Cami’deki İngilizce Türkçe’deki Vatan-1

121

Türkçe ve Ramazan Bayramınız Kutlu Olsun

“BUGÜNDEN SONRA DİVANDA, DERGAHDA,
BARGAHDA, MECLİSTE VE MEYDANDA TÜRKÇEDEN
BAŞKA DİL KULLANILMAYACAKTIR.”
13 Mayıs 1277

   KARAMANOĞLU
MEHMET BEY

2013
yılı Ramazan ayı başlangıcının öncesi cumada vaaz veren konuşmacı Hoca “önce
Türkçe, Sonra Arapça, en sonra da İngilizce
” konuşmuştu. Bunun üzerine önce
“müezzine” ve “cemattaki bir ilahiyat hocasına” “aramızda İngiliz misafir mi
var dedim
”. Onlarhayır, bizde anlamadık, niye böyle konuştu
dediler. Bunun üzerine ayağa kalkarak cemaata hitaben “Is there any
english man in this here
” (Burada İngiliz herhangi biri var mı?) diye
seslendim. Kimse el kaldırmadı. Namazı kıldıracak hoca “namazdan sonra
konuşalım” deyince ona ; “vaktimizi vaaz’a aldırıyorsun” dedim ve
namaza başladık. Namazdan sonra kendimi İngilizce tanıttım. Ve : I am
sorry, I didn’t understand you, Mr. Hoja,
(özür dilerim, seni anlamadım,
Mr. Hoja)”Why did you tell about: Islamic subjects to us in English
language “
(niçin İslami konuları bize ingilizce anlattınız?) “There
are a lot of foreign studens therefore I must speak English language”
(Çok
yabancı öğrencimiz var, bu yüzden ingilizce konuşmalıyım) deyince, “Our
foreign students speak Turkish language very well” “It isn’t necessary”
.
(Bizim yabancı öğrenciler mükemmel Türkçe konuşur) (gerekmez) dedim. Türkçe
olarak “İngilizce vaaz verdiğim için tebrik etmeniz gerekirken
eleştiriyorsunuz
” deyince ” congratulations“(Tebrikler)
dedim bunun üzerine Hoca Türkçe konuşmaya devam etti. Şahsımda: “Camide
İngilizce vaaz vereceğine İngilizce article (makale) yayın sayını artır

demek durumunda kalmıştır.  Namaz
öncesi soru olmaz deyince, “sizin ne ayrıcalığınız var? Hz. Peygamber’e
(SAV) ve Hz. Ömer’e(RA) namaz öncesi ve hutbe sırasında cemaat istediği gibi
sorardı” diye cevap verdim
. Nedendir anlamadım “Kürsü benim,
istediğim şekilde konuşurum
” diyerek, şahsımı şöyle konuşmak zorunda
bıraktı “bizde cemaatiz ve camiinin esas sahibi biziz“. Daha sonra Müftü Beyi arayıp “böyle
bir uygulama emri verildi mi yahut uygulama var mı idi? diye sorduğumda” Müftü
Bey “böyle bir emir ve uygulama yok” demiştir.
 Bu vesileyle dostlarıma o dönemde 2010
yılında yazdığım bir yazımı göndermiştim:

Türkçe’deki Vatan -I

Hünkâr
Hacı Bektaş; din adamı, mütefekkir, mutasavvıf ve bir Türk Milliyetçisi idi. Bu
özellikleriyle insanların gönüllerini fethetti. Hacı Bektaş, Suluca Karahöyük’ü
bir irfan mektebi hâline getirdi. Geleceğin birçok mutasavvıf ve bilginleri de
burada yetişti. Bunları çeşitli diyârlara gönderdi. Bunlardan Yunus Emre’nin
hocası olan Taptuk Emre, Sarı Saltuk, Geyikli Ahmet Baba, Abdal Musa, Ahî
Evren, yıllar sonra aynı gönül ırmağından su içen Balkan ülkelerinde büyük
hizmetler gören Kızıl Deli Sultan (Seyyid Ali), Anadolu’da Kaygusuz Abdal ve
Pîr Sultan Abdal bunların arasında idiler.

Yunus
Emre, millî dili ve tasavvufi fikirleri ile Türkçe konuşan unsurun “Kutup
Yıldızı ” oldu. Türk unsurunu yıkılmaktan ve yok olmaktan kurtardı. Kardeş
kavgalarını önledi.  O dönem Yunus’un dünyaya geldiği Anadolu
coğrafyasında millî dili, millî kültürü ihmal edenler vardı ve bunlar Selçuklu
sarayında, devletin ve hükümetin içinde idiler.

“Anadolu’ya
Selçuklular gelmeden önce; Milleti ve onun devletini parçalamak isteyenler,
milletin içine, ayrı iki kültür demek olan yabgu (millî kültür) ve sultan
(yabancı kültür) ikiliğini sokmuşlardı. Tuğrul Bey, 1063’de Bağdat’a gelip
Halifenin kızı ile evlendi. Kendi kızını Halife ile evlendirdi. Millî
kültürden, zaman içinde uzaklaştı. Yabgu kültürü (millî kültür) hor görüldü,
saraydan uzaklaştırıldı. Yabgular, millî kültüre sahib olanlardı. Musa Yabgu
etrafına toplanan kalabalık Türkmenler’le;  (1064) ve aynı milli zihniyet
ve düşüncede olan Kutalmış Yabgu da, etrafına toplanan Türkmenler’le 1065’de
Sultan Tuğrul’a isyan etti. 1071 Malazgirt savaşından sonra Yabgular ve bu
arada Kutalmış Yabgu’nun oğlu Süleyman Yabgu, Hasan Yabgu ve İbrahim İnal
Yabgu, etraflarındaki Türkmenler’le beraber, tabir caiz ise, imparatorluğu
kuranlar, imparatorluğun batı sınırlarına (uçlara) sürüldüler. Bir İranlı
olduğu halde Nizam-ül Mülk, bu ikiliğe, dolayısı ile dahili isyanlara bir son
vermek, daha kurulurken, yıkılışı önlemek için imparatorluğu kuran Yabgular’ın
da, imparatorluk idaresine katılmasını, Türkmen askerlerinin de sarayda ve orduda
bulunmasının yararlı olacağını, bu devlette onlarında hisseleri bulunduğunu
söyledi. Fakat sultanlardan fazla dinleyen olmadı. İmparatorluğun batı sınırına
sürülmüş olan Yabgular, başlarında Süleyman Yabgu (Şah) olduğu halde,
Anadolu’ya girip 1078’de Anadolu Selçukîlerini kurdular. Büyük Selçukiler de
önce dörde bölündüler. Sonra 1157’de İran ve Arap kültürü içinde eridiler ve
yok oldular. Bir devlet veya imparatorluk da, milletin, millî ve dinî kültürünü
dejenere etmek, onun idare ettiği unsuru asli olan milletin yabancı kültürü
içinde temessül (şekillenme) edilmesine lakayt kalmak, onu yok etmek için
yeterli ve kâfidir. Büyük Selçukiler bu hatayı yaptıkları, yabancı kültür
içinde yıkıldıkları gibi, Anadolu Selçukiler’i de aynı hatayı tekrar ettiler. Yabancı
kültür içinde yıkıldılar. Ebül Gazi Bahadır Han, Secere-i Türki’sinde
“Büyük Selçukiler, Türkmenler’ e karındaşız dediler. Fakat karındaşlarına
bir faydaları dokunmadığı gibi, karındaşlarını Anadolu’ya sürdüler.
Karındaşlarının kendilerinden uzak tuttular. Düşmanlarını, karındaş
edindiler” diyor” (1) 

“Bu
arada, Karamanoğulları’nın Milli Kültür açısından 1235-1500 arasında 265 sene
devam eden (ekonomik, sosyal, siyasî ve özellikle millî kültür ve yabancı
kültür mücadelesinde olan ve bundan kaynaklanan tarihi oluşum ve gelişim
mücadeleleri zinciri içinde) rollerini unutmamak gerekir.  Anadolu
Türk’ünün, yabancı kültür ile eriyip yok olmak üzere iken, millî dil, millî
kültür, millî âdet, ananeleri, ile yabancı kültürün karşısına çıkmaları, onunla
hayatları bahasına mücadele etmeleridir. Böyle bir mücadele zincirinde
Karamanoğulları devri altın bir halka devridir. 13-15. asırlarda, Anadolu
Türklüğü, İran Selçukileri, Suriye Selçukileri gibi Arap ve İran kültürü içinde
yok olurken ve de buna mâni olacak etrafta kimse de yokken, bir avuç Oğuz
Türk’ünün başına geçen Karamanoğlu Mehmet  Bey,”milli kültür ve
istiklâli, millî gelenekler içinde ortaya atılmış ve 1277’de Konya’yı
zabtetmiştir. Bir ferman ile “Bugünden itibaren Divânda, Dergâhta, Bargâhta,
çarşıda, pazarda, yolda ve sokakta Türkçe’den başka dil
kullanılmayacaktır” diyerek Arapça ve Farsça dillerini yasaklamış,
Türkçe’yi resmî dil ilân etmiştir. Mehmet Bey’den sonra gelen evlâtları ve
torunları Şemseddin, Fahreddin, Bedreddin, Burhaneddin, Seyfeddin gibi unvanlar
kullandıkları gibi medreselerinde Arapça, edebî eserlerinde Farsça dil
kullanmaya devam etmişlerdir.  

Büyük
çoğunluğu Oğuz boylarından Salurlar’ın Karaman uruğundan gelen Karamanoğulları
kimlerdi?  Miladî 920’den sonra Harzem Maveraünnehir ve Horasan havalisine
inerek muhtelif Müslüman Türk devletlerinin hizmetlerinde çalışmaya başlayan
Kınık Oğuzları ile birlikte, Karamanlılar’ın mensub olduğu Salur Oğuzları’ da,
Kınıklarla karışık ve onlarla beraber aynı havaliye indikleri, aynı devletlerin
hizmetlerinde çalıştılar. Bu arada 984 tarihinde İslâmiyeti kabul etmişler.
1015 tarihinden itibaren de Anadolu’nun fethi için yapılan muharebelere iştirak
etmişlerdir. Yine Selçuklular ve daha birçok Oğuz kabileleri ile birlikte
Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir. 24 Oğuz boyunun bütün şubelerine Anadolu’da,
daha geniş bir deyişle, Ön asya’da tesadüf edilmesinin sebebini, aynı
hâdiselere tekmil boyların iştirak etmesinde, yeni fethedilen yerlere önce
göçebe, sonra yarı göçebe, daha sonra da tamamen yerleşmiş olmalarında aramak
lâzımdır. Bu itibarla büyük kabilelerin olduğu gibi Selçuklular’ın mensub
olduğu Kınık kabilesiyle Karamanlılar’ın mensub olduğu Salur kabilesi aynı
tarihî hâdiseleri yaşamış, aynı içtimaî ve iktisadî mukadderatı paylaşarak
yaşayıp gelmişlerdi. Bir misâl olarak şunu arzedelim ki bir Türk devleti, bir
Oğuz boyu -kabîlesi- veya şubesi tarafından kurulmamış, sevk ve idare
edilmemiştir. Buna 24 Oğuz boyunun bâzan yarısının, bazen üçte ikisinin
katıldığı tarihî bir hakikâttir. Selçuklu devletinin Osmanlı devletini yalnız
Kınık’lar veya yalnız Kayılar kurup idare etmediği gibi Akkoyunlular’ı yalnız
Akkoyunlu kabîlesi, Karakoyunlular’ı yalnız Karakoyunlu kabîlesi. Karaman
devletini yalnız Salur kabîlesi veya Karamanlılar kurmamışlardır. Karamanlılar’ın
sadece Salurlar’dan değil, tarihçe meşhur olan Avşarlar’dan gelen oymakların
bulunduğu da kabul edilmektedir.

Avşar,
Oğuz Han’ın .üç oğlundan Yıldız Han’ın oğludur. Yıldız Han’ın oğlu Avşar’ın
soyundan gelen veya onlara tabiî olan kabilelere Avşar ismi, alem olmuştur.
Kınıklar ve Salurlar gibi Avşarlar da 920’den sonra -Üst Yurttan- Harzem,
Maveraünnehir, Horasan havalisine inmişler ve 920’den sonra Müslü­manlığı kabul
etmişlerdir. 920-1015’e kadar, İslâm aleminde kurulan Sâmânoğulları,
Gazneliler, Karahanlılar hizmetinde Kınıklar, Salurlar, Bayatlar gibi Avşarlar
da çalışmışlardır. 1015’ten itibaren bunlar Önasya’nın ve bu arada Anadolu’nun
fethine iştirak etmişlerdir. Devam edecek

Taht
kavgaları sırasında; 15 Mayıs-Haziran 1276 da Karamanoğlu Mehmet Bey ile
 Selçuklu şehzadesi Siyavuş birlikte Konya’ya girdiler. Şehrin ileri
gelenleri gelip Siyavuş’a biat ettiklerine dair ant içdiler. Mehmet,Bey,
Siyavuş’un saltanatını kurtarmak için sultanlar türbesinde bulunan sancak ile
çetrin getirilmesini istedi. Bunlar getirildi. Siyavuş bir merasimi mahsusa ile
Selçuk tahtına çıkıp oturdu. Aynı gün büyük bir divan aktedildî. Divânda önemli
kararlar alındı. Başlıcaları şunlardır:

1-
Hutbenin Siyavuş namına okunmasına, paranın onun namına basılmasına karar verildi.
Bu karar icabı olarak 22 mm.
kutrunda 3,5 gr. Ağırlığında gümüş para darbedildi. Bu paranın ön yüzünde
“Al-Sultan- alâzâm Alaüddünya v’el-din Abul Fetih Siyavuş bin Keykâvus”
ibaresi vardı. Arka yüzünde ise “Almin-netüllah darabe be medine Konya Fi
hamse su sitte / 675″ yazılı idi” Önemsiz gibi görülen bu küçük sikkenin
bulunmasıyla Siyavuş’un Selçuklu hanedana mensup bir şehzade olup İzzeddin
Keykâvüs’ün oğlu Siyavuş olduğu da  kat’i olarak anlaşılmıştı. O tarihe
kadar şehzadeliği konusunda tereddütler vardı.

2-Resmî
lisanın Türkçe olması, Arapça ve Acemce’nin kaldırılması kararlaştırılmıştır.
Bu karar bir fermanla her tarafa ilân edilmiştir. Fermanda “Bugünden
itibaren Divanda, Dergâhta, Bargâhta, Mecliste ve meydanda Türkçe’den başka bir
dil kullanılmayacaktır.”deniliyordu. Bu karar ile yalnız siyasî ve askerî
bir zafer değil, aynı zamanda kültürel bir zafer de ilân ediliyordu.

3-Mehmet
Bey yine bu divanda Siyavuş’un vezirliğini resmen kabul etti. Vezir olan Mehmet
Bey, devlet mekanizmasına elbette ki itimat ettiği an be asıl Türk kumandan ve
beylerini getirdi. Böylece Mehmet Bey, muvakkat bir zaman için olsa bile
memleketi Moğollar’dan, devlet mekanizmasını dönmelerden, lisanı da İran ve
Arap tesirlerinden temizledi.Mehmet Bey işleri kendi arzusuna ve emellerine
göre idare etmekte idi. Zaten Siyavuş vaktini çok defa ibadetle geçiren, arz
konuşan atıl çabuk karar vermeyen kimsenin incinmesini istemeyen bir adamdı.
Halbuki böyle ihtilâl zamanlarında bu ruhtaki adamlar hâdiselerden istifade
edemezler. Vukuata yeni bir şekil veremezler. Onun bu halini Mehmet Bey de
biliyordu. Lâkin başka kimseyi bulamadığı için'” Siyavuş da, Mehmet Bey
gibi cesur, gözü pek, mücadeleci, mantık, az çok uzağı görür bir adam olsaydı,
hâdiselerin cereyan tarzı daha başka türlü olabilirdi. Etraflarına daha çok
kuvvet toplarlar muvaffak olmak ihtimali olabilirdi. Siyavuş’un mânevi bir
kuvvet olmaktan başka hiçbir faaliyeti görülmemiş hattâ, son zamanlara doğru,
Mehmet Bey için bir yük olmaya başlamıştır. Bütün işler Mehmet Beyin gayreti
ile olmuştur.

4-
(Barış vergisi) ismiyle bir vergi tarhına karar verilmiştir. Bu kararın icabı
olarak yalnız Konya halkından 40 bin akçe tahsil edilmiştir

5-
Anadolu’nun her tarafına zafernameler yazılıp gönderilmesine, kendilerine tâbi
olmaları için fermanlar, yazılmasına karar verilmişdir. Bu fermana uyanlar,
muvakkat bir zaman içinde olsa Siyavuş ve Mehmet Bey’e tabiiyetlerini arz
etmişlerdir. Böylece Mehmet Beyin kendi ülkesinden başka Konya, Ankara,
Kütahya, Sivas ve mülhakatları. Kayseri, Amasya, Antalya, Sinop, Canik ve
mülhakatları Mehmet Bey’in emrinde birleşmişlerdir.” (2)

Bu
dönemin büyük ediplerinden Aşık Paşa’nın, (1272-1333).  Türk dilinin
gelişmesi ve yayılmasında büyük hizmetleri bulundu. Bu uğurda ölümsüz eserler
yazan ilk Türkçeci şairlerimizdendir. Âşık Paşa, tanınmış mutasavvıf Baba
İlyas’ın torunudur. Baba İlyas, XIII. yüzyılın başlarında, birçok Türk bilgini
gibi, Orta Asya’daki Horasan Türk bölgesinden Anadolu’ya göçmüş, Kırşehir ve
çevresindeki Türkmen oymaklarının şeyhi olmuş, onlarla birlikte Selçuklu
Sultanı II. Keyhüsrev’e karşı yapılan Babaî ayaklanmasına katılmıştır. Oğlu
Muhlis Paşa, Osman Gazi’nin güvendiği ve saydığı adamları arasındadır.
Kırşehir’de yerleşen Muhlis Paşa’nın üç oğlundan en büyüğü Alâeddin Ali’dir. Bu
yüzden Alâeddin Ali, baş ağa, yani en büyük kardeş olarak tanınmıştır. Baş Ağa
adı zamanla Beşe, sonra da Paşa olarak söylenmiş, şiirlerinde (Âşık) mahlasını
kullandığı için de, asıl adı unutularak (Aşık Paşa) adı, her tarafta ün
yapmıştır.

Âşık Paşa, din ve tasavvuf bilgilerini
Kırşehir’li Şeyh Süleyman’dan öğrenmişti. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında
babası ile birlikte Osman Gazi’nin yanında hizmet görmüştü. Sultan Orhan’ın
Osmanlı Beyliğinin başına geçtiği yıllarda, Kırşehir’e gelerek baba ocağına yerleşmiştir.Âşık
Paşa, Kırşehir’de, Ahilik örgütünün büyük bir saygıyla bağlandığı “Mürşid”i
olmuş, çevresinde toplanan Oğuz Boylarına, dostluk ve kardeşlik ilkelerini
aşılamış, onlara Türkçe seslenmiş, eserlerini katıksız öz Türkçe ile yazmıştır.
Âşık Paşa, çevresinde yalnız Türkçe ile konuşup, eserlerini Türkçe yazmamış,
aynı zamanda, o güne dek moda olan Arapça ve Farsça’ya karşı Türk dilinin güçlü
bir savunucusu olmuştur. Âşık Paşa’nın en tanınmış eseri, 12.000 beyitlik
Türkçe Garibnâme’sidir. Mesnevî biçiminde yazılan bu eser, on bölüm içinde,
dinî ve tasavvufî öğütler veren bir ahlâk kitabıdır. Yıllar sonra, Mevlid
sahibi Süleyman Çelebi, Garibnâme’yi görecek ve bu eserden esinlenecektir. Âşık
Paşa’nın âruz ve hece ölçüsüyle yazılmış şiirleri, gazelleri, ilâhileri de
vardır. Türkçe’ye verdiği önemi şu mısraları göstermektedir:

“Türk
diline kimse bakmaz idi,

 Türklere
hergiz gönül akmaz idi.

 Türk dahi bilmez idi bu dilleri, 

 İnce yolu ol ulu menzilleri.

 Bu Garibname eğer Gönül geldi bile, 

 Kim bu dil ehli dahi mana bile, 

 Yol içinde birbirini yermiye, 

 Dile bakıp manayı hor görmeye,

 Ta ki mahrum kalmaya Türkler dahi,

 Türk
dilinden anlayanlar ol haki.”  

Hoca Ahmed Yesevî’yi, Hünkar Hacı Bektaş-ı
Veli’yi, Yunus Emre’yi, Aşık Paşa’yı, Karaman oğlu  Mehmet Bey’i, ve onun
izini takip edenleri rahmet ve hürmetle yâd ederiz. 21. Asır Türkiye’sinde,
Türkistan illerinde ve nice Türk Yurtlarında Onların temsilcilerine ihtiyacımız
var. Aziz Vatanımızdaki “lehçelerimizden yahut boy ve
aşiretlerimizin şivelerinden”
 “yapay diller” icat etmeye
çalışarak Türkçemize yapılan yanlışa karşı  Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’nin
““İline(devletine ve Milletine), Diline (Türkçe’ne), beline( soyuna) sahip çık”
sözünü unutmamalıyız. O Hünkar Yine Buyuruyorlardı ki: “ Ey Türk oğlu bu
Memlekette Türkçe  konuş, Türkçe yakar, ibadetini Allah’ın emrince
yap!…” (3).

Kaynak.:

(1) (2)Tahsin ÜNAL.
Karamanoğulları Tarihi. Berikan Yayıncılık. 2.Baskı. 2007.Ankara.

(3). Türk Kültürü
ve Hacı Bektaş Veli. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Vakfı Yayınları.
Ayyıldız Matbaası.1988.Ankara.