Anadolu birliğinin -hem de kendi karındaşlarımızla uğraşarak- temininde çekilen sıkıntıları, katlanılan zahmet ve zorlukları ve dökülen nice memleket evlâtlarının kanlarının pahasını çok iyi bilen Yavuz Sultan Selim, Millî Birlik ve beraberliğin kıymet ve faziletini en iyi anlayan hükümdarlarımızın başında gelir. O, milletin birlik ve beraberliğine halel geldiği / bozulduğu takdirde mezarında bile rahatsız olacağına dikkat çekerek pahası çok ağır bu emanetin yani vatan ve milletin birlik, dirlik ve beraberliğinin üstüne titrenmesi lâzım geldiğini, şu dörtlüğüyle veciz şekilde ortaya koymuştur:
“İhtilâf u tefrika endîşesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni
İttihadken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni”
(Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, İstanbul-1960, s.19)
Yâni demek istemiştir ki, milletimin bölük pörçük olma endişesi, kabrimde bile beni rahatsız eder. Düşmanın saldırısını püskürtmek için çaremiz birlik ve beraberlik içinde bulunmaktır. Eğer millet bir ve beraber olmazsa, içim kan ağlar benim.
“İttihadın meşrebi (ise) muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayri müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayri müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbûb (sevgili, sevilen) ve ulvî (yüce) göstermektir. Zira onları munsif (insaflı) zannediyoruz.” (Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, İstanbul-1960, s.81)
7. İktisad
“Bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselmesiyle, düşkünlüğüyle ilgili olan en önemli faktör, milletin iktisadiyatıdır (1930). Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar; iktisadî zaferlerle desteklenmezse pâyidar olamaz, az zamanda söner (1922). Ekonomik kalkınma, Türkiye’nin hür, müstakil, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin belkemiğidir (1937).” (M. Orhan Bayrak, Kurtuluş Savaşı ve Atatürk, İstanbul-1990, s.227) diyen Atatürk bir bakıma:
“-Neden dünya herkese ilerleme ve yükseliş dünyası olsun da, yalnız bizim için gerileme ve alçalış dünyası olsun?” (Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, İstanbul-1960, s.41) sözlerinde ifadesini bulan hayatî bir hakikata açıklık getirmektedir.
“(Çünkü) medeniyet ve san’atın hakîkî üstadı ve vesîlelerin ikmaliyle cihazlanmış olan şedîd bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.” (Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i şamiye, İstanbul-1960, s.29)
Memuriyet tamamen ve askerlik hep bizde olduğu için servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zâyi ettik. Eğer öyle gitse idi, biz de elden giderdik.
Biz gayri tabiî ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan Emirlik ve Beylik yani idarecilik mesleğine el atıp büyük zararlara giriftar olduk. Çünkü geçim için meşru ve hayat verici, tabiî yol; ancak san’at, ziraat ve ticarettir. Tabiî olmayanı ise memuriyet ve her çeşidiyle idareciliktir.
İdareciliği, ne ad ile olursa olsun, sırf geçim yolu için seçenler bir çeşit aciz kimselerdir. Hâlbuki memuriyete ve idareciliğe, aslında hamiyet ve hizmet için girmelidir.
“Ümidsizlikle zannediyorsunuz ki, ‘Dünya herkese ve Batılılara ilerleme ve yükseliş dünyasıdır.’ Fakat ‘Yalnız bîçare müslümanlar için gerileme ve düşüş dünyası oldu.’ diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.
“Madem gelişme isteği insan fıtratına dercedilmiş. İstikbâlde hak ve hakikat; İslâm âleminde insanlığın eski hatalarına kefaret olacak bir dünya saadetini de gösterecek inşaallah.
“Evet bir bakıma, zaman doğru bir hat üzerine hareket etmiyor ki, başlangıç ve sonu birbirinden uzaklaşsın. Belki dünyanın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan yükseliş içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan alçalış içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir.