Gün, akşam olmaya gider güneşini üstümden toplayarak
Ben, geri dönerdim çıkamadığım yollardan çaresiz
 Dağınık saçlarımda gecenin hüzünlü parmak izleri
 Uçuk çıkmış dudaklarımda nakaratlı geveze bir susuş
 Radyo da Neşet Ertaş bozlak söylerdi
 Zılgıtlarını ben eklerdim…
İçeriye durmadan rüzgâr alan camları kırık pencere
 Gökyüzünün kanadı kırık göçmen kuşlarına sığınak
 Asma ağacının bükülen boynuna, eğilen beline korunak
 Güneş yanığı yüzümden kalma, gamzeli bir gülümseme
 Siyah beyaz fotoğrafların içinden kimseler görmeden
 Parmaklarımın ucunda yürürdüm
Kara toprağın karnı tok, gözü aç sırası geleni, gelmeyeni bekliyor
 Neyi alırsa kucağına, yetim çocuk basar gibi basıyor bağrına
 Cemrelerin canı hay hayda, havaya, suya, toprağa, kalbime
 Navruza koşar gibi içimde deli taylar, yeleleri rüzgâra yenik
 Dört mevsimi bir günde yaşadım
 Sızlar burnum, yüreğim gücenik
Beynimin içi dolaşık iplik, iki ters bir yüz örüyor
 Örneği yok, ilmeği kaçmış aynı tel aynı yerden tutulmuyor
 Sökülen ip, çürüyen yaprak, kırılan kanat, doymayan toprak
 Ellerim yara bere, dikiş tutmayan kumaş, kopuk tel, ritimsiz saz
 En ince yerinden düğümlü bağlandığım
 Güneşte asılı kalmış basma fistan gibi hayat
Kıyıyı döven dalga değil, rüzgârın öfkesi dinmeyen nefesi
 Vur kendini dağlara hadi vur, es biraz serin serin, mola versin kalbim
 Durmaz bu iç kanama, bu iç ağrsı, bu ciğer yarasında günlerim
 Ellerim nasır, dilim yasta, zeytin karası, kömür gibi gözlerim
 Geride bıraktığım boynu bükük, haylaz çocukluğumu özlerim…
zeytin kelimeler


