Değerlere Gölge Düşmesin Diye Mazeret Kabul Etmeyen Delikanlı Zaptiye Ahmet Mehmet

97

Benim neslim 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesini, zulümleri, işkenceleri, tacizleri, ayırımcılığı, göz altıları, evlerin ve işyerlerinin basılmasını, sürgünleri, hapishaneleri ve idamları yaşadığı için daha bir özgürlükçüdür, demokrattır ve cumhuriyetçidir. Birlikte yaşamanın ve dayanışmanın kıymetini bilir.

Hele bir metropolde mesela İstanbul’da yaşıyor iseniz ufkunuz daha da geniştir.

Çünkü darbeye rağmen İstanbul Beyazıt’taki Marmara Kıraathanesi gibi bir sivil akademi vardı. Her kesin ve her kesimin uğrak yeriydi. Görüşünüz ne olursa olsun eğer buraya bulaşmışsanız, fikri değişimi iç dünyanızda yaşıyordunuz. Hele bir de değerleri sağlam bir aileye mensupsanız artık sizin için yeni bir dünya kuruluyor demekti. Bütün ünlüleri, fikir adamlarını, akademisyenleri, kanaat önderlerini, maruf kişileri burada görmek ve tanımak mümkündü. Onca sivil istihbaratçının olduğu bilinmesine rağmen her türlü konu ve sorun tartışılır ve konuşulurdu.

 

Değişmeyen Gündemdeki Konular

Şöyle düşünüyorum da Davit Rockefeller’in daha sonra itiraf ettikleri, o yıllarda Marmara Kıraathanesinde anlatılırdı?! Ne idi onlar? “Osmanlı’yı yıkmak batı için zor olmadı, ABD Adnan Menderes zamanında Marshall Yardımı ile Türkiye’ye el attı, darbe Amerika’nın istekleri doğrultusunda yapıldı, onlarca Türk genci ideolojileri uğruna can verdi, Türkiye’de para ve zenginlik itibar gördü; aile gibi değerler unutturulmaya çalışıldı, Kürt devleti  ideolojisi hayata geçirilerek örgütler kuruldu, bölge için hayati olan su kaynaklarının önemli bir kısmının Türkiye’de olması , Türkiye ve Türkler medeniyetin beşiğiydi, bunu batının kabul etmesi mümkün değildi, bu mirasa el konulmalıydı.” Sadece gündem ve tartışılan konular bunlar değildi elbette. Mao Çin’inde ve SSCB’deki Türk devletlerinde uygulanan soy kırım, işkence, sürgün, tutuklamalar da her sohbette konuşulurdu. 27 Mayıs Darbesi sosyalist ve örtülü komünist eylemelere zemin hazırlamıştı. Bu faaliyetin adı “devrim” diyerek gerçekleştirilecekti. İsimleri de devrimci veya ilerici olacaktı! Karşıtları ise kuyruk ve mürteci olarak tanıtılacaktı. Moskova’ya karşı bir sempati giderek artıyordu. Bu da genelde Moskova’da sığınan Nazım Hikmet’in şahsında oluyordu. Ayrıca Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazarların eserlerinin tercümesiyle takviye ediliyordu. Hafif sol hava da teneffüs eden yazar ve şairlerin eserleri hemen SSCB’de tercüme edilerek neşrediliyordu. Buna karşılık ülke genelinde Türkiye Komünizmle Mücadele Dernekleri hızla yayılıyordu.

 

Kosigin’in Röportajı

SSCB Başbakanı Aleksiy Kosigin’in İstanbul’a geleceği  haberini ajanslar geçince bu görevi çalıştığım Babıali’de Sabah Gazetesi yazı işleri Müdürü Avni Ateş, İstihbarat Servisi Şefimiz Orhan Deliorman’a benim ismimi vermiş. Benim görevlendirmemi istemiş. Mecburen Kosigin ile alakalı gelişmeleri not ettim. 27 Mayıs Darbesi destekçisi CHP’nin yayın organı niteliğindeki, İnönü’nün Damadı Gazeteci Metin Toker’in Dergisi Akis ve sosyalistlerin ANT Dergisini yakından takip ediyordum. İstanbul’a gelmeden önce Kosigin Türkiye’deki sosyalist dergilere röportaj vermişti. Diyordu ki “NATO bize tecavüz vasıtası ve mütecaviz emellerin teşkilatlanmasıdır. Çok taraflı nükleer gücün bize karşı olmadığını söyleyebilir misin? Bu gelişme doğrudan doğruya bize karşıdır.”

Kosigin uzun röportajında “Türkiye ile aramızda hiç bir ihtilaf yoktur. Ayrıca komşuyuz. İşbirliklerimiz olmalı. Burada karşılıklı menfaatlerimiz öne çıkmalı. Türk toprakları  bize karşı tecavüz besleyen 3. bir devlet tarafından kullanılması konusunda endişe besliyoruz. Oysa biz barışçı komşuluk ilişkilerinden yanayayız.” demeyi de ihmal etmiyordu. Etmiyordu ama Türkiye’nin ciddi bir Sovyet tehdidi altında olduğu şüphesi de toplumda yaygındı.

 

Birkaç sağcı gazete Moskova’nın Türk komünistlere gönderdiği 10 maddelik emri yayınlamış ve bunun içinde Osmanlı, din, milliyet ve aile çözülmesini isteyen unsurlar de yer alıyordu. Öyle ki komünizmin yasak olduğu Türkiye gibi ülkelerde sosyalizm diye propaganda yapılması bile hatırlatılıyordu. TRT de o günlerde toplumun tepkisini çekecek sol ve sosyalist konuklarla yayınlar gerçekleştiriyordu. Kanunun verdiği yetkiye dayanarak yönetimin görüşünü devletin görüşü gibi yansıtıyordu. Hatta bir Sovyet Yapımcısı olan Juravlevin’in  Çorni Biznes-Kirli İş filminin gösterimini yapacak diye duyulması kuruma olan tepkiyi daha da artırmıştı.

 

“Kahrolsun Komünistler”

O yılların ikinci sivil mektebi de MTTB idi. Lise eğitimimi İstanbul’da ve öğrenci iken bile gazetecilik yaptığımdan gelişmeleri ciddi ciddi takip ediyor, hem taze fikirler ve hem de yeni muhit ediniyordum. O açıdan şanslıydım. Rasim Cinisli MTTB Başkanı idi. Odasında ziyaret ederek tanışmıştım. Ayrıca MTTB’deki konferansları takip ediyor ve yeni isimlerle tanışıyordum.

Peki Zaptiye Ahmet’i ne zaman tanıdım?

Sosyalist gelişmelerin ivme kazandığı, ancak komünizmle mücadelede  de mesafe alındığı bir günde Kosiğin kalkıp İstanbul’a geldi ve resmi temaslar yaptı. Temas ve görüşmelerinin ardından Ayasofya ile Sultanahmet camilerini ziyaret etmek de programı içindeydi. Ben  ve foto muhabirimiz Aydın Ünsal Gülhane Parkı’nın önünde bekliyoruz. Güvenlik önlemleri had safhada. Kuş uçurtulmuyor. Ancak gazetecilerin önceliği ve ayrıcalığı olduğundan daha serbest hareket etme imkanımız var. Kosiğin buraya nereden geldi, nasıl geldi anlamadık. Birden bire her yanımız kalabalıklaştı. Yolun iki yanında kalabalıklar sürekli artıyor. Çoğu genç ve hanımlar. Turistler de var. Kosiğin tam Gülhane’nin önünde gövdesinde bir kocaman taş gömülü tarihi çınar ağacının yanına gelmişti ki uzun boylu, saçlarının ortadan üst kısmı dökülmüş, siyah bıyıklı ve gözlüklü, takım elbiseli ve kravatlı  bir genç “Kahrolsun komünistler.. komünistler Moskova’ya.. Sovyetlerdeki esir Türklere hürriyet!”” diye bağırdı. Sonra bir grup üniversiteli de aynı sloganlarla karşılık vermeye çalışıyordu ki birden bire bir arbede başladı. Gençlerin Fruko  dediği polisler arabalarından son sürat indi, ellerindeki copları sağa sola savurarak  slogan atan gençleri derdest edip yakalamaya çalıştılar. Çoğu kaçtı. Ancak bir tanesi yakalanmıştı. Bir polis slogan atmaması için yakaladıkları gencin ağzını kapatırken, diğer polis kolunu bükerek araçlarına götürmeye çalışıyordu.

 

Takvimler 25 Aralık 1966’yı Gösteriyordu

Ben ise iyi bir haber yakaladığımdan emindim. Ancak fotoğraf konusunda endişelerim vardı. “Aydın Ağabey resimleri çektin mi?” dediğimi hatırlıyorum. Çünkü ben ve gazeteci arkadaşlar “kahrolsun komünistler” diye slogan atan gencin bindirildiği polis arabasını takip ederek Sirkeci’deki emniyet müdürlüğüne koşmaya başlamıştık bile.

Kimdi bu “komünizmi ve Kosigin’i kınayan, protesto eden genç?” Adeta görmüşlüğüm vardı, yüzü hiç yabancı değildi sanki. Ama hatırlayamadım.

O günlerde Süleyman Demirel Başbakan ve Adalet Partisi iktidarda. İçişleri Bakanı da antikomünist olarak bilenen Dr. Faruk Sükan. Sirkeci’deki Emniyet Müdürlüğünde gazetecilerle birlikte üniversiteli gençler de beklemeye başladı. Epeyi süre beklendi ve hatta sabahlandı. Gözaltındaki genç hakkında resmi bir açıklama yapılmadı. Ancak bu gencin ismini öğrenmiştim; İstanbul Hukuk Fakültesi Öğrencisi Yozgatlı  Ahmet Ersin Yücel.. O dönemde üniversitede ve özellikle hukukta okuyan çok sayıda MTTB’li öğrenci vardı. En başta da MTTB Genel Başkanı Rasim Cinisli,  Nevzat Kösoğlu, Mehmet Niyazi Özdemir, Ertuğrul Düzdağ, İsmail Hakkı Akın, Sıtkı Erdem, Ahmet İyioldu, Taha Akyol, İsmail Kahraman, Kadir Mısıroğlu, İsmail Müftüoğlu, Kemal Efendioğlu, İsa Yılmaz, Mustafa Kuran, Zeki Hacıibrahimoğlu, Yavuz Aslan Argun, Yusuf Uğurlu, Yılmaz Karaoğlu vs..

Gazete haberimi manşet yaptı.

 

Babıali’deki Sabah’ın Arşivindeki Komünistler Bakın Ne Oldu?

Ancak Aydın Ünsal fotoğrafları yıkarken yakmış. Aydin Ünsal meslektaşlarından resim bulmaya çalışırken, yazı işleri benden; taşraya erken giden ve akşam üzeri vapur iskelelerinde ve meydanlarda satılan meyhane baskısı dediğimiz Anadolu baskısı için arşiv resmi kullanmamı istedi. Arşiv Müdürü Cavit Ersen bulamadı. “Mehmet Bey S harfinde SSCB’ye baktım yok, K harfinde Komünistlere baktım yok, M harfinde Moskova’ya baktım yok. Oysa daha arşivi yeni düzenlemiştim. Ayrıca bana Muin Nursen Eriş ve Mehmet Polatdemir de yardım etti, onlar da bulamadı. Bir başka yardımcım Mehmet Can namaz için Nuruosmaniye’ye gitti. Belki o bulabilir. Döner dönmez söyleyeceğim.” Bir müddet sonra Mehmet Can geldi. Ben ve Cavit Ersen heyecanla hatırlattık “Mehmet Can hemen bize arşivden Kosiğin’in resmini bul, biz baktım bulamadık.” Babıali’de Sabah Gazetesi’nin arşiv çalışanı Mehmet Can ise çok rahattı “Elbette bulamazsınız.. ben ne kadar komünist momünist varsa, hepsini çıkartıp yaktım!” demez mi?

 

Harçılığını Biriktirip Sürgündeki Osmanlılara Gönderecekti

Kosiğin’i protesto eden genç artık belli olmuştu. Ahmet Yücel artık gazete manşetlerine giren bir kahraman gibi muamele görüyordu. Hatta yakıştırmalar yapılıyor ve anlatıyordu. Marmara Kıraathanesine girdiğinde Fakülteler Matbaası Sahibi Osmanlı Tarihçisi Ziya Nur Aksun “Kahramanımıza yer açın” diye iltifatlar ettiğini öğrendik. Artık bir ayrıcalığı vardı arkadaşları arasında. Bir olayını anlattıklarında küçük dilimi yutacaktım. Harçlıklarını biriktiriyormuş, Avrupa’da sürgünde bulunan, mezar bekçiliği ve şoförlük yapan, üstelik çoğu perişan vaziyette kötü bir hayat yaşayan Osmanoğulları Ailesine göndermek için.

Analar yürekleri devleti kadar büyük, fedakarlığı örnek olacak kadar önemli böyle evlatlar da büyütmüş meğer. Ahmet Yücel ilk ve orta mektebi memleketi Yozgat’ta okumuş. Dedesi Şeyh Ahmet adında entelektüel biri.  Mekteplerde öğrendiklerinden daha fazlasını dedesi ve ailesinden hıfz etmiş. Osmanlıca ve Osmanlı Tarihi öğrenmiş. Üstelik mezar taşlarını okuyacak kadar. Başta aile olmak üzere değerleri fark etmiş.

 

Bir Nesli Kim Yoğurur?

Daha sonra o  yıllarda ülke genelinde lise sayısı az olduğundan İstanbul’a giderek Haydarpaşa Lisesine kaydolmuş. Mahir İz’in talebesi olmuş. Tarihine daha fazla merak sarmış. Bir Osmanlı olup çıkmış. Yolda giderken bile karşısına bir Osmanlı Medeniyetine ait bir eser çıktığında onu anlatmadan geçemiyor, hatırlatmadan edemiyor. İstanbul Hukuk Fakültesine kaydolmuş. Bir sene okumuş. Sonra Edebiyat Fakültesine yatay geçiş yaparak şarkiyat tahsiline başlamış. Osmanlı Türkçesini de bilmesi bir avantaj olmuş. Beni hayretler içerisinde bırakan husus Namık Kemal’in Yavuz Sultan Selim Han ve Şehbenderzade Ahmet Hilmi Bey’in  İslam Tarihi’yle, İmam-ı Birgivi’nin Vasiyetnamesini Osmanlı Türkçesinden Latin alfabesiyle günümüz Türkçesine ve okurlarına kazandırmış olması.

Bunları duydukça ve öğrendikçe hayretler içerisinde kalıyorduk hem ben ve hem de arkadaşlarımız. Demek sadece slogan ezberlemek mücahit olmaya, serdengeçti olmaya yetmiyordu. Bilgiyle donanmak gerekiyordu.

 

Ahmet Yücel’in maruf ismiyle Zaptiye Ahmet’in Türkçemize sahip çıkması da farklı bir yanı. Mesela kesinle bir lokantada sipariş verirken “hoşaf” istiyor “komposto” değil. Çünkü hoşafın yaşaması ve yaşatılması lazım. Osmanlıca veyahut eskimez Türkçemiz, yani dilimiz Osmanlıca Zaptiye Ahmet için artık dinin şartlarında sonra gelen önemli bir husus. Zaptiyeliği de zaten buradan geliyor.. haksızlıklara tahammül edemiyor, dayanamıyor. Yolda, otobüste veya okulda bile bir yanlış görse düzeltiyor, mazeret kabul etmiyor. Değerlere gölge düşsün istemiyor, haksızlıklara dayanamıyor. İşte bunun için de Zaptiye  adı yakışıyor ona.

 

“Şeyhülislam Geldi, Kaldırın Cenazeyi”

Türk ve İslam Tarihini okumak ve üzerine sohbet etmek iliklerine işlemiş olan Ahmet Yücel(1942 Yozgat-İstanbul) mide kanaması geçiriyor. Önce Çapa Tıp Fakültesine kaldırılıyor, oradan da arkadaşlarının katkısıyla Vakıf Guraba’da tedavi altına alınıyor. MTTB’li gençler hastaneye şişe şişe kan veriyorlar. Bu sayı üç beş derken 60 şişeye kadar geliyor. Ancak kanama durmuyor. Bir ara kendine geldiğinde şöyle gözleriyle etrafı süzerek, tebessüm ediyor ve “Şeyhülislam geldi, daha ne duruyorsunuz, kaldırın cenazeyi” diyor, herkesin gözü yaşlı. Duaya yöneliyorlar. Hakka yürüyen Zabtiye Ahmet ise mutlu. Üstelik daha 27  yaşında.

Cenaze namazını  sürekli gelip gittiği hocalarından Alim Abdurrahman Gürses kıldırıyor. İstanbul Üniversitesi’nin ana giriş kapısının hemen karşısındaki Beyazıt Camii’nde yaz sıcaklığının hararetleri zirveye vurduğu 16 Temmuz 1969 Çarşamba günü, bir başka alim Mahmut Celalettin Ökten‘in mezarına komşu oluyor.

Zaptiye Ahmet dönem arkadaşlarından davasını ısrarla, ihlasla ve gururla götüren mücahitler olduğu gibi; sonra müteahhit, en sonunda müsait olanları iyi ki görmedi. Mekanı cennet olsun. Nurlar içinde uyusun. İslam Peygamberine komşu olsun. Ülkemizin en büyük sıkıntılarından biri Zaptiye Ahmetlerden yoksun olması. Ne dersiniz?