Ene Çeşitlemesi (2)

104

     -Sâni-i Hakîm /
her şeyi hikmetli, gayeli ve sanatlı bir şekilde yaratan Allah, insanın eline
emanet olarak, rubûbiyetinin / rablığının, sıfat ve şuûnâtı / işlerinin
hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak, işârât / işaretler ve nümune /
örnekleri câmi / içeren bir ene / benlik vermiştir.

     Ta ki o ene, bir
vâhid-i kıyasî / ölçüm âleti, ölçek olup; evsâf-ı rububiyet / rablık vasıf ve
nitelikleri ve şuunat-ı ulûhiyet / İlâhlığın işleri bilinsin.

     Fakat vâhid-i
kıyasî / ölçüm âletinin; bir mevcûd-u hakîki / gerçek bir mevcut olması lâzım
değil. Belki hendese / geometrideki farazî / var sayılan hatlar / çizgiler
gibi, farz ve tevehhümle / vehim ve varsayımla bir vâhid-i kıyasî / bir ölçek
teşkil edebilir. Hakiki / gerçek vücûdu / varlığı lâzım değil / zaten gerekmez
de.

     -Eğer: “Madem
bütün güzelliklerin menbaı / kaynağı vücuttur. Fakat vücutta küfür ve
enaniyet-i nefsiye / nefsin enesi, benliği de var!” dersen:

     Deriz ki: “Küfür;
hakaik-i insaniyeyi / insanlığın gerçeklerini inkâr ve nefiydir. Böyle olduğu
içindir ki, adem / yokluktur.”

     -Enaniyet /
benliğin vücudu / varlığı ise, haksız temellük / kendine mal edişten kaynaklanmakta.
Aynadarlığını / aynalık yaptığını bilmemekten. Mevhum / vehmi, varsayım olan
varlığını;  muhakkak / kesin ve gerçekmiş
gibi bilmekten ileri gelmekte. İşte bu yüzden, vücud / varlık rengini, suret ve
şeklini almış olan bir adem / bir yokluktan başka bir şey değildir. 

     -Menfî / dinsiz
felsefe “biz”  değil “ben” demeyi
öğütler. “Benlik” ile ortaya çıkmayı fısıldar.

     -Oysa din; insanın
toplum içinde ene’li, ego’lu değil; “nahnü” , “biz” diyerek hareket etmeyi
söylüyor: “Ben demeyiniz, biz deyiniz.” diyor.

     “Ene” / “Benlik”
ile meydana çıkmayınız, diyerek; ene’siz, ideal bir vatandaş olmamızı yeğliyor.

     Kendimizi
beğenmemeyi, hatta kendimizi beğenenleri de beğenmememizi istiyor.

     -”İnne’l-insane
lezalûm.”

     “Gerçekten insan
çok zâlim ve çok nankördür.” (İbrahim: 34)

     Mahiyet-i insaniye
/ insanın mahiyetinde, dehşetli kabiliyet-i zulüm / zulüm yapmak yeteneği olup,
sırrı şudur:

     Beşer / insanda,
hayvanın aksine olarak, kuvâ ve müyul / güç, meyil ve eğilimler fıtraten /
yaratılış bakımından tahdit edilmemiş / sınırlandırılmamış. Meyl-i zulüm /
zulüm meyli, hubb-u nefis / sırf nefsini, sadece kendini sevmek meyli, dehşetle
kendini gösteriyor.

     Evet, ene ve
enaniyetin / benliğin; eşkâl-i habîsesi / çok kötü, fena huyları, hilekârlığının
göstergesi olan davranışları vardır. Hodgâmlık / kendini düşünmek, hodbinlik /
başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve 
menfaatini takip eden bencil oluşu, hodendişlik / kendisi için endişe
etmesi vb. Bir de bunlara, gurur ve inat gibiler inzimam etse / eklense;
ekberü’l-kebairi / büyük günahların en büyüğünü işler ki, henüz beşer / insan
ona isim bulamamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız
Cehennem olabilir.

     -”Ene tahtına
oturanı irşât etmek / ona doğru yolu göstermek; mümkün ve olası değildir.”
diyen atalarımız ne güzel söylemişler. Âdeta taşı gediğine koymuşlar.

     -Hakiki / gerçek
takva / günahlardan uzak duruş; gurur, ene, enaniyet ve benlikle uyuşmaz, bir
araya gelmez.

     -Ehl-i dalâletin /
Yanlış yol sahiplerinin tarafgirleri / taraftarları, enaniyetten istifade edip
/ yararlanıp; bizleri birbirimizden ayırmak ve koparmak isterler. Çünkü insanda
en tehlikeli damar; enaniyet ve benliktir. İnsanın en zayıf damarı odur. Onu
okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler.

     -Dikkat ediniz,
sizi enaniyetle vurmasınlar. Sizi onunla avlamasınlar.

     -Bu zamanda
dalâlet ehli, eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor.

     -Ehli hak / hak ehli, bilmecburiye / ister
istemez eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir.

     Fakat enelik
yapmakta haklı bile olsa, mademki ötekilere benzer. Onlar da onları kendileri
gibi nefis perest / nefse, kendi menfaat ve yararına düşkün zannederler. Bu
ise, Hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır.

Önceki İçerikKanunlar Bizi Bağlamaz
Sonraki İçerikHacı Bektaş-ı Velî ve Bektaşîlik
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.