Kardeşlik Hukuku ve Kur’an (2)

97

     Demek ki,
kardeşlerin birbiri üstündeki haklarından biri de, nasihat ve öğüt isteme
hakkıdır. Bu hak, tabii ve çok doğal bir haktır. Çünkü insan, yaratılıştan
medenî ve uygardır. Yani birbirine muhtaçtır. Toplu yaşamak zorundadır.
Birbirlerinden her konuda yararlanmak en doğal haklarıdır.

     Öyleyse hakkı
bilmekte, hakkı bulmakta ve hak için neler yapmak gerektiğini öğrenmekte
birbirlerine başvurmaktan asla çekinmez olmaları gerekir. Hakkı öğrenmek
hususunda başkalarına muhtaç olmak bizi utandırmamalı. Bunu bir izzeti nefis
meselesi yapmamalı. Çünkü öğrenme sırasında, her şeyimizi ayaklar altına
almaktan çekinmemeliyiz. Öğrenmenin önemi karşısında, başka her şey değerini
kaybeder.

     Nitekim büyük bir
âlime sorarlar: “İlminizi neye borçlusunuz?” Hiç çekinmeden cevap verir:
“İlmimi der, bilenlerin peşini asla bırakmaz oluşuma borçluyum. İlmimi onların
her türlü nazına katlanmaya borçluyum.” Yâni demek ister ki, ne yaparlarsa
yapsınlar, bilginlerin peşinden hiç ayrılmamak lâzım. İlim için, gerekirse
haysiyet, şeref ve izzetini ayaklar altına almaktan kat’a çekinmemek gerekir.
İlim konusunda bütün bunlara katlanmaya, büyükler zaten cevaz vermişler, caiz
görmüşler. Bu hususta her türlü eza ve cefa çekmeyi doğru bulmuşlardır.
Nitekim: “Hikmet, ilim ve fen mü’minin / inananın kaybolmuş malıdır. Nerede,
kimde ve ne zaman olursa olsun, hemen onu almalıdır.” meal ve anlamındaki
Peygamber buyruğu da, bir bakıma buna işaret ediyor.

     “Nasihat” deyince
“Bir dokun, bin âh dinle kâse-i fağfurdan.” misali neler gelmiyor ki akla. Yüce
Peygamberimizin “Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir.” diye tekrar
tekrar, üzerine basa basa Dinin nasihatten, bir öğütten ibaret olduğunu
söylemesini hepimiz biliriz. Evet “Din nasihattir.” diyoruz. Nasihatten ise,
şunu anlamak istiyoruz: “Akla kapı açmak, ihtiyarı / istek ve tercihi eline
vermek.” Veciz ifadesiyle, insanı tehdit değil, insana teklif etmek. İnsanı
tenkit değil, insana tebliğde bulunmak.

      İnsan ise bir
bakıma “asker” hükmündedir. Çünkü “asker” sözcüğünü deşmeye başlarsak; bitip
tükenmez bir konu çıkar karşımıza. Sadece ana hatlariyle biraz değinelim yeter.
Askerde insan yer, içer, yatar, kalkar. Bazen de eğlenir. Ama kimse askere
yemek, içmek, yatmak, kalkmak ve eğlence için gitmez. Bütün bunlar tâlim
terbiye ve silâh eğitimi içindir. Kısaca, gerektiğinde vatan ve yurdun müdafaa
ve savunmasını yapabilecek kapasitede yetişmek içindir. Tıpkı yemek için
yaşamadığımız; yaşamak için yediğimiz gibi. Demek ki, askerin kışlada yemesi,
içmesi, yatması, uyuması; tâlim için gereken sıhhat ve kuvveti kazanmak
içindir. Askerde, asker akşam yatacağı yeri düşünmez. Ne yiyeceğini mes’ele /
problem etmez. Çünkü o, devletin işidir. Yersiz olarak bunları düşünüp de,
tâlimden geri kalan cezalandırılır.

     Askerliği
lâyıkıyla bitirenler oradan ayrıldığına biraz üzülse de, aslında sevinçleri
daha çoktur. Çünkü bütün sevdikleri dışarıda kışla hâricindedir. Onlara
kavuşacaklardır. Geride kalanlar da, daha sonra, nasılsa tezkere alıp
geleceklerdir.

     İşte dünya da, bir
kışladır. İnsan da bu kışlada askerdir. Günü gelince tezkere alacaktır. Ya
lâyıkıyla görevini yapmış olmanın sevinciyle, sevdiklerine kavuşacak veya
gereken şekilde davranmadığı için hapse atılacak, sevdiklerinden mahrum bırakılacak.
Ta ki askerliğin gereğini yapana kadar. Ancak ondan sonra salıverilecektir.

     Evet askerde kayıt
kuyut altında olduğumuz gibi, dünyada da, din denen bir çerçeve içinde kayıt
kuyut altındayız. Kışla nasıl ki, ücret yeri değil, vatana hizmet yeridir.
Dünya da ücret yeri değil, hizmet yeridir. Kışla nasıl ki devlete hizmet
yeridir. Dünya da insanın Allah’a kulluk edeceği bir kışla hükmündedir. Nasıl
ki askerde hizmet, tezkere alana kadar. İnsanın da kulluğu, teklif karşısında
kalışı, dünyadan ayrılana kadardır. Evet asker kışlada nasıl ki sadece
askerdir. İnsan da dünya kışlasında, sadece kuldur. Öyleyse kul gibi davranmak,
yani ibadet etmek, emir almak ve emri yerine getirmekle mükellef ve yükümlüdür.

     İşte “Lâ râhate
fi’d – dünya.” Yâni “Dünyada rahat yoktur.” denilmesinin bir hikmeti de budur.
Rahat yok deyip rahat edecek. Rahatlığı hizmette, kullukta ve emre âmâde
olmakta, yâni gerçek insan olmakta, sözde değil öz de insan olmakta bulacak.
Meseleyi böyle bilecektir.

Önceki İçerikKezâ “Ömrümüz Bitse Bizim Bitmez Derdimiz”
Sonraki İçerikDers Kitapları ve Lisan Meselesi
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.