sözleri bizlere birer miras olarak kaldılar:

“Anadilim üzerinde
düşünmeye koyuldum: Türkçe’nin derinliklerine dalınca gözlerime on sekizbin
âlemden daha yüksek bir âlem göründü.

Bu âlemin süsler,
ziynetler içerisinde enginleşen göğü. Dokuz Gök’ten daha yüksekti. Orada nice
faziletler, nice yücelikler hazinesine rastladım. Bu hazinenin incileri,
yıldızların mücevherlerinden daha parlaktı.

Bu âlemin gül
bahçelerine girdim. Gülleri feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz
görmedik, el değmedik daha neler ve neler vardı.

Ama bu mahsenin
yılanı kan dökücü ve güllerin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve
dedim ki: Demek ki bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan
çekindikleri için Türkçe ‘yi bırakıp gitmişler

Bu yol himmet
istiyordu. Ben bu yoldan vazgeçmedim. Onun seyrine doyamadım. Bu yolda
yürümekten korkmadım ve yılmadım.

Türkçe’nin
fezasında tabiatımın atını koşturdum; hayâlimin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım
bu hazineden nihayetsiz kıymetli taşlar, lâ ‘ller inciler aldı. Gönlüm bu gül
bahçesinin türlü çiçeklerinde, uçsuz bucaksız türlü kokular kokladı.

Zannedilmesin ki benim Türkçe ‘yi övüşüm Türk olduğumdan ve
tabiatımın Türkçe sözlere alışmasından ve Fârisî bilmeyişimdendir. Aslında
Fârisî’yi öğrenmekte hiç kimse benim kadar gayret sarfetmemiş ve bu dilin
doğrusunu yanlışını benim kadar iyi öğrenmemiştir…” (2).

Kaynaklar:

1-Zeki Velidi Togan.: Umumi Türk Tarihine Giriş. Cilt
I.İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınları. 3. Baskı. İstanbul.1986.

2-Mevlüt Uluğtekin Yılmaz.: Türk Budunlarının Ortak Ata
babaları. Manas yayıncılık. Elazığ. 2008.