Türkiye “az gelişmiş ülke” olduğunu galiba 1960 darbesinden sonra fark etti. O güne kadar kalkınmışlık, geri kalmışlık pek gündemde değildi. Darbeden sonra fikirlerimizin şirazesi çözüldü. Hani 1980 darbesinde her şeyden anlayıp her şeyin doğrusunu bilen yüce liderimiz Kenan Evren’in bize bol geldiğini söylediği Anayasa işte o 27 Mayıs Anayasası’dır. Bizler onun sağladığı fikir hürriyeti içinde geri kalmışlığımızı keşfettik.
Etiler’den geri miyiz?
Sonradan Batılılar daha politik olmaya karar verdi ve bize “geri kalmış” veya “az gelişmiş” yerine “gelişmekte olan” denmeğe başlandı… 60 sonrasının prenslerinden Atilla Karaosmanoğlu, İtalya’yı yakalamamız için birkaç bin yıla ihtiyacımız olduğunu söylemişti ve bu pek hoşumuza gitmemişti.
O günlerde bir taksi şoförünün bana “yahu biz Etiler’den de mi geriyiz?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Bu kıyas Karaosmanoğlu’nun aklına gelmemişti zahir.
Niçin geri kalmıştık? 1960’ta, 15 yaşındayken kafama çakılan bu soru galiba hayatımın geri kalanının da hâkim meselesi oldu. Yarım asır sonra yazdığım kitabın ismi de buydu: “Niçin?”
Bir kısım “aydın” için cevap basitti. Sosyalist olmadığımız için geri kalmıştık, sosyalist olunca ileri gidecektik; nokta!
Ben “Etiler bizden ileri miydi?” aklına takılmıştım. Sermaye birikecekti, fabrikalar kuracaktık, bu işi, ileri ülkelerin yaptıklarından daha hızlı yapacaktık ki sonunda onları yakalayalım. Ama ya Karaosmanoğlu haklı idiyse… Ya gerçekten binlerce yıl gerekiyorsa…
Maddî sermaye mi insan sermayesi mi?
Sonra bir şimşek çaktı! Almanya -o zamanki Batı Almanya-, Japonya, hatta İtalya on beş yıl önce biten savaşın mağluplarıydı ve ülkeleri o savaşta yakılıp yıkılmıştı. Bilhassa Almanya’da fabrika diye, sanayi diye bir şey kalmamıştı. Bunlar şimdi gelişmiş ülke idi… O halde mesele farklı olmalıydı. 1945 yılında biz muhakkak ki Almanya’dan veya Japonya’dan daha az kapitale sahip değildik. Ama on beş yıl sonra onlara göre Etiler seviyesindeydik.
Anladım ki mesele fabrikalar değil, sermaye değil. O fabrika ve sermayeyi yapan, yapacak olan insandır. Fark ettim ki bizim nüfusumuzu Almanya’ya taşısak, onları da buraya getirsek, yirmi yıl sonra Türkiye’nin gelişmiş, Almanya’nın “gelişmekte olan” ülke olduğunu görürdük. Mesela maddî sermaye değil, insan sermayesiydi.
Sonra öğrendim ki gerçekten “insan sermayesi (human capital)” diye bir şey var. Hani Türkiye’yi övmek için sık sık, “genç, tahsilli insan gücü” denir ya. Bunu ölçmek zor değil. İnsan sermayesi iki şeyden ibaret:
1) Nüfusunuzun eğitilmişliği -ve ölçmesi biraz daha zor ama yine de mümkün olan: Bu eğitimin kalitesi (bakınız Pisa vs.)
2) Nüfusunuzdaki çalışanların işlerindeki ustalık derecesi -yıl olarak iş kıdemleri ölçü için başlangıç olabilir. Meselâ ben kaç yıldır yazı yazıyorum veya mahalledeki marangoz, kaç yıldır marangozluk yapıyor gibi.
İnsan sermayesi de değil
Bu önemli bir sermaye. Ama iş yine bitmiyor. Rusya’da insan sermayesi Almanya’dan güçlü görünürken GSMH mutlak değerinde bile Rusya, Almanya’nın yarısı gibi. Kişi başına rakamlara dönerseniz ilişki daha da ters. Genel olarak gelişmişlikle insan sermayesi arasında bir ilişki var, var olmasına… Fakat o zaman da şu kafa kemirici soru ortaya çıkıyor: İnsan sermayesi mi zenginliğin sebebidir; zenginlik mi insan sermayesini arttırıyor? Öyle ya, Türkiye’deki 80 milyonu bir anda üniversite mezunu yapsanız, bunları nerede istihdam edeceksiniz? Bizim uzun kuyruklarımız hem üniversiteye girişte, hem de çıkışta var ya… Mezunlar işsizlikten kıvranıyor ve bu kıvranış kalkınma hızımızı artırmıyor. Eğitimin kalitesine hiç girmeyeyim ama kalite yüksek de olsa bu sonuç değişmiyor. Ortaya çıkan gerçek şu: Ülke zenginleşince insan sermayesi artıyor. İnsan sermayesi sebep değil, sonuç!
Derken, Fukuyama’nın son kitabının ikinci cildi çıktı: Siyasî Organizasyon ve Siyasî Çürüme. Yolsuzluk Fukuyama’nın birkaç uzmanlığından biri ve bu ikinci ciltte siyasî organizasyonlardaki yolsuzluğa yoğunlaşmış. Bu arada bize ta 1993’ten bir gerçeği hatırlatıyor. Bir sermaye daha var: Sosyal Sermaye! Toplum Sermayesi! Yirmi küsur yıl önce Robert D. Putnam’ın İtalya’da yaptığı ve “Demokrasiyi Çalıştırmak” başlıklı bir kitapta özetlediği araştırmaların sonuçları bu hatırlattıkları. (Making Democracy Work- Civic Traditions in Modern Italy, Princeton U. Press, 1993)
Cevap: Toplum sermayesi!
Her şeyden önce İtalya eşsiz bir saha. Kuzeyi İsviçre kadar, Almanya kadar gelişmiş. Güneyi üçüncü dünya sayılır: Mafyaların vatanı. Putnam ,İtalya’yı iki ayrı zaman ekseninde inceliyor. Biri kendisinin ve öğrencilerinin dönüp dönüp inceledikleri dönemler. 1970’te başlamışlar ve fazla ara vermeden yirmi yıl sürdürmüşler. İkinci zaman ekseni çok daha uzun, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden başlıyor; Ortaçağı, Rönesans’ı, millî birleşmeyi içine alıyor ve tekrar bugüne bağlanıyor. Soru benim sorum: Kuzey niçin gelişmiş, Güney niçin gelişmemiş?
Cevap: Sosyal sermaye! İsterseniz toplum sermayesi diyelim. Kuzey’de olup da Güney’de olmayan bu.
Putnam asap bozucu soruyu “toplum sermayesi” için de soruyor: Toplum sermayesi mi kalkınmaya sebeptir, kalkınma mı toplum sermayesini arttırır? Toplum sermayesi sebep mi sonuç mu? Araştırma süresi asırları kapsamasa buna cevap vermesi kolay değildi. Ama iki bölgenin tarihinin yüzlerce yıllık takibi gerçeği ortaya çıkarıyor: Toplum sermayesi ekonomik büyümeyi ve zenginliği bir mıknatıs gibi çekiyor. Toplum sermayesi sebep. Zenginleşme, kalkınma onun sonucu.
Sosyal sermaye varsa dayanışma, sivil toplum ve güven var. Sosyal sermaye yoksa yolsuzluk, mafyalaşma, din istismarı, “babana bile güvenmeyeceksin” felsefesi hâkim. Siyasî partiler, mafyacılığın başka usullerle yürütülmesinin kurumları gibi çalışıyor. Seçmene rüşvet verilerek oy almak, birinin adamı olduğunuz için yükselmek, birinin adamı değilseniz adamı olacağınız birini aramak… İktidara gelelim de biraz da biz yiyelim, bizim adamlarımız yesin… Bunların hepsi birbirine sebep-sonuç zincirleriyle bağlı unsurlar.
Belli ki bu yazı bitmedi…