Kurtuluş Savaşı sonrasında, 24 Temmuz 1923 tarihinde, İsviçre’nin Lozan şehrinde imzalandı.
Kurtuluş Savaşı askerî zaferimizle neticelenince, kalıcı barışın sağlanabilmesi için görüşmeler yapılması gündeme geldi. ‘Lozan Konferansı‘ adı altında gerçekleştirilen görüşmeler, bu ihtiyacın ürünüdür. Konferansa; Ankara hükümetinin temsil ettiği Türkiye ile İtilâf Devletleri (1) ve ilgili ülkeler olarak Yunanistan, Romanya, bir dönemde Yugoslavya olarak anılan Sırp – Hırvat, Sloven Devletleri ve Bulgaristan katıldılar. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) İtilâf Devletleri arasında yer almakla birlikte, görüşmelere gözlemci olarak katıldı. Görüşmeler, 21 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan şehrinde başladı. Müttefikler, İstanbul hükümetinin de konferansa katılmasını istediler. Bunun üzerine Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), 1 Kasım 1922 tarihinde bir karar alarak; İstanbul’un İtilâf Devletleri tarafından işgal tarihi olan 16 Mart 1920 tarihi itibariyle İstanbul’daki hükümetin yetkisiz olduğunu açıkladı.
Lozan Konferansı’nda Türkiye’yi; Hariciye Vekili ve Edirne Mebusu İsmet Paşa (İnönü) başkanlığında, Sıhhiye Vekili ve Sivas Mebusu Dr. Rıza Nur, Trabzon Mebusu Hasan (Saka) Bey’den oluşan bir heyet temsil ediyordu. Heyette ayrıca 24 müşavir, 8 kâtip ve bir tercüman bulunuyordu.
İtilâf Devletleri, 1920 yılında imzalanan ve fakat Türkiye tarafının kabul etmemesi sebebiyle yürürlüğe girmeyen Sevr Antlaşması’nın esas alınması gerektiğini ileri sürdüler. Türkiye ise, Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin 28 Ocak 1920 tarihinde kabul ettiği Misak-ı Millî hükümlerinin kabul edilmesinde ısrar ediyordu. Bu sebeple müzâkereler sık sık kesintiye uğradı, ancak sekiz ay gibi uzun bir süre sonunda tamamlanabildi.
Lozan Konferansında mücadele, Türkiye ile İngiltere arasında geçti. İngiltere: Musul, Fransızlar: Kapitülâsyonlar, İtalya: Ege Adaları üzerinde ısrarlı idiler. Görüşmelerin 4 Şubat 1923 tarihinde tamamlanan birinci bölümü sonunda şu hususlarda anlaşma sağlandı:
* Karaağaç Yunanistan’a bırakıldı.
* Karadeniz’den Akdeniz’e kadar Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan sınırları, Türkiye’ye verilen Gökçeada ve Bozcaada ile Yunanistan’a verilen Limni, Midilli, Sakız ve Sisam Adaları, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nda 15 kilometre derinlikteki bir şerit, askerden arındırılacak.
* Rodos ve On İki Ada İtalya’ya verildi.
* Kapitülâsyonlar kaldırıldı.
* Azınlık hakları, Milletler Cemiyeti’nin kefaletine bağlandı.
* Türkiye’nin 15 milyon altın tutarındaki borcu, 37 yıl içerisinde ödenmek üzere takside bağlandı.
* Türkiye ile Yunanistan arasında Ahâli Mübadelesi (2) konusunda anlaşmaya varıldı.
İkinci tur görüşmelere, 23 Nisan 1923’te başlandı. Görüşmeler 23 Temmuz 1923 tarihinde sona erdi.
İkinci bölümde:
* Türkiye’ye kabotaj hakkı (3) tanındı.
* Türkiye’de Müslüman olmayan ve Rumlar, Yahudiler, Ermeniler olarak gruplandırılan azınlıklara, kendi vatandaşlarına tanıdığı hakları vermeyi kabul etti.
TBMM, 23 Ağustos 1923 tarihinde dört ayrı kanunu kabul ederek Lozan Antlaşması’nı onayladı. Anlaşmanın hükümleri 6 Haziran 1924 tarihinde yürürlüğe girdi.
Konferans sona erdiğinde İngiltere’nin temsilcisi Lord Curzon, İsmet Paşa’ya şöyle hitap etti: “Burada istediklerinizi bizden aldınız. Fakat ülkenize döndüğünüzde, bir şeyler yapmak isteyecek, para bulamayacaksınız. Tekrar bize gelip para istediğinizde, Lozan’da verdiklerimizin hepsini sizden geri alacağız !”
İmzalandığı tarihten bu yana Türkiye’de; Lozan’ın Zafer mi Hezimet mi olduğu tartışılmıştır. Lozan’da karşı grupta bulunan ülkelerin Türkiye aleyhine olacak birçok teklifin reddedilmiş olması, başarı olarak kabul edilebilir. Buna karşılık; Ege Adaları ve Musul konusunda verilen tavizler, aleyhimize olmuştur. Toprak kaybına yol açan başarısızlıkların, o günün şartları içerisinde alınabilecek en iyi sonuçlar olduğunu iddia etmek hayli zordur. Kapitülâsyonların kaldırılması ve Kabotaj hakkının elde edilmesi ise, başarı olarak değerlendirilebilir. Zaman içerisinde bu başarının da kayıplara dönüştüğü bilinmektedir.
(1)İtilâf Devletleri: Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri.
(2)Ahâli Mübadelesi: Türkiye’de yaşayan Rumlarla, Yunanistan’da yaşayan Türklerin ülke değiştirmesi.
(3)Kabotaj Hakkı: Bir devletin, kendi limanları arasında yük ve yolcu taşımacılığı ile ilgili haklarıdır.
SİYONİZM
Siyonizm; başlangıçta, dünya üzerine dağılmış vatansız bütün Yahudileri Arz-ı Mev’ûd / Vaat edilmiş toprak olarak kabul ettikleri, Filistin halkının yaşadıkları bölgeye toplamak, yıkılan Süleyman Mâbedi’ni yeniden inşa etmek, sonra burada bir devlet kurmak, Nil Nehri’nden Fırat Irmağı’na kadar genişleyip bölgeye ve en sonunda da ekonomi ve politika açısından bütün dünyaya hâkim olmak maksadı güden ırkçı ve emperyalist Yahudi milliyetçiliğinin adıdır.
Siyonizm’in ne olduğunu anlamak için Yahudi tarihine kısaca göz atmak gerekecektir. Mısır’da esir olarak yaşayan İsrail oğullarını, Milâttan Önce 1200 yılı civarında Hz. Musa, Firavun’un elinden kurtarıp Kızıldeniz’den geçirerek Mısır’dan çıkartmıştır. Hedef ‘Arz-ı Mev’ûd‘ denilen Filistin topraklarıdır. Hz. Musa yolda vefat eder. Kendisinden sonra gelen Yoşua idaresinde, Filistin’in asıl sâhipleri olan Filistinleri buradan kovarak kendileri yerleşirler. Ancak, dinden çıktıkları için Allah bunların başına Filistinleri geri gönderir. 1100 yılında yenilerek buradan kovulurlar. Daha sonra başa geçen Samuel zamanında tekrar ıslah olmuşlar ve birliklerini kurmuşlardır. M.Ö. 1015’de Hz. Dâvud, Kudüs’ü başşehir yapar. Arkasından gelen Hz. Süleyman zamanında Yahudiler en üstün devirlerini yaşarlar ve Siyon Dağı üzerine; Beyt Hamikdaş / Kutsal Mabet olarak andıkları meşhur Hz. Süleyman Mâbedi’ni inşa ederler. Bugünkü Kudüs’te Hz. Ömer Câmii’nin bulunduğu yer ve Hz. Süleyman Mabedinin ayakta kalan Batı Duvarı, Ağlama Duvarı olarak kabul edilir. Burası, Yahudi inancında, çok önemli bir yerdir. Yahudi ibadetinin pek çoğu Mâbed’le ilgili olduğu için, bu duvar ve mabet üzerinde fevkalâde hassas davranırlar. M.Ö. 586’da Bâbil işgali, arkasından 70 yıl süren Bâbil esareti başlar. M.Ö. 332’de Büyük İskender Yahudilerin oturdukları toprakları işgal eder. İşgal sonralarında devleti yeniden kurarlar. Ancak, Roma İmparatorluğu’nun Orta Doğu hâkimiyeti, diğerleri gibi bu devleti de ortadan kaldırdı. Yahudilerin her fırsatta isyan etmeleri üzerine M.S. 70’de Roma İmparatoru Titus harekete geçerek, mabetlerini yerle bir etti, Yahudilerin çoğunu kılıçtan geçirdi. Kalanları da dünyanın dört bir yanına dağıtarak esir pazarlarında sattırdı. İkinci sınıf insan muamelesi gören cemaatin kafasında, ezilmişliklerinin intikamını alarak Filistin’e geri dönmek ve dünyaya hâkim olmak şeklinde ifade edilen Siyonizm ideali doğdu. Yahudiler tarih boyunca vatansızlık ve ezilmişliklerinin intikamını bütün milletlerinden almak için, özellikle iktisadî hayatın her dalında faaliyet göstermiş ve ekonomik yönden birbirlerini destekleyerek; güçlü olmaya gayret etmişlerdir.
Yahudiler, çeşitli cemiyetler hâlinde birleştiler ve 1879’dan itibaren kendi yurtlarını Yahudileştirmek için, her türlü imkân ve fırsatı değerlendirerek Filistin’e Yahudi yollamaya başladılar. 1885’te, sâdece 4.000 kişinin tarım kesiminde çalıştığı Filistin’de, burasını ele geçirmek için faaliyet gösteren 35’ten fazla cemiyet bulunuyordu.
Bu sırada Siyonizm hareketinin siyasi önderliğine 35 yaşında ve Viyana’da bir gazetede çalışan hukuk doktoru Teodor Herzl geçti. Herzl; Yahûdî Devleti isimli kitabında, Siyonizm ideali yolundaki çalışmalarını bütün detaylarıyla anlattı. Herzl, 19 Mayıs 1901’de Sultan İkinci Abdülhamid Han ile de görüşerek Osmanlı Devleti’nin bütün dış borçlarının ödenmesi ve Osmanlı ülkesinin güçlendirilmesi ve her türlü malî desteğin verilmesine karşılık, Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmelerine izin verilmesini istedi. O sırada Osmanlı Devleti şiddetli para sıkıntısı çekiyordu. Buna rağmen Sultan; ‘Osmanlı tabiiyetini kabul edecek bütün Yahudilere devletimizin kapıları açıktır. Ancak muhacir grup geldiğinde nereye yerleşecekleri, hükümet tarafından tespit edilecek ve Filistin bu bölgelerin dışında kalacaktır.’ Cevabını verdi. Yahudiler birbirlerine daha da kenetlendiler ve Siyonizm ideallerine doğru yürümeye devam ettiler. 1907’de Filistin Arazi Şirketi kuruldu Filistin’de toprak satın alınmasına hız verildi.
Birinci Dünya Savaşı esnasında, Siyonist sempatizanı olan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord A. James Balfour, Yahûdî teşkilât başkanı Lord Rothschild’e: ‘Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudiler için bir vatan kurulmasını desteklemektedir.‘ Diye başlayan bir mektup gönderdi. Siyonizm idealinin en önemli unsuru olan Filistin’e yerleşme hareketi, bu mektupla gerçekleşme yönünde en önemli adımını atmış oldu. Bundan sonraki olayların kronolojik gelişmesi özetle şöyledir: 1919 Şubat sonunda Paris’te toplanan sulh konferansına Siyonist teşkilâttan da delege gönderilmesi kabul edildi. 20 Nisan 1920’de Sulh Konferansı Balfour Deklarasyonu’nu tasdik ve Filistin bölgesinin İngiliz mandasına gireceğini ilân etti. İngiliz mandası Yüksek Komiserliği’ne de Herbert Samuel adlı bir Yahûdî tayin edildi. Bunu protesto eden Arapların hareketi şiddet ve kan dökülerek bastırıldı. Artık sıra süratle Filistin’e Yahudi iskânına gelmişti. Ayda en az 1000 Yahudi gönderiliyordu. 1918’de 47.000 olan Yahudi mevcudu, 1922’de 80.000’e ulaştı. Bu arada Polonya’dan kitle hâlinde sınır dışı edilen 40.000’er kişilik iki grup Yahudi de Filistin’e yerleştirildi. Bu gayretler sonucunda Yahudi nüfusu, 1935’de 400.000’e, 1942’de de 550.000’e yükseldi. Gelen Yahudiler bölgeye yerleştiler ve gayrı resmî ordularını ve gizli terör örgütlerini kurdular.
Nihayet, 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu üçte iki çoğunlukla, Filistin’in bir Yahudi yurdu olduğunu kabul etti. Bunun üzerine Araplarla Yahudiler arasında meşhur 1948 Filistin Savaşı başladı. Araplar üstün durumda idi. Arap orduları artık Tel Aviv’de buluşacaklarken, anlaşılmaz bir şekilde, birdenbire bütün Arap orduları ricat ettiler ve Yahudiler garip şekilde galip geldiler. 1967 savaşında Kudüs’ü de alarak 2000 yıldır hayâlini kurdukları, rüyasını gördükleri ideallerinin sembolü olan ve Ağlama Duvarı olarak isimlendirdikleri Hz. Süleyman Mabedinin batı duvarına ulaştılar. Siyonizm, Filistin’i almakla, idealinden sâdece bir bölümünü gerçekleştirmiştir. Zaten ticarî sahada hâlen pek çok devletin kaderine hükmeder durumdadırlar. Bundan sonraki idealleri önce Nil’den Fırat’a kadar olan topraklara sâhip olmak, daha sonra bütün dünya üzerinde hâkimiyet kurmaktır.
(Ötüken Neşriyat Tarafından yayınlanan Yeni Türk Ansiklopedisi’nden faydalanılmıştır.)
TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ KAPILARINDA BEKLEME ÇİLESİ
Türkiye, adı sonradan Avrupa Birliği (AB) olarak değiştirilen, o zamanki adı ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) teşkilâtına aday ülke olarak kabul edilmesine dair anlaşma, 24 Temmuz 1962 tarihinde imzalandı.
Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye olmak istediğini resmen 31 Temmuz 1959 tarihinde bildirmişti. Başvurumuzun kabul edildiği bize, 11 Eylül 1959’da duyuruldu. Uzun müzâkerelerden sonra, 24 Temmuz 1962’de aday ülkeler arasına alındığımıza dair Avrupa Parlâmentosu (AP) toplantısında karar alındı. Tam üyeliğin yürürlüğe girmesi için neler yapılması gerektiği Türkiye’ye iletildi. 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalandı. Anlaşma’da Türkiye’nin uyum için mevzuatında yapması gereken düzenlemeler belirtiliyor ve bu düzenlemeler için bir takvim hazırlanıyordu. Takvime göre; 5 yıllık hazırlık, 12 yıllık geçiş ve 5 yıllık son dönem tatbikatı kararlaştırılmıştı.
14 Nisan 1987’de; Topluluğa, yapmamız gereken mevzuat düzenlemelerini tamamladığımızı bildirip, Ankara Anlaşması’na göre tam üyeliğimizin gerekleştirilmesi talebinde bulunduk. Bu talebimiz üzerine 2,5 yıl geçtikten sonra, 10 Şubat 1990’da Avrupa Bakanlar Konseyi, bizim için bir karar aldı. Karar, iç açıcı değildi: Tam üyelik görüşmelerinin başlatılması için şartların henüz oluşmadığı belirtiliyordu.
Bu gelişmelerin hemen ardından, topluluğun amacından değilse bile adından, ‘Ekonomi‘ kelimesi çıkartıldı. Organizasyon, Avrupa Topluluğu (AT) olarak anılmaya başlandı. 09 – 10 Aralık 1991’de Maastricht’te
Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü antlaşmaların yapılmasında, birinci fıkra hükmü uygulanır.
…….
yapılan toplantıda, organizasyonun adı tekrar değişti. Avrupa Birliği (AB) oldu. Sözü edilen görüşmelerde, isim değiştirmekle yetinilmedi. Üye ülkeler arasında:
* Euro denilen tek para biriminin kullanılması,
* Tek Merkez Bankası kurulması,
* Tek ordu oluşturulması,
* Ortak vize uygulanması,
* Üye ülkelerde sosyal hakların eşitlenmesi
Olarak özetlenebilecek bir ‘hedefler paketi‘ karara bağlandı. Ve gelecekle ilgili yeni hedefler belirlendi:
* Tek bayrak kullanılması,
* Tek anayasanın geçerli olması,
* Millî egemenlik haklarının Avrupa Parlamentosu’na devredilmesi… gibi.
* * *
Gelişmelerin bu noktasında (kimilerine göre daha önce) Anayasa’mızın 90. Madde hükmünün tatbiki gerekiyor. 90. Maddede şunlar yazılı:
Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak anlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.
Ekonomik, ticari veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan antlaşmalar, Devlet Mâliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konulabilir. Bu takdirde bu antlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içerisinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bilgisine sunulur.
……..
Bozuk bir Türkçe ile kaleme alınmakla birlikte, Anayasa’nın âmir hükmü; tevile kapalıdır, yoruma gerek kalmayacak şekilde açıktır. Anayasa’mızın bu maddesi ile ilgili gerekçeli karar ise şöyledir:
Milletlerarası anlaşmalar, Türk Kanunlarında değişiklik yapılmasını gerektiren hükümler ihtiva ettiği takdirde, teşriî organın peşin tasvibine sunulmasını mecburî kılmaktadır. Bu hüküm, kanun yapmak yetkisinin teşriî organa ait olması prensibinin tabiî neticesidir.
* * *
Norveç, Anayasasındaki benzer bir maddeye dayanarak, AB üyeliğini referanduma götürdü. Halkın çoğunluğu, AB dışında kalmak yönünde oy kullandı.
Anayasa’mızın 90. maddesine rağmen Türkiye, dönemin Başbakanı ve Başbakan Yardımcısı / Dışişleri Bakan Vekili tarafından temsil edilerek AB ile 06 Mart 1995 tarihinde, Gümrük Birliği (GB) Anlaşması’nı imzaladı. Bu anlaşma da TBMM’nin onayına sunulmadı.
GB her ne kadar AB hedeflerinden yalnızca bir tanesi ise de, GB üyeliği prosedürünün uygulandığı bir başka ülke yoktur. Hiçbir ülkeye uygulanmayan bu prosedürün, Türkiye’ye tanınmış bir imtiyaz (ayrıcalık) olduğunu iddia edenler olmuştur. Gerçek ise farklıdır. AB dışında tutularak GB üyeliği ile Türkiye, AB’nin ikinci sınıf üyesi konumuna sokulmuştur.
Anlaşmanın, 01 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmesi ile Türkiye; ilk 5 yılda toplam 20.000.000.000 dolar gümrük vergisi gelirinden mahrum kalmıştır. Gümrük vergisinin alınmaması sebebiyle ithal mallarının iç piyasadaki satış fiyatlarında herhangi bir düşme olmadığı gibi, ihracatımızda da beklenen yükselmeler gerçekleşmemiştir.
Buna rağmen Anlaşma’nın 3. maddesinde belirtilen yardımlar gelmemiş, tek bir Euro tahsil edilmemiştir. GB Anlaşması’nın 3. maddesi aynen şöyledir:
Hazırlık döneminde Türkiye, geçiş dönemi ve son dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmek için, topluluğun yardımı ile ekonomisini güçlendirir. Geçiş dönemi, uzatma dışında beş yıldır.
Maddede, satır arasına konulmuş iki kelime dikkat çekmektedir: “uzatma dışında”… Uzatmanın, hangi şartlarda ve ne kadar süre ile yapılacağı belli değildir.
Türkiye, AB’ne tek taraflı olarak tanıdığı bu uzatma yetkisinin oluşturduğu engeli aşabilmek için tavizler vermeye zorlanmaktadır. Verilen her taviz ise, dipsiz kuyuya atılan taş demektir. Kuyunun dolması mümkün görülmüyor.
AB ile ilgili mevzuatın 250.000 sayfadan fazla olduğu söyleniyor. Böylesine hacimli bir konu hakkında söylenebilecekler elbette yukarıdakilerden ibaret değildir. Ancak, söylenebilecekleri şöylece özetlemek mümkündür: Türkiye, AB ile ilgili yükümlülüklerini gecikmeli olarak da olsa, yerine getirmiştir. Ancak AB; yardımlar ve emeğin serbest dolaşımı konuları başta olmak üzere hiçbir taahhüdünü ifa etmemiştir. AB’nin bu güne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının en açık göstergesidir.