Avrupa istiyor ki, Türk Milleti’ni meydana getiren Türkleşmiş
/ aynı zamanda Türkçe konuşan Müslim veya Gayri Müslim her unsur, her fırsatta,
otururken kalkarken, yerken içerken, sohbet ederken, alt kimliğini, mensup ve
ilgili olduğu kavmiyeti dile getirsin. Nazara versin, ortaya koysun. Ve hep
gündemde kalmasını sağlasın, zinde kılsın, canlı tutsun. Ki, AB istediği zaman,
düğmeye bastığı an ses getirsin. Türkiye kaos ve karışıklığa düşsün. Sular
bulansın.
AB bulanık suda
rahatça balık avlayabilsin. Sonu gelmez binbir dayatmalarına bir yenisini daha eklesin.
Türkiye, her geçen gün biraz daha kendilerine bağlansın. Bağımlı olsun. Öyleyse
onlar kendilerine getirilmemeli. İçinden karıştırılmalı. Dıştan baskı altında
tutulmalı. Uyuyan dev, her ne suretle olursa olsun, aman ha uyandırılmasın.
Kıpırdayamaz hâle gelsin. Otur deyince otursun. Kalk deyince kalksın.
Kımıldanmaya fırsat bulamasın. Fırsat verilmesin. Zinhar, başı belâdan asla
kurtulmasın.
Çünkü onun
potansiyelinden korkulur. Toparlanırsa şayet, yine Âlemi İslâmı toparlar.
Toparlanmasına sebep olur. Onların kendilerine gelmesine neden olur. Onları
peşinden sürükler. Böylece yine başa geçer. Daha doğrusu geçirilir. Âlemi İslâm
onu yine baş tâcı eder. Yine dünya, Türklerin bayraktarlığı altında, İslâm
Âleminin idaresine geçer. Bu ise Hristiyanlık için sonun başlangıcı demektir.
İşte hesaplar hep bu korkuya dayanıyor. Hep bu Türk korkusundan kaynaklanıyor.
Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başı ağrıyor. Bu gidişle daha da
ağrıyacağa benziyor.
AB’nin taşları
yerinden oynatması kimi yurttaş ve bireylerimizin gafletle / bilmeyerek oyuna
gelmesine neden oldu, oluyor. Düşünmeden, durup dururken, yerli yersiz alt
kimliklerini ortaya sürmelerine yol açtı, açıyor. Milletin sırf aynı ırk ve
kavimlerden oluşmadığı gerçeği hatırlanmaz oldu, oluyor. Oysa millet; sadece
aynı doğuşta olanların değil, aynı zamanda aynı oluşta olanların da aynı
doğuşta olanlarla yaptığı birlik ve birlikteliğidir. Kaldı ki, millet aynı
doğuşta olanların da aynı oluşu teşkil etmelerine dayanır. Velhasıl doğuş değil
oluş asıldır.
Nitekim Tufan’da
Yüce Allah; babasının getirdiği dine inanmayan oğlu Kenan’ı Hz. Nuh’un
ailesinden saymamıştır. Kenan, oluşu yüzünden reddedilmiştir. Birliğe dahil
edilmemiştir.
Çünkü ancak aynı
dili konuşuyor, aynı dine inanıyorsak aynı milleti teşkil ediyor, aynı milleti
oluşturuyoruz demektir. Zira din, dil bir ise millet birdir. Sadece din bir
ise, millet yine birdir. Üstelik aynı vatanı paylaşıyorsak, yine aynı milletin,
tek bir milletin fertleri sayılırız.
Hemen belirteyim
ki, içimizde ve aramızda yaşayan gayri müslimlerin ayrı dinden oluşları, aynı
milletin fertleri oluşumuza engel değildir. Zira aynı vatanı paylaşıyor, ana
dilleri yanında ayrıca Türkçe’yi yani aynı dili konuşuyorlar. Nitekim şu veya
bu sebeple yurt dışında yerleşen azınlıkların bile, kendilerini hâlâ “Türk”
saydıklarının çok enteresan örnekleriyle karşılaşıyoruz.
Kaldı ki, milletin
en büyük ve çok önemli dayanaklarından biri de dil birliğidir. Aynı müşterek
dili konuşmalarıdır. Nitekim Hz. Peygamber’e Sahabe sorar: “Arap kimdir ya
Resulallah?” Cevabı muhteşem olur:
“Arapça konuşandır.” Çünkü Hz. Muhammed’in bizzat kendisi Arap değil
mütearribtir yani Araplaşmış Arap’tır. Türkiye’de ise Türkçe konuşmayan yok
gibidir. Kısaca “Türk kimdir?” diye sorana “Türkçe konuşandır.” demek lâzım.
Öyleyse durup
dururken, kavmî menşeimizden dem vurmak; temelimize dinamit koymaktan
farksızdır. Büyük Âkif’in dediği gibi:
Hani milliyetin
İslâm idi. Kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı
dursaydın a milliyetine.
Şu bu kavim ne
demek? Var mı Şeriatta yeri?
Küfr olur, başka
değil, kavmini sürmek ileri!
Müslümanlıkta
“anasır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyeti
tel’în ediyor Peygamber.
Bunu benden
duyunuz, ben ki, evet Arnavudum…
Başka bir şey
diyemem…İşte perişan yurdum.
Kavimlerimizi
nazara vermekle, tarihi tekerrür ettirdiğimizin farkında mıyız acaba?
Koca Âkif boşuna
demiyor:
“Tarih”i
“tekerrür” diye ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret
alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Osmanlı Devleti’ni
meydanda mağlup edemeyen Avrupa zâlimleri; Osmanlı Devleti’nde yaşayan Rum,
Ermeni ve Yahudi gençlerini, açtıkları yabancı dilde eğitim veren kolejlerde,
devletlerine karşı kışkırtıcı eğitim ve öğretim uyguladılar. Onları el altından
sinsi ve gizli biçimde örgütlediler.
Zamanı gelince de düğmeye basmak üzere
sırtlarını sıvazladılar.
1908
Meşrutiyeti’nin sağladığı hürriyet ortamında meydanlara sürdüler. Hadi bakayım
göreyim sizleri dediler. Osmanlı ülkesini onlara peşkeş çektiler. Ülkeyi yangın
yerine çevirdiler.
Bunlar yetmiyormuş
gibi -tıpkı bugün yaptıkları şekilde- Türk asıllı olmayan müslüman
vatandaşlarımızı da devletlerine karşı harekete geçirdiler. Galeyana
getirdiler. Önceden ektikleri tohumları yetişmiş bularak devşirmeye başladılar.
Ve olan oldu. Fakat top geri tepti. Her biri tarümar / paramparça ve hak ile
yeksan / yerle bir oldular. Midyata pirince giderken evdeki bulgurdan oldular.
Aynı oyun
şimdilerde -bu sefer- AB eliyle ve ABD desteğiyle sahneye konuyor. Sahne
Türkiye, figüranlar sen ben…Oyuna gelmeyelim. Unutulmasın ki, Osmanlı
Devleti’ne kalkan el onmadı. Onun hukuken devamı olan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’ne kalkan el de onmaz. Yine unutulmasın ki, el atına binen çabuk iner.
Hem bunun imkânsızlığını, bu hakikata tercüman olan Mithat Cemal Kuntay ne
güzel ortaya koyar:
Ölmez bu vatan
farzı muhal ölse de hattâ
Çekmez kürenin
sırtı bu tabut-u cesîmi