Bizimle onlar
arasında keyfiyet ve içerik farkı var. Bu bakımdan yüzeysel bir karşılaştırma
yaparak fikir yürütmek yanlış olur.
Biz -bir zamanlar-
en büyük, en son, en mükemmel, en tam bir dinin emrinden uzak tutulduğumuzdan
olacak; başka hiçbir yol göstericiyi kabullenemiyoruz. En iyiyi terkeden, aşağı
derecede olanlarla yetinemez! Onların emrine giremez. Onların buyruklarını
kabul edemez.
Tıpkı bozulan yağ
misali. Süt ve ondan yapılanlar bozulsa. Yine de işe yarar ve kullanılacak bir
yönü bulunur. Fakat yine sütten yapılan ve sütün en son, en kıymetli ürünü olan
yağ bozulursa; artık hiçbir işe yaramaz. Atmak zorunda kalınır.
Aynen bunun gibi,
İlahî dinlerin en sonuncusu ve en mükemmeli olan İslâm dininden uzaklaşan veya
uzaklaştırılan kimse, daha kimsenin boyunduruğu altına girmez, giremez.
Çünkü izzeti buna
imkân ve fırsat vermez. Olsa olsa, yağın bozulması nasıl onu zehir hükmüne
getirip acılaştırırsa; Müslüman da inancını yitirince, ancak anarşist olur.
İnsaniyetten düşer. Artık tutunacak bir dal bulamaz.
Bu hususta sadede
dönecek olursak; İngiltere’de dilencilik, umumiyetle direkt olarak, doğrudan
doğruya yapılmıyor. Ya bir müzik âleti çalarak; veya bir sportif / sporla
ilgili hareket yaparak yahut bir maharet ve ustalığı sergileyerek insanlardan
para talep ediliyor.
Nasıl ki Türkiye’mizde
her şehirde, âdeta onun sembolü sayılan ve tâ uzaklardan görülen muhteşem ulu
câmiler bulunuyor. İngiltere’de de hemen her şehirde büyük, haşmetli; yine çok
uzaklardan, ilk önce o görülen tarihî kiliseler var.
Camiler genellikle
beyaz taşlardan yapılmış olup, ışıl ışıl bir görünüm sergilerken; Kiliseler
umumiyetle siyah taşlardan inşa edilmiş olduklarından, siyah bir silüet / bir
karaltı manzarası gösteriyor.
Bir başka belirgin
fark ise, camiler çok aydınlık. Sanki içleri nur ve ışık deryası. İnsan
buralarda, ulvî, manevî bir hava teneffüs eder, solurken; kiliseler, camiler
gibi o derece aydınlık değil. Biraz kasvet verici bir hava esiyor içlerinde.
Yine de Allah adına yapılan mabedler olması hasebiyle ibretle, tefekkürle ve
saygıyla gezilecek, görülecek ve manevî mekânlar olarak düşünülmesi gereken
yerler.
Bu arada bazı
büyük ve meşhur Katedrallere / Başkiliselere girerken, müze olmadıkları halde
-pazar günleri hariç- gönüllü veya mecburi ve zorunlu para istenmesi dikkatimi
çekiyor.
X
Cambridge’den
kuzeye doğru çıkılınca Kingly şehrinden sonra, kuzey-doğu kıyısında çok geniş
bir körfez var. Körfezin sağ ucunda, deniz kenarında, hafifce tepemsi bir yerde
kurulmuş olan Hunsanton şehri yükseliyor. Denize ve körfeze hâkim bir konumda.
Güzel bir kıyı ve tatil kenti. Diğer şehirler gibi yeşillikler arasına
serpilmiş evleriyle çok şirin bir kasaba.
Önce körfezin orta
kısmına gelip oturduk. Küçük çadırımızı bir güzel kurduk ve çevreyi seyre
koyulduk. Kalın kum ve çakıllarla kaplı kıyı; göz alabildiğine uzanıyor.
Hunsanton şehrine doğru.
Tuhaf olan şu:
Kıyıdayız, deniz kenarındayız ama ortada deniz falan yok! Bizim gibi ilk defa
gelen başkaları da şaşkınlık içinde. Deniz kıyafetleri ile geldikleri kıyıda
denizi göremeyişlerinin hayal kırıklığı içindeler. Med-cezir yani gel-git’den
dolayı deniz; ufuklara doğru çekilmiş durumda. Suların çekildiği yerler ise
balçık / yapışkan çamur hâlinde.
Çocuklar; kıyıdan yavaş
yavaş uzaklaşan, kıyıdan aheste aheste çekilen denizi yakalamak ve ona eşlik
etmek için susuz olan denize, daha doğrusu deniz tabanına daldılar. Emin olun
2-3 km. deniz tabanında, içlere doğru yürüdüler. Tabii çekilen denizi
yakalayamadılar. Süklüm püklüm yorgun argın geriye döndüler.
Bu arada biri
dürbünle uzakları tarıyordu. Düşünebiliyor musunuz manzarayı aziz okur! Deniz
kıyısında denizi arayan adam! Sonra öğrendik ki, deniz ancak akşam saatlerinde
geliyormuş!
Eh bu kadar yol
tepip geldiğimize göre bari bekleyelim dedik. Gelişini Hunsanton kıyı şehrinde
bekledik ve gördük. Gerçekten görmeye değer bir manzara.
(10. 10. 2003)