Yakın Târih Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cevdet Küçük Açıklıyor: ‘Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlere tatbik edilen hukukî sistem, Ermeni iddialarının asılsız olduğunu ispat etmeye kâfidir.’

90

Oğuz Çetinoğlu: Türkler, hâkimiyet kurdukları Orta Asya, Afrika ve Avrupa’da çeşitli ırktan ve renkten, farklı dinden ve inançtan toplumları asırlarca nasıl yönetmişlerdir?

Prof. Dr. Cevdet Küçük: Türk kültüründe, benzerlik ve aynılık yerine farklılık esastır. Toplum modeli de, inanç farklılıklarına göre biçimlenmiş ve yasalarla korunmuştur. Türkler, yönettikleri toplumların farklılıklarını ortadan kaldırmak veya asimile ederek homojen hâle getirmek yolunda bir politika tâkip etmemişlerdir. Batılıların yaptığı gibi, çeşitli topluluklar arasındaki farklılıkları ve problemleri kullanarak ve onları birbirlerine düşürerek dolaylı bir düşmanlık ve çatışma alanı yaratmamışlardır. Aksine toplumlararası meseleleri çözmeyi daima aslî görevleri saymışlardır. Hattâ batılı emperyalist güçlerin tahrikiyle her topluluğun kendi devletini kurmaya çalıştığı son zamanlarda bile, milletleri asimile ederek problemlerden kurtulma yönüne gitmemişlerdir. Aksine bir takım yeni reformlarla çeşitli toplulukları ‘Osmanlılık’ üst kimliği altında birleştirmeye çalışmışlardır. Gerçekleştirdikleri ‘birlikte yaşama kültürü’ ile toplumlar arasında asırlardır devam eden tarihî zıtlaşmaları ve sürtüşmeleri ortadan kaldırmışlar ve barış içinde birlikte yaşama imkânı sağlamışlardır. Kısacası Türkler, farklılıkları ve çeşitlilikleri bir siyâset ve yönetim sanatı hâline getirmişlerdir.

Çetinoğlu: Birlikte yaşama kültürünün dayandığı temel prensipler nelerdir? Bu konuyu biraz açar mısınız?

Prof. Dr. Küçük: Türklerde birlikte yaşama kültürü, hükümdarların veya devlet adamlarının iyi niyetinden veya hoşgörüsünden doğmuş bir sistem değildir. Kaynakları eski Türk devlet geleneğinde ve İslam dininde bulunan bu sistem, bütün insanları sevmeye ve bütün dinleri eşit görmeye ve onların varlığını kabul etmeye dayanır.  Kaynağı Göktürklere kadar giden ve Orhun Kitâbelerinde ifâdesini bulan ‘insanı yücelt ki devlet de yücelsin’ anlayışı, târih boyunca bütün Türk devletlerinde değişmez düstur olmuştur. Osmanlı devletinin manevî kurucusu Şeyh Edebalı Osman Gazi’ye vasiyetinde, ‘oğul insanı yücelt ki devletin yücelsin‘ derken, Fatih Sultan Mehmed de Ayasofya vakfiyesine, ‘kâinatın özü insandır, bu sözüm insan içindir diye yazmıştır.

Türklerdeki insan sevgisine ve hoşgörüye dayanan bu anlayış, İslamiyet’in getirdiği yeni değerlerle de birleşerek cihanşümul bir boyut kazanmıştır. İslâm, kendisini vahiy dinleri içinde öz itibariyle aynı saydığı için dışlayıcı değil kuşatıcı bir özelliğe sâhiptir. Bu yönüyle özünde tarihî evrensellik taşır. Özellikle ‘Ehl-i Kitab’a diğer toplumlardan farklı bakar. Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın da aslında İslam olduğunu kabul eder. Onun için Yahudi’ye veya Hıristiyan’a yapılan kötü muameleyi Müslüman’a yapılmış sayar. Bütün kültürleri ‘ezeli hikmet’ çerçevesi içinde değerlendirir. İslamiyet, Hıristiyanlığı ve Museviliği semavî ve ilahî din olarak kabul ettiği halde, Hıristiyanlık ve Musevilik Müslümanlığı aynı gözle görmez. Bilhassa Batı Hıristiyanlığı, değil başka dinleri, kendi dininden olduğu halde başka mezheplere de yaşama hakkı tanımaz. Nitekim Katolik İspanya, Müslümanlarla birlikte Yahudilere de yaşama hakkı tanımadığı için, Museviler 15. Asırda Osmanlı Devleti’ne göç etmişlerdir. Aynı şekilde Avrupa’nın çeşitli yerlerinde yaşama hakkı verilmeyen Yahudilerle Katoliklerin katliamından kurtulabilen Protestanlar da Türkiye’ye sığınmışlardır.

Çetinoğlu: Ermenilerin ve diğer gayrimüslim toplulukların Türk idâresindeki statüleri neydi ve nasıl yönetiliyorlardı?

Prof. Dr. Küçük: İslam hukukuna göre sürekli olarak İslam ülkesinde yaşayan gayrimüslimler, Müslümanlarla eşit vatandaşlar sayılırlar. Kendilerine ‘Allahın ve peygamberin zimmesi‘ verilir. ‘Zimme‘ himâye etmek  (korumak) ve sâhip çıkmak anlamlarına gelir. Zimme verilen kimseye de ‘zimmî‘ denilir. Geniş mânâda hukukî bir himâye hakkı olan ‘zimme‘ ile bu insanların maddî ve manevî hayatları devlet tarafından garanti altına alınır. Zimmîler hür insanlar olarak kabul edilirler ve savaş esiri veya köle muamelesine tâbi tutulmazlar. İslam ülkesinde devamlı oturan zimmîlere ‘gayrimüslim tebaa‘ veya ‘gayrimüslim reaya‘ denilir.

İslam devleti, her türlü iç ve dış tehlikelere karşı zimmîlerin canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını, dinî hayatlarını ve mâbetlerini korumayı ve emniyet altında tutmayı Allah adına taahhüt eder. Müslümanlar da, Allah’ın emirlerine uyarak, zimmîlere canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını koruyacaklarına dair söz verirler. Buna karşılık zimmîler de, devletin egemenliğini tanımayı, kamu düzenini bozacak davranışlardan kaçınmayı ve şeriatın öngördüğü vergileri ödemeyi kabul ederler. Böylece zimmîler, devletin ve dolayısıyla Müslümanların üzerine zimmetlenmiş olurlar.

Çetinoğlu: ‘Eşitlik’ kavramından bahsedilebilmesi için bunlar yeterli mi sayılıyordu?

Prof. Dr. Küçük: Bu antlaşmadan sonra uyulması gereken kural, artık Müslümanların lehine olan şeyleri zimmîlerin lehine, Müslümanların aleyhine olan şeyleri de zimmîlerin aleyhine saymaktan ibârettir. Buna göre zimmîler de, tıpkı Müslümanlar gibi bir takım haklara sâhiptirler ve yine tıpkı Müslümanlar gibi bir takım yükümlülükleri vardır. Sâdece devlet başkanlığı, ordu komutanlığı veya hâkimlik gibi doğrudan doğruya hükümranlıkla ilgili üst seviyedeki görevler gayrimüslimlere verilmez. Ancak devlete karşı düşmanlıkları görülmeyen zimmîlerin devlet hizmetinde çalıştırılmalarında bir mahzur görülmez. Nitekim Ermeniler, başta baruthâne olmak üzere devletin en stratejik görevlerinde bile çalıştırılmışlardır.

Çetinoğlu: Başka ne ibi haklar veriliyordu?

Prof. Dr. Küçük: Gayrimüslimlerin çalışma, diledikleri yerde oturma, seyahat etme ve toplanma hürriyetleri vardır.

Eğitim ve öğrenim haklarına, inanç ve ibâdet hürriyetlerine dokunulmaz. Her türlü sosyal ilişkilerde hiçbir ayırım gözetilmez. Devletin himâyesini gören ve kamu hizmetlerinden yararlanan zimmîler mecbûrî askerlik hizmetinden muaf tutulurlar. Buna karşılık askerlik çağına gelmiş sağlıklı erkeklerden ‘cizye‘ adı verilen bir vergi alınır. Bunu ödeyecek gücü olmayan mükelleflerden cizye alınmaz ve herhangi bir cezâî müeyyide de uygulanmaz. Müslümanlar tarım ürünleri için ‘öşür‘ vergisi, zimmîler de buna karşılık ‘haraç‘ adı verilen bir arazi vergisi öderler.

Çetinoğlu: Zimmî hukuk sistemi ne zaman başladı, Osmanlı Devletinin son dönemlerine kadar devam ettirildi mi?

Prof. Dr. Küçük: İslâm’ın getirdiği zimmî hukuk sistemi Osmanlılar döneminde geliştirildi. Bilhassa Fatih Sultan Mehmed Han zamanında en yüksek seviyeye çıkarıldı. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, fonksiyonunu yitirmek üzere olan Fener Rum Ortodoks Kilisesine Bizans İmparatorlarından daha geniş haklar tanıyarak ihya etti. Aynı şekilde Musevilere de kendi havralarına sâhip olma hakkı tanıdı.

Çetinoğlu: Ermeniler, Hıristiyan olmakla birlikte, çoğunluktaki Hıristiyanlardan farklı mezheplere mensup idiler. Bu farklılık, onların haklarını kullanmalarında kısıtlamalara yol açıyor muydu?

Prof. Dr. Küçük: Osmanlı coğrafyasında, Yahudiler ve büyük Hıristiyan mezhepleri yanında bir takım farklılıklar arz eden çeşitli küçük mezhepler de bulunuyordu. Mesela Katolik oldukları halde, Ermeni Gregoryenler, Marunîler ve Keldânîler Doğu kilisesi usulüne göre, Melkitler (Rum Katolikleri)  ve Süryaniler ise Batı kilisesi usulüne göre ibâdet ediyorlardı. Bu farklılıklar yüzünden Kendi aralarında sık sık çatışmalar yaşanıyordu.

Çetinoğlu: Millet sistemi Osmanlı gayrimüslimleri açısından ne getirdi?

Prof. Dr. Küçük: Fatih Sultan Mehmed tarafından gerçekleştirilen ‘millet sistemi’ ile din, dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin ve asıl unsur olan Türklere diğer unsurlar arasında üstün bir mevki vermeksizin ‘cihanşümul devlet’ olma iddia ve teşebbüsleri Osmanlılara hâkim olmuştur. ‘Millet Sistemi’ sâyesinde dinî, ırkî, hukukî ve kültürel eşitlikler Osmanlı toplumunda her dönemde mümkün olabilmiştir. Osmanlı tebaası gayrimüslimler sâhip oldukları bu geniş imtiyazlar sâyesinde zenginleşirken, Müslüman komşuları onların ilerlemelerini kıskanmamışlardır. Aksine onlar sâyesinde ülkenin iktisadî hayatının gelişmesinden memnun olmuşlardır. Bu sistem sâyesinde toplumun çeşitli kesimleri bir araya geldikleri halde, asla kendi kimliklerini kaybetmemişlerdir. Aksine kendi dillerini, dinlerini, kültürlerini ve hayat tarzlarını koruyabilmişlerdir.

Çetinoğlu: Millet sistemine göre dinî cemaatler Müslümanlarla aynı haklara sâhip idiler.’ Diyorsunuz. Bu açıklamalarınızdan; ‘Ermenilerin, Osmanlı Devleti aleyhine isyan, ayaklanma, protesto hareketi, baskın, suikast… ve mer’i kanuna aykırı herhangi bir hakarete tevessül etmelerini mâzur gösterecek bir haksızlık söz konusu olmamıştır.’ Hükmüne varılabilir mi?

Prof. Dr. Küçük: Bu konuda hiçbir şüpheye mahal yoktur. Ermeni hareketlerinin mâzur örülebilecek hiçbir tarafı da yoktur.

Osmanlıların gerçekleştirdiği bu millet sistemi sâyesinde, uzun süren bir ‘Pax Ottomanica /  Osmanlı Barışı) dönemi yaşandı.

Çetinoğlu: Osmanlı barışının bozulmasında bu yarı bağımsız millet sisteminin de payı var mıdır?

Prof. Dr. Küçük: Osmanlı Barışının bozulmasının en önemli sebeplerinden biri batı emperyalizminin Osmanlı ülkelerine girmesidir. Avrupa ülkelerine birbiri ardına verilen kapitülasyonlar ve buna bağlı olarak Osmanlı askerî gücünün giderek zayıflaması sonucu batı emperyalizminin Osmanlı ülkesine girmesine mâni olunamamıştır. Batı tesiri, Osmanlı gayrimüslimlerini misyoner faaliyetleri yoluyla, batı diplomatları kanalıyla ve Akdeniz ticaretinin gelişmesinin yarattığı sonuçlarla etkilemiştir.

Çetinoğlu: Bu tatbikatın neticesi nasıl oldu?

Prof. Dr. Küçük: Batı tesiri bu yarı otonom bölgeye daha kolay ve daha erken girme imkânı bulabilmiştir. Papalık ve Fransa tarafından desteklenen Katolik Misyonerleri 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı ülkesi Orta Doğu’da yoğun bir propaganda faaliyetine başlamışlardır. Cizvit misyonerlerini bütün Osmanlı ülkesine yayan ve pek çok yerde kolejler açan Fransa’nın asıl maksadı, dinî olmaktan çok ticarîydi. Osmanlı ülkesini ve özellikle de Orta Doğu’yu kendisi için ticarî nüfuz sahası olarak seçmişti.  Yapacağı ticarette dayanabileceği bir ticaret erbabına ihtiyacı vardı. Bu da ancak Osmanlı tebaası Katolikler olabilirdi.

Fransa, faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdı. Osmanlı devletinden elde ettiği ticarî kapitülasyon haklarına dinî cemaat haklarını da ilave ettirmeyi ihmal etmedi. Özellikle 1673 kapitülasyonlarından sonra, Osmanlı tebaası gayrimüslimler arasında Katolikliğe geçenlerin sayısı hızla arttı. Artışın en önemli sebebi, Fransa’nın Osmanlıdan elde ettiği ticarî imtiyazlardan Osmanlı tebaası Katolikleri de yararlandırmasıydı. Fransa’nın Osmanlı tebaası Katoliklere uyguladığı bu himâyeci siyaset ve sağladığı geniş ticarî imtiyazlar Osmanlı tebaası gayrimüslimlere çok câzip geldi. Fransa’nın desteğiyle açılan matbaalar ve okullar aracılığıyla propaganda faaliyetine girişildi. Misyonerlerin esas hedefleri şüphesiz Osmanlı gayrimüslimleriydi. Çünkü şeriata göre Müslümanlıktan ayrılan bir kişiye ölüme kadar varan cezalar verildiği için Müslümanlardan cemaat çalmaları mümkün değildi. Cemaat çalabilecekleri en büyük kaynak kadim Hıristiyan cemaatleriydi.  Bunların içinde de en kalabalık olanı Ermeni Gregoryen cemaatiydi.

Papa ve Fransa’nın gönderdiği Katolik Misyonerleri tarafından 1698’de İstanbul’da açılan Ermeni matbaasında, çok sayıda Ermenice Katolik propaganda risalesi bastırılarak dağıtıldı. Katolik misyonerlerinin bu faaliyetleri yüzünden asırlardır kiliselerde hüküm süren huzur ve asayiş bozuldu. Osmanlı tebaası gayrimüslimler arasında yeniden kanlı çatışmalar başladı. Ermeni Gregoryen Kilisesi ile Rum Ortodoks Kilisesi Patrikleri, Osmanlı hükümetine müracaat ederek, misyoner faaliyetlerine karşı gerekli tedbirlerin alınmasını ve bu kargaşaya bir son verilmesini istediler. Hükümet, patriklerin ısrarı üzerine Misyonerlerin propaganda amacıyla kurdukları matbaaları 1701 yılında kapatarak yayınlarını da toplattı. Misyonerlerin bir kısmı yakalanarak yurt dışına sürüldüler. Yurt içinde de çok sıkı bir kontrol mekanizması kuruldu. Yine patriklerin ısrarıyla, Osmanlı tebaası gayrimüslimlerin mezhep değiştirmelerini yasaklayan bir kanun çıkarıldı. Fakat alınan bütün bu tedbirlere rağmen misyonerlik faaliyetleri gizli olarak devam etti.

Çetinoğlu: Kapitülasyonlar hakkında kısa bir bilgi lütfeder misiniz Hocam?

Prof. Dr. Küçük: Kapitülasyon hakları, ilk defa Kanunî tarafından 1535’te Fransa’ya verilmişti. Dış ticareti canlandırmak maksadıyla tek taraflı olarak verilen bu ticarî imtiyazlar her an aynı yolla tek taraflı olarak kaldırılabilirdi. Ancak Kanunî’den sonra gelen padişahlar, çeşitli iç ve dış sebeplerle yeni haklar ilave ederek kapitülasyon hakları vermeye devam ettiler. Nihayet 1740’ta Fransa’ya verilen yeni bir imtiyaz andlaşmasıyla, o zamana kadar Fransa’ya verilmiş olan bütün ticarî, iktisadî, dinî ve hukukî imtiyazlar teyit edildi. Buna göre şimdiye kadar Osmanlılar tarafından verilmiş olan kapitülasyon hakları,  artık kaldırılamaz ve değiştirilemez devamlı muahedeler hâline getirilmiş oluyordu. Ayrıca 1620’de bir fermanla Fransa’ya verilmiş olan dinî haklar genişletiliyordu. Diğer milletler de, Fransa imparatorunun himâyesi altında olmak şartıyla, Kudüs’teki Katoliklere ait mukaddes yerlere serbestçe ziyâret edebilecekler ve oralarda ticaret yapabileceklerdi.

Bundan sonra, Ermeni Gregoryen Kilisesinden Katolikliğe geçenlerin sayısı arttı. Katolik Ermenilerle Gregoryen Ermeniler arasındaki çatışmalar da şiddetlendi. Gregoryen kilisesinin papazları mezhep değiştiren Ermenilerin cenâzelerini kaldırmayıp ortada bırakması büyük bir problem oldu. Nihayet Babıâli, Fransa’nın baskıları karşısında 1829 yılında Ermeni Katolik Kilisesini tanımak mecburiyetinde kaldı. Böylece Ermeni Gregoryen kilisesi yanında bir de Ermeni Katolik kilisesi kurularak, Ermeni toplumu birbirine düşman iki ayrı cemaat hâline gelmiş oldu.

Çetinoğlu: Osmanlı Devleti bu ayrışmadan nasıl etkilendi?

Prof. Dr. Küçük: Fransa, Katoliklerin hâmisi olduğunu ileri sürerken Rusya da Ortodoksların koruyuculuğuna soyundu. 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Andlaşması’yla Rusya’ya da Kudüs’te kilise açma ve Rus vatandaşlarının Osmanlı ülkesinde bulunan mukaddes yerleri serbestçe ziyâret etme gibi bazı dinî imtiyazlar tanındı. Ruslar, Osmanlı tebaası bütün Ortodoksların hâmisi olduklarını ileri sürüyorlardı. Önceleri Katolik propagandasına karşı Osmanlıları destekleyen İngiltere, daha sonra ‘Himaye Sistemi’nin sağladığı siyasî ve ticarî haklardan faydalanmak bu faaliyetlere katıldı. İngiltere ve Amerika tarafından desteklenen Protestan misyonerleri de, 19. yüzyıl başlarından itibâren Osmanlı ülkesinde propagandaya ve kolejler açmaya başladılar. Daha sonra Almanya, Hollanda ve diğerleri de bu kervana katıldılar. Çünkü Osmanlı gayrimüslimlerinin ticaretle uğraşmaları, dil bilmeleri, bölgeyi iyi tanımaları, halkın gelenek ve göreneklerini iyi bilmeleri, onları Avrupalılar için vazgeçilmez tabii bir ortaklık mevkiine yükseltmişti.

Böylece kendilerini dünya düzenini kurmakla görevli sayan Osmanlıların toplumlararası barışı sağlamak maksadıyla kurdukları millet sisteminin karşısına, dünyayı sömürmek isteyen batılı emperyalist devletlerin sırf kendi çıkarları uğruna Osmanlı birliğini yıkmak için oluşturdukları himaye sistemi ortaya çıkmış oldu

Çetinoğlu: Himaye sisteminin millet sistemine etkileri ve imparatorluğun dağılmasındaki rolü nedir? Prof. Dr. Küçük: Emperyalist güçler, 19. yüzyılda Türkiye üzerinde mücâdeleye girişirlerken kendilerine verilmiş olan bu himâye haklarına dayanarak ortaya çıktılar. Hem kendi sermayelerinin güvenliği ve hem de ticarî ortakları olarak gördükleri Osmanlı tebaası gayrimüslimlerin refahı için her vesileyle Osmanlı devletini sıkıştırarak çeşitli imtiyazlar koparmaya çalıştılar. Yayılmacı politikalarını himâyelerine aldıkları dinî cemaatleri kullanmak suretiyle uygulayan batılı devletler, açık pazar olarak gördükleri Osmanlı Devleti’nde serbest ticareti engelleyen kanunların değişmesini ve ticarî temsilcileri olarak gördükleri gayrimüslimlerin siyasî ve sosyal haklarının genişletilmesini istiyorlardı. Osmanlı devletinde ortaya çıkan kötü yönetim uygulamaları bütün topluma aynı şekilde yansıdığı halde, bunu özellikle gayrimüslim unsurların ezilmeleri şeklinde değerlendiriyorlardı.

Batı emperyalizminin ticarî, siyasî, askerî ve kültürel alanlarda Ortadoğu’ya sarkmış olması, Osmanlıların buralarda gerçekleştirmeğe çalıştıkları dinî-siyasî ‘cihanşümul’ devlet olma fikrini temelinden sarstı. Dış müdâhaleler yüzünden Müslümanlarla gayrimüslim unsurlar birbirlerine düşman hale geldiler. Türklerin, eski ihtişam dönemlerinde başardıkları çeşitli milletleri kaynaştırma ve aralarında çıkar birliği kurma imkânları ortadan kalktı. Dış tehditlere, içeride de batının himayeci politikaları sâyesinde zenginleşen gayrimüslim toplulukların bağımsızlık hareketleri eklendi.

Çetinoğlu: Ermeni ayaklanmalarının içyüzünü çok mükemmel bir şekilde açıklamış oldunuz. Teşekkür ederim Efendim.

Prof. Dr. CEVDET KÜÇÜK:

1946 yılında Manisa’nın Soma ilçesinde doğdu. İlk, orta ve yüksek tahsilini İstanbul’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü, Yakınçağ Târihi Kürsüsünden 1969’da mezun oldu.

 

1970 yılında aynı bölüme asistan olarak tâyin edildi. 1976’da ‘doktor’ unvanına hak kazandı. Goethe Enstitüsü’nce sağlanan burstan yararlanarak 1976 yılında Almanya’ya gitti. Üç aylık kurstan sonra bir ay süreyle Alman, 1981’de İngiliz kütüphane ve arşivlerinde ilmî araştırmalarda bulundu.

 

Yakınçağ ve Türkiye Cumhuriyeti Târihi Anabilim Dalındaki kadrosuna Yardımcı Doçent olarak tâyin edildi. 1983 yılında ‘Doçent’, unvanını aldı

 

1989 yılında ‘Kuveyt Üzerinde Osmanlı-İngiliz Nüfuz Mücadelesi 1896-1913‘ konulu tezle aynı Anabilim dalında Profesörlüğe yükseltildi.

 

Osmanlı Çağdaşlaşması, Osmanlı Gayrimüslimleri, Ortadoğu ve Adalar konularında çeşitli araştırmaları bulunmaktadır. Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı 1878-1897, konulu araştırması, bu konuda yapılan ilk akademik çalışmadır. 1984 yılı Türkiye Milli Kültür Vakfı birincilik armağanına layık görülen bu araştırmada Ermeni meselesinin ortaya çıkışı belgelerle anlatılmaktadır.

 

Fakülte Kurulu ve Fakülte Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulunmuştur. Türk Tarih Kurumu Asli Üyesidir.

 

 

Önceki İçerikAnayasa Darbesi ve Milletlerarası Terör
Sonraki İçerik100. Yılında Ermeni Sorunu
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.