Bugün sorsalar “günümüzde en fazla hangi ilim dallarına ihtiyacımız var?” diye cevabım hemen “tarihçi ve sosyolog ” biçiminde olur. Diğer sektörlerde o kadar maruf insanımız var ki saymakla bitmez. Ancak sokaktaki insana birkaç tarihçi ismi sorsanız bilmez, aydınlarımız da “Prof. İlber Ortaylı ve Prof. Dr. Erhan Afyoncu” deyiverir. Veyahut buna birkaç isim daha ekleyebilir. Peki yeter mi? Kesinlikle hayır. Dolayısıyla gençlerimizden tarih eğitimi alan birini görünce hem yüreğimin yağı eriyor, hem de onu hararetle kutluyorum.
Mekteplerimizde de tarih dersimiz hem yeterli değil, hem yönetimlerin rızası kadar okutuluyor. Ortamektepte Niyazi Akşit ve Emin Oktay’ın ders kitabını okurduk. Her baskısında bazı bölümler sil baştan değişirdi. Mesela Sultan İkinci Abdülhamit Han dönemi.
Benim kuşağım tarih dersiyle iktifa etmez günün tarihi kitaplarını mutlaka okurdu. Mesela Ziya Şakir’in, Feridun Fazıl Türbentçi’nin, Turhan Tan’ın, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun, Nihal Atsız’ın. İsmail Hami Danişment’in eserleri bize o yaşta ağır gelirdi ama mutlaka kütüphanemize yerleştirmiştik. Her ne ise.
VAGONLARA YÜKLENEN ARŞİV
Mahir İz ve Mehmet Şevket Eygi Sönmez Neşriyat’ın Yeni İstiklal adlı haftalık gazetesini yayınlıyorlardı. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başğil ve Nurettin Topçu gibi maruf muharrirler de Yeni İstiklal’de yazıyordu. Necip Fazıl Kısakürek’in Zindandan Mehmet’e Mektup’u unu da ilk defa Yeni İstiklal neşretmişti. Satır satır okudu bizim nesil. Noktasına, virgülüne varıncaya kadar hıfz etti. 1969’lı yıllarda Yeni İstiklal bir sayısında “Vagonlarla Kağıt Yapmak Üzere Bulgarlara Satılan Osmanlı Arşivleri” başlıklı bir yazı yayınlandı. Heyecanla okuduk İbrahim Hakkı Konyalı’nın bu yazısını. Yönetime karşı da hiddetlendik adeta. Kimdi bu İbrahim Hakkı Konyalı?
Ben Kilis’te doğdum.
Kilis Tarihi’ni ilk yazan Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ın babası Kilisli Avukat Kadri (Timurtaş) oldu. Ancak Mevcudu yoktu. Çünkü Cumhuriyetimizin ilk yıllarında basılmıştı. Kilis konumu itibariyle çok önemli bir yerdeydi. Hititler, Aramiler, Asurlular, Persler, Selefkiler, Bizanslılar, Selçuklular, Kölemenler, Osmanlılar dönemini yaşamıştı. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan eserler bunu ispat ediyordu. Hazreti Ömer Halife iken Ebu Ubeyde Bin Cerrah ordularıyla bölgeyi fethederek Bizanslılardan almış. Ancak Hristiyan Bizanslılarla Müslüman Araplar arasında savaş hep sürmüş, zaman zaman birisi, zaman zaman da ötekisi galip gelmiş. Türkler ise bölgeye 8. Yüzyılda gelmiş. Abbasiler zamanında Harun Reşit El Mehdi zamanında bölge Türk yurdu olmuş. Bazı ansiklopedilerde ise Kiris isminin o günkü lehçe farkıyla Kilis olduğu ve “efendi” anlamına geldiği yazılı.
KİLİS TARİHİ YAZILIYOR
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi olmuştu. Darbe sonrası Kilis Belediye Başkanı Hüseyin Münipoğlu askeri yönetimce görevden alınarak yerine genç Binbaşı Ali Demirel atanmıştı. Daha sonra ise Kilis’e kaymakam olarak tayin olunan Ali Metin Dirimtekin (1961), M. Kazım Bölükbaşı (1962) ve Ali Altuntaş (1963) Kilis Belediye Başkanlığı görevini yapmışlardı. İlk belediye başkanlığı seçimi ise 1963 Kasımının 20. gününde gerçekleşmiş, emekli Albay Celal Varış bu göreve gelmişti. Sevinen oldu, sevinmeyen oldu. Ancak bir haber herkesi tebessüm ettirmeye yetti de artı bile.
Emekli Albay Kilis Belediye Başkanı Celal Varış, İstanbul’dan ünlü Tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’yı getirterek Kilis Tarihi yazılmasını karar altına almış. Ben tarihe meraklıyım; sevinçten göklere uçuyorum. “Tarihçi Muharrir ve Müellif İbrahim Hakkı Konyalı Kilis Tarihi’ni yazmak üzere memleketimizde” haberini Kent ve Huduteli gazeteleri yazınca içim içime sığmıyordu sevinçten. Dedem Ethem Demircan da Şoförler Cemiyeti Başkanı ve aynı zamanda Belediye Encümeninde aza. Yaşım 16 falan. Sırf İbrahim Hakkı Konyalı’yı görmek üzere bir bahane ile dedemin yanına encümene gittim. Belediyede İbrahim Hakkı Konyalı ile hep birlikte encümende çay içiyorlar.
MUHARRİR VE MÜELLİF
Hafif kilolu, kum desenli siyah-gri karışımı bir elbise giymiş, siyah kravat takmış, kalın çerçeveli gözlükleri gözünde, elindeki fötr şapkası ile serinlemeye çalışan İbrahim Hakkı Konyalı’yı ilk defa orada gördüm. Konuşmaları anımsıyorum encümendeki sohbette. Kilis Tarihi’ni yazacak. Mutabakata varılmış ve anlaşma imzalanmış. Telif hakkını pahalı bulanlar var encümende, “Kilis Tarihi yazılmasa da olur” diyenlere de rastlanıyor birkaç kişi de olsa. Hele birinin “Taşı mı okuyacakmış” demesi biraz gürültüye sebep oluyor. Kitabe okumayı bir azanın “kitap okuma” olarak anlaması da tartışma çıkardı “Kitap okuyacak biz de para mı vereceğiz?.” Ancaksöylenenler Belediye Başkanı’nın bir kulağından giriyor, ötekinden hızla çıkıyor. Tam tersine Celal Varış Kilis Tarihi için her türlü imkanı seferber ettiklerini anlatıyor.”Peki bu adam nerede kalacak?” diye soruyor bir tanesi. O yıllarda Kilis’te otel falan yok. Olanlar da otel gibi değil: Cumhuriyet Oteli, Kanaat Oteli, Saray Oteli tümü de Cumhuriyet Meydanı’na bakıyor. Bakıyor ama otellerimiz otel gibi değil işte. Bir aza “Bizim evde kalır Üstad “diyor. Bir başkası “Olmaz öyle şey, Belediye’deki bir odayı kalınabilecek şekle sokarız” derken, bir başkası “Yaşlı başlı adama ayıp olur arkadaşlar” diye cevap veriyor. Bir tanesi Ulu Camii hücresini hatırlatıyor. Öyle bir tartışma başlıyor ki buna kesin çözümü İbrahim Hakkı Konyalı veriyor “Ben buraya yatmaya değil, çalışmaya, tarihimizi gün yüzüne çıkarmaya geldim. Ben nerde olsa yatarım. Siz bana, beni köylere götürecek bir cip, bir de fotoğrafçı verin yeter de artar bile.” Herkes şaşkınlık içindedir.
ABİDE VE KİTABELERİYLE KİLİS TARİHİ
Cumhuriyet Caddesi üzerindeki Turistik Lokantaya yemeye gidildi. Ben dedemden ayrılmıyorum. 1960’lı yılların Foto İlkışık’tan sonra en havalı fotoğrafçısı Foto Şen’in genç sahibi elinde fotoğraf makinası ile Abdi Sever içeri girdi. Celal Varış, Abdi Sever’i hemen yanında oturan İbrahim Hakkı Konyalı ile tanıştırdı. “Abdi oğlum, İbrahim Hakkı Bey nereye giderse, sen de birlikte gideceksin. Gölgesi olacaksın. Her gösterdiği şeyin fotoğrafını çekeceksin. Dağı taşı birlikte dolaşacaksınız.” Abdi Sever sonradan anlattı “Bu adamcağız 70 yaşında falan. Bu dağı taşı nasıl gezecek? Hastalanır Allah korusun!” dedi ama Abdi Sever yoruldu, İbrahim Hakkı Konyalı yorulmadı. Daha sonra karısı Şefika Hanım da geldi Kilis’e. O da kocasıyla birlikte dağı taşı tepeyi, kaleyi, köyü, mezrayı, dereyi birlikte dolaştılar.Karnebi Köyüne ben de gittim. Gazeteciliğe merakımdan mı nedir, ben de gittim, bir de baktım Karnebi’deyim, Oylum’dayım. Ortaya dev bir eser çıktı. Ders kitabı boyunda resimli, 700 sahifeyi aşkın bir ansiklopedik çalışma. Fotoğraflarda Foto Şen’in logosu da var. Önsöz de Celal Varış’tan. İstanbul Cağaloğlu Alibaba Türbedar sokaktaki Fatih Matbaası’nda basılmış. Kilis Tarihi’ni ilk defa bu eserden öğrendim ben ve çoğu hemşehrim.
İŞSİZ GAZETECİDEN KONYALI’YA ASİSTAN
Aradan yıllar geçti. Üniversiteyi bitirmişim, askerliğimi yapmışım, işsiz gezdiğim günlerde Fatih Matbaası Sahibi Hilmi Kurtulmuş’un teklifi ile Tohum Bankası adlı bir araştırma yapmış, İsmail Selçuk mahlasıyla burada yayınlanmıştı. Bir hukukumuz oluşmuştu. Yeni bir teklif ile getirdi bana: İbrahim Hakkı Konyalı yeni bir çalışmaya başladı. Karaman Tarihi’ni yazıyor. O’na asistanlık eder misin?” Hemen kabul ettim. Birkaç kuruş da cebime para girecek .
Yeni İstiklal’deki o meşhur yazısından ve Kilis Tarihi’nden de tanıyorum üstadı. Hilmi Kurtulmuş, İbrahim Hakkı Konyalı’ya telefon etti. Yarın işe başlıyorum. Fatih Yavuz Selim’den treleybüse binerek Sirkeci’de indim. İlk arabalı vapurla Harem’e geçtim. Elimde adres var. Feribot’tan inince Selimiye’ya doğru yürüyeceğim. Solda bir dik yokuş var. Oradan tepeye doğru bakınca pembe boyalı bir apartıman göreceğim. Karlık Apartımanı. “Hele bir oraya gideyim, bulurum” diyorum kendi kendime. Öyle de oluyor.
Kızkulesi ayağımın altında gibi. Topkapı Sarayı öylesine muhteşem görünüyor. Galata Kulesi, Haliç de öyle. Sultanahmet ve Ayasofya’nın minarelerini görüyorum. Vapurlar birbiri ardından geçiyor Boğaziçi’nde. Tam yaşanacak yer galiba!. İlhan Engin’in “İstanbul’da Aşk Başkadır”ı gözümün önüne geliyor, Dr. Alaattin Yavaşça’nın “Boğaziçi şen gönüller yatağı” dudağıma konuk oluyor. İnsan burada şair olur, edip olur vallahi. Zili çalıyorum. Apartımanın kapısı açılıyor. Yeni bir apartıman. Birkaç kat çıkıyorum, kapıyı Şefika Hanım açıyor; “Buyur Evladım” diyor. Şefika Hanım mütevazi giyinmiş. Üzerindeki entari koyu renklerden bir harman gibi siyah ve lacivert. İstanbul Hanım efendisi bir kadın. İçeri giriyorum. Kitap kokusu geliyor her odadan.Çocuk kokusufalan değil. Duvarlarda değişik levhalar. Tümü Kur’an harfleriyle. Komidinin üzerinde birkaç aile resmi var çerçeveli. “Ata dedeleri” falan olabilir diye geçiriyorum aklımdan. İçerde bir ses geliyor “Kim geldi Şefikacığım?” Üstadın sesi olmalı. Şefika Hanım “Yabancı değil. Mehmet Bey geldi. Telefonda konuşmuştunuz ya?”
TERCİHLER SEBZEDEN YANA
Konuşulanlardan keyif alıyorum. İbrahim Hakkı Bey yanıma geldi. Aynı Kilis’te gördüğüm gibi. Galiba elbisesi de aynı. Gözlükleri de. Kilo almamış kilo vermemiş üstelik. Ancak daha yorgun görünüyor. Şefkatli bir insan resmi görüntülüyor yanıma yaklaşırken. “Hoş geldiniz.” diyor. Sonra ekliyor “Nerede çalışalım?” “Hiç farketmez” diyorum. Zaten salondaki yuvarlak masa hazırlanmış. Açık kirli yeşil renkli Hermes daktilomun kapağını açıyorum. Yanımda getirdiğim kağıtlardan birini takıyorum. Daktilomdaki bu ses de çok hoşuma gidiyor. Kağıdı takarkenki ses de bir acayip güzel benim için. Tuşları da etkileyici her vuruşta. Karaman Tarihi’ne böylece başlıyoruz. Üçüncü sınıf kağıtlarda Osmanlı Türkçesi ile yazdığı yazıları okuma gözlüğünü takarakgörmeye çalışıyor, biraz duraklıyor, sonra hanımına sesleniyor ” Şefikacığım kahvemizi yapacaksın değil mi? İstersen içip öyle başlayalım. Konuşmalar benim Boğaziçi’ne bakmam için tam bir fırsat işte. Aman Allahım İstanbul böyle bir güzel işte. Necip Fazıl az bile yazmış. Yahya Kemal de öyle. Ancak iyi ki döktürmüşler. Bir vapurun düdük sesinden fazla güvertesindeki bacasından çıkan siyah duman daha fazla dikkat çekiyor. İyi ki martılar bu kirli sesi az da olsa bağırarak bastırıyorlar. Şefika Hanım kahvemizi getiriyor. Ancak sadece bana yapmış. “İbrahim Hakkı Bey azalttı, dokunuyor artık.” diye izahatta bulundu. Sonrada ekledi “Öğle yemeyine size ne yapayım? Saat kaçta hazır olsun istersiniz?. Biz daha çok sebze yemekleri yiyiyoruz.” Benim için farketmiyor yemekler o günlerde “Siz nasıl uygun görürseniz efendim. Ben yemek ayırt etmem” diyebiliyorum biran evvel yazılara başlamak üzere.
ŞİMENDİFER İBRAHİM HAKKI’DAN TARİHÇİ KONYALI’YA
İbrahim Hakkı Konyalı söylüyor ben yazıyorum. Zaman zaman okuyamadığı olan yerlere Şefika Hanım gelip yardım ediyor. Demek Şefika Hanım da Osmanlı Türkçesi biliyor. Bir sahife bitiyor, yeni bir kağıt takıyorum, o bitiyor bir başka yeniyi daktiloma takıyorum. Gazete artık kağıtlarından yapılmış samanlı dosya kağıtları bunlar. Yazım bitince bu kağıtlardan un gibi daktilonun içine düşenleri temizleyeceğim. Gerçi üflesem de çıkıyor ama, burada ayıp olur, yapmam.
İbrahim Hakkı Konyalı’nın aktardıklarını temize çekerken benim düşüncelerim yine üstada aitti. Bazı hususları kendisinden sorarak öğreniyorum. Füyuzat-ı Hamidiye Rüştüyesi’nde okumuş. Islah-ı Medaris eğitimi almış.
Konya’da Şimendifer mektebinden mezun olmuş. İstasyonlarda çalışmış bir süre. Batum’a kadar gitmiş. Çünkü o yıllarda Türkiye’de şimendifer ihtiyacı varmış. Sonrasında Konya’dan İstanbul’a yazarlık yapmak üzere gelmiş. Müellif olmayı kafasına koymuş. Konya’da Hakyolu Dergisi’nin yayınlayarak bir tecrübe de edinmiş. İstanbul’da Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin talebesi olmuş. Osmanlı Türkçesi, Farsça ve Arapça öğrenmiş, biliyor.
-Mezar taşlarını okumama gelince Mimar Ayas Ağa’nın Saraçhanedeki mezar taşları çalınmıştı. Haberim olunca, araştırdım. Sonra ortaya çıkardık. Bulundu. Gördümkü mezar taşlarımız kültürümüzün köprüleridir aynı zamanda.
Zaman zaman İbrahim Hakkı Bey’in yorulduğunu hissediyordum. Ancak Şefika Hanım daha hızlı çıkıyor ve çay servisine başlıyor.
-Mehmet Bey şu gördüğün Kız Kulesini, Ayasofya’nın minarelerini İbrahim Hakkı Bey kurtardı. Bu tarihi eserler de gidecekti. Allah ondan razı olsun.
İbrahim Hakkı Bey çok soğukkanlı. Pek etkilenmiyor şartlardan, iltifatlardan. Kızgınlığını bile bilemiyorsunuz. “Dalkavukluk meslek olmuş” derken bile bu serzenişte dikkat çekme vardı. Ancak rengi aynı. Yazdıklarını daha çok oturarak okuyordu. Fakat ayağa kalktığı zamanlar da vardı. Kendisini koltuğa yeniden atarken derin bir de oh çekiyordu mutlaka. “Ohhh be…”
ŞEFİKACIĞIM
Notlarına göz attım, lavaboya gittiği zamanları fırsat bilerek. Yazdıklarının tümü Osmanlı Türkçesi, rakamlar ise latince. İmzası da öyle. Kendisi asparagas bir tarihçilik yapmıyor “falanı kim zehirledi” feşmekan diye. Birer kültür, sanat ve medeniyet abidesi olan şehirlerimizi gündeme taşıyordu. Mezar taşlarını okuyor, kitabeleri günümüz Türkçesine aktarıyordu. Zor okunabilen girift, sülüs yazıları çözebiliyordu. Arşivleri hallaç pamuğu gibi attırıyordu. Tan gazetesinde yazılar yazmış. “Tan Olayı’nı sorsam mı?” acaba diye aklımdan geçiyor, ancak edep ediyorum. İbrahim Hakkı Bey bir başka tür tarihçi. Kültür tarihçisi. Taşları konuşturuyor, kitabeleri hayata geçiriyor. Kadim şehirleri ayaklandırarak diri tutuyor.
Şefika Hanım muhallebi getirdi. Galiba içine turunçgillerden yaprak da atmış ki kokusu öyle geliyor. Karısı “İbrahim Hakkı Bey, verdiğin son yazıları da tasnif ettim. İstediğin zaman getirebilirim.” diyor. Kendisi “Şefikacığım o bölüme henüz gelmedik. Sonra hatırlatırım. Ellerine sağlık iyi oldu. Beni zahmetten kurtardın.” Eş ve iş arkadaşlığı böyle oluyor galiba. Belli ki bu mütevazi ailede bir soyluluk var. Selçuklu soyundan geldiğini zor da olsa öğrendim bu mütevazi aileden. Sonra Şefika Hanım bana döndü:
-Muhallebiyi beğendin mi Mehmet Bey? Bizim sütçümüz var. Tazedir. Her gün getirir. Bizde süt de çok tüketilir.
-Elinize sağlık efendim.
Sonra kocasına döndü:
-İbrahim Hakkı Bey defterde bir sorun yok. Sahifeler yerinde durduğu için mesele olmaz. Ancak okuyamadığınız bir yer olursa bir de ben bakarım.
Sonra bana bakarak konuştu Şefika Hanım:
-İbrahim Hakkı Bey kağıtlara not aldığında bir mesele olabiliyor yapraklar karışınca, ancak defteri tertemizdir.
TAASSUBA KARŞI BİR YAZAR BİR KENT
Şefika Hanım konuksever biri. Laf nereden açıldı hatırlamıyorum ama Konya’nın tutuculuğu iddiasına geldi. İbrahim Hakkı Bey Konyalı olmanın bir imtiyaz olduğunu söylüyordu, böyle bir ithama da razı değildi:
-Konya’da eğitim gördüğüm Füyuzat-ı Hamidiye Rüştiyesi olsun, diğer yerler olsun hep ıslahat-ı medaris gibi taassuba karşıdır. Ben taassubun ne mel’un bir şey olduğunu bu mekteplerden öğrendim. Konya böyle bir yer. Alim yatağıdır. Hep buralardan icazet almışımdır.
Çalışmayı kendine iş edinen İbrahim Hakkı Bey’in ilk yazısı bir tercüme olarak Konya’da Osmanlıca yayınlanmış. Babalık’da Hak Yolu’nda yazılar neşretmiş. Soruyorum kendisine zaman zaman “imzanız hep aynı mıdır? İmzasını sürekli”Muharriri veya müellifi İbrahim Hakkı Konyalı” diye atıyor. Hiç değişmemiş bu uygulama.
Yemek saati geldiğinde Şefika Hanım çalıştığımız salona gelir, “Biraz dinlenin yemekten sonra devam edersiniz!” der. Öğle yemeklerine bir tür çağrıydı bu. Genelde hep sebze yemekleri gelirdi sofraya ıspanak, enginar, pırasa, lahana ve değişik dolmalar. Öncelik ise yoğurtlu kabak dolmasıydı. Sütlü bir tatlı da hemen hemen mutlaka olurdu bu öğle yemekleri mönüsünde. Akşamları evimizde olurduk. Epeyi bir süre bu böyle devam etti.
“ALIN TERİ SOĞUMADAN HAKKINI VERİNİZ”İ DUYMAMAK
İETT kitle iletişim araçları o yıllarda 60 kuruştu. Vapurlar da öyleydi. Benim basın kartım olmadığı için böylesi masrafları karşılamam gerekiyordu. Ayrıca ev kirası, diğer zaruretler falan epeyi bir yekün teşkil ediyordu. Aradan epeyi bir zaman geçmişti. Üstadİbrahim Hakkı Konyalı’dan bu konuda bir ses çıkmayınca mevzuyuHilmi Kurtulmuş Bey’e açtım. O da sadece ” ya öyle mi?” diye sordu. İnancımız gereği “alın teri soğumadan ödeme yapma” emrini kimseye duyuramıyordum. Bir müddet daha devam ettim. Sonra ayrılacağımı söyleyince hiç kimse niçinini sormadı bile!.
Artık İbrahim Hakkı Konyalı’nın bir okuyucu olarak kalmıştım. Gazetelerin Tarih Sohbetleri ve Tarih’ten Sesleri’ni takip ediyordum. Hilmi Kurtulmuş’a bir defasında uğramıştım ki “Mehmet bunda senin emeğin fazla, gel bir takım al bakalım!” dedi. “Nedir o?” diye sormadan Abide ve Kitabeleriyle Karaman adlı eseri Hilmi Kurtulmuş Bey bir poşete koyarak verdi. “Keşke Üstad İbrahim Hakkı Bey de imzalasa da öyle alsaydım” diye hatırlattım. ” İbrahim Hakkı Bey hiç çalışmadan durabilir mi? Kilis, Karaman, Konya, Bursa derken Üsküdar Tarihi’ne başlamış. Gerisi gelecek bunların Ereğli, Şereflikoçhisar, Manavgat ve Aksaray’a kadar uzanacaktı.
TAŞ OKUMAK MI TAŞ KESİLMEK Mİ?
Bugün Gazetesi’nden yine takip ettim İbrahim Hakkı Konyalı’yı. Çünkü kadim şehirlerimizin tarihlerini merak ediyordum. 88 yaşında vefat ettiği gün bile çalışıyordu Belediye Başkanı’nın makamında. Odadakiler geç anladılar. Evini Türk Edebiyat Vakfı’na bağışlamıştı sanatçılar, müellifler ve muharrirler Boğaziçi’ni gören, Topkapı Sarayı, Kız Kulesi, Sultanahmet ve Ayasofya Camilerine bakan bu dairede eserler üretsinler diye!. Kütüphanesini ve arşivini de adına kurulan Üsküdar’daki kütüphaneye verdi. İbrahim Hakkı Konyalı üstada rahmet dilerim. Günümüzde acaba ömrünün dördüncü çeyreğinde bile koşturan kaç tane İbrahim Hakkı Konyalı var dersiniz? Yahut kaç kişi taşları, kitabeleri okuyabiliyor, girift sülüs yazıları çözebiliyor? Ne dersiniz?