GİRİŞ: Oktay Sinanoğlu, Amerika’nın tepesine oturan, dünya ilim çevrelerinin peşinde koştuğu adam… Döküntülerini toplayanların Nobel Armağanı aldığı adam… İşaret ettiğinin Nobel armağanına layık görüldüğü adam… Modern üniversite tarihine adını yazdırmış adam. Bu adam bizim. Bu adam hep bizi düşündü. Ülkesi için, insanları için çalıştı. ‘7 kere 8 kaç eder‘ sorusuna bir defada doğru cevap veremediği halde, hangi dizide hangi oyuncunun, hangi karakteri canlandırdığını bilenler bu adamı bilmiyorlar. O; bize hava gibi, su gibi gerekli bir kıvılcımdı. Devletimizi yönetenler kıymetini bilemedi, bilenler ‘önüme geçer‘ endişesiyle bilmezden geldi. Türkiye’de kendisine imkân verilseydi pek çok genç Oktay Sinanoğlular yetiştirecekti. Aziz ve Necip Türk Milleti, ebedî âleme doğuşundan sonra nasıl bir değeri kaybettiğini bilirse, yeni Oktay Sinanoğlular yetiştirecektir. Böyle bir gelişmeye vesile olur niyazı ile Aziz ve Muhterem âlim-hocamızı, O’nu iyi tanıyan yakın dostu Prof. Dr. Tolga Yarman ile konuştuk. |
Oğuz Çetinoğlu: Prof. Dr. Merhum Oktay Sinanoğlu Hoca’mızla ne zaman, nerede ve hangi vesile ile tanıştınız?
Prof. Dr. Tolga Yarman: Kendisini hemen herkes gibi, o daha Yale’de, 28’inde Profesör olarak tâyin edildiğinde uzaktan tanımış ve O’na büyük hayranlık beslemeye başlamıştım. O tarihte henüz, Galatasaray Lisesi son sınıfta idim…
Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK) bursu ile Massachusetts Institute of Technology Üniversitesi’nde (MIT),(1) Nükleer Mühendislik ve Nükleer Bilimler alanında doktoramı yapmaya gitmiştim… Oktay Hoca o zaman Yale Üniversitesi’nde idi. Ben de New England (Massachusets, Vermont, Maine, Rhodes Island, Connecticut, New Hampshire Eyaletleri’nde Okuyan Türk) Öğrenciler Birliği Başkanı idim. Hafta sonları toplantılarımız olurdu. Sinanoğlu Hoca’yı çağırırdık, bizi kırmaz, atlar, gelirdi.
Sonrasında, Üniversite Öğrenimimi; Fransa’da, kısaca ‘Lyon Teknik Üniversitesi‘ diyebileceğimiz ‘Institut National des Science Appliquées de Lyon’da tamamlamış, 1967-1968’de, İTÜ Fiziko Kimya Kürsüsü’ne, asistan olmuştum…
Oktay Hoca ile ilk karşılaşmamız, işaret ettiğim gibi, MIT’de, öğrenciler olarak toplandığımız ‘Student Center’de oldu.
1983 yılında siyasetle bağlantı kurduğumdan dönemin şartları gereğince Üniversite’den ayrıldım. İlmî çalışmalarla ilgimi devam ettirmek için makaleler yazdım. Fakat yazdıklarım, gönderdiğim yurt dışı dergilerde yayınlanmaya değer bulunmuyordu.
Başka bir konu seçtim: Konu olarak Einstein Görelilik Kuramı’yla, Kuvantum Mekaniği’ni birbirlerine bağlamak ve bu çerçevede, içime bir türlü sindiremediğim, Einstein’ın Genel Görelilik, yani Gravitasyon Kuramı’na alternatif olacak, şu ki esas itibariyle, Kuvatum Mekaniği’nden kök alacak kuramı yazmak… Muhakkak yeni bir şey yapmak üzere değil, hayır, anlamadığımı anlamaya çalışmak için…
Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’nın, türetim yollarını, içime sindiremediğim sonuçlarını, kendi kendime, kendime özgü yollardan türetmek üzere giriştiğim gayret sonucu, başta beklemediğim kadar ciddi bir noktaya, epey bir gelmiştim ama dediğim gibi, sonuçlarımı dünyaya kabul ettirmede zorlanıyordum…
Makalelerim, yurt dışına gidip gidip, oradan döndükçe, düşüncemin çalınabilecek olmasına dönük kaygı, içimde büyüye gidiyordu…
Sonunda, sırf kayda geçirmek için, iki makalemi, en büyük Üniversitemizde kökleşmiş olarak çıkan Dergi’ye yolladım (Chimica Acta Turcica, İÜ)… Yıl olmuş, 1997…
Çalışmam burada da reddedilmişti.
Editör, Sevgili Arkadaşım Prof. Murat Orbay, kendisiyle yaptığım görüşme üzerine makaleleri Oktay Sinanoğlu’na gönderdi. İki ay sonra Oktay Hoca’yı aradım… ‘Merhaba’, ‘Nasılsınız‘ kelimelerinden sonra, zapt edemediğim bir dürtüyle konuya atladım:
-Hocam, makalelerde bir mana var mı?
–Bir ‘mana’ mı? Dedi… ‘Kaç mana’, birden, yok ki!
Dünyalar benim olmuştu…
Oktay Hoca, makaleler üzerinde biraz daha da çalışmak için bir parça zaman istedi…
İki ay sonra Moda’da, bir çay bahçesinde buluşup saatlerce konuştuk…
Çalışmamı övmesi benim için bir ayrıcalıktı…
Neticede, ‘Bilim Kilisesi’ne baş kaldırışım’, ayrıca çok hoşuna gitmişti.
Kuvamtum Mekaniği’nden Gravitasyon sonuçlarını almama, şaşırmış, bir o kadar sevinmişti. ‘Bunu nasıl göremedik‘ yönünde oluşabilecek bir kompleks, kırıntısı, sergilemedi. Tersine; yaptıklarımı, bir kardeşinin yapmış olması, O’nda kıvanç duygusundan başka bir duygu uyandırmamıştı.
Nasıl ‘yüksek bir ilim namusu‘ taşıdığını, o gün yakından görmenin hem kıvancını, hem de sevincini bahşetti bana…
Böyle zamanlarda insanlar genelde ve ‘maalesef’, diyeceğim, şuna benzer laflar ederler:
–Aradan yüz yıl geçmiş, bunu birisi muhakkak düşünmüştür.
–Koskoca Einstein yanılmış olabilir mi? Teori’nin üzerinden, daha nice dev beyinler geçti!
–Yaptığının, muhakkak bir yerinde, yanlış vardır!
–Onca adam görmemiş, ben de görmedim. O halde bu ‘doğru’ olamaz.
Gülünç olduğu kadar, ‘aşağılık kompleksi‘ yüklü tepkilerdir bunlar…
Çok sevdiğim bir matematikçi arkadaşıma, Einstein’ın yerçekimi nazariyesinde bir arıza olduğundan emin olduğumu söyleyince, yukarıdakilerden çok farklı bir tonda:
–Geçen yüzyılın, Hilbert’ten başlayarak, en büyük matematikçileri bu konuda çalıştılar Tolga Hocam, burada bir yanlış aramak, Himalayalar’ın altından tünel kazmaktan daha zordur.’ Deyivermişti!
Oktay Hoca, buralara hiç girmeksizin, fevkalade asil bir biçimde ve cin gibi, yaptıklarımı görmüş, onaylamış ve sonuçlarımdan övünç duymuştu.
İşte böylesi bir ilim namusu…
Sonra Moda’da bir kebapçıya gittik… ‘Hakem Raporu’nu, orada kaleme, aldı. Şöyle diyordu:
Sayın Dr. Esin Bölükbaşı
Yürütme Kurulu
Chimica Acta
İ. Ü. Mühendislik Fakültesi Dekanlığı Yayın Bürosu
34850 Avcılar, İstanbul
F: 0212 591 19 97
Derginize yayınlanmak üzere sunulmuş bulunan, Tolga Yarman’ın,
1-Invariances Based on Mass and Charge Variation Manifactured by Wave Mechanics, Making Up The Rules of Universal Matter Architecture,
2-A Novel Systematic of Diatomic Molecules Via the Theory of Special Relativity
adlı makalelerini inceledim.
Temel olarak şunu belirtmek istiyorum ki, bu makalelerde son derece yeni, çok ilginç ve fizik ve kimyada birçok gelişmelere yol açabilecek kavramlar ve bulgular ortaya konmaktadır.
Yayın tarzı gibi ayrıntıları yazarla belirleyebileceğiniz öngörüsüyle, içeriğin önemi hakkında vardığım sonucu, bilgilerinize saygılarımla sunarım.
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
(İmza)
15 Eylül 1998
Oktay Hoca, belli bir olgunluk seviyesine ulaşmış çalışmalarıma, Türkiye’de, gönülden ve derinlemesine ilk sâhip çıkan ilim adamıdır.
Oktay Hoca sonraki çalışmalarımda hep bana destek verdi. Çalışmalarımın hepsinde, Oktay Hoca’ya gerçekte hiç bir zaman tam eda edemeyeceğim, vefa borcumun, işareti vardır… Çetinoğlu: Gerek ilk görüşte gerekse sonraki berâberliklerinizde, Sinanoğlu’nda gözlemlediğiniz kişilik özelliklerini anlatır mısınız?
Prof. Yarman: O’na hayranlığımı, gizleyemezdim. Doğrusu, bunu, MIT’de 1960’ların sonlarındaki ilk karşılaşmamızda, çoktan anlamıştı.
‘Gönül penceresini’ hemen açtı. Bahşettiği sevgi, beni gururlandırmıştı… MIT’deki ilk buluşmamızda ayaküstü, ama uzun konuştuk… Bana, daha o zaman, iç dünyasını açmakla, beni ayrıca ödüllendirdi.
Zıpkın gibi zeki, bir o kadar duygu insanı…
Yumuşak, aynı zamanda, radikal… Tâvizsiz, çok kişilikli…
Çetinoğlu: Sinanoğlu, özel sohbetlerinde; hücrelerinin her bir zerresini ıstırapla kıvrandıran Türkiye gerçeklerini anlatıyordu. Hiçbir Türk’ün kabullenemeyeceği acı gerçekler… O gerçekleri, kendisini yakından tanıyan Tolga Yarman’dan dinleyebilir miyiz?
Prof. Yarman: Bakın size bir örnek vereyim: Çocuk yaşta, kışın, evsiz barksız, sokaktaki kedinin köpeğin, yalnızlığını, çaresizliğini, buna rağmen ayakta kalma direncini, özel bir duyarlılıkla doğmayanların idrak etmesi, çok zaman alır…
Böylesi bir idraki hatta hiç geliştiremeden bu dünyadan gelmiş geçmiş Âdem’ sayısı, astronomik sayıları aratmayabilir.
İnsanın gözüne görünenler vardır, görünmeyenler vardır. Gönül gözüne görünenler vardır, görünmeyenler vardır. İdrakine yükselmiş olgular vardır, onun çok uzağından kalmış olgular vardır…
Oktay Sinanoğlu gibi birisi, bakacak ve fakat görmeyecek… Böyle bir şey yok!
Bakınca gördükleri, O’na, genelde ‘acı’ veriyordu… Yalnız Türkiye’ye dönük olarak değil, bütün dünyaya dönük olarak…
‘Perişan ülkeler‘ lafı O’nun tornasında, yontulmuştur…
Bu ne kadar varitse, Türkiye’ye dönük özel sevdası, bir o kadar varittir…
Evet, Türkiye’nin üstüne titriyordu…
Evren ve madde âleminde iken, topraklarımızda hangi ‘kan’ ve ‘tarihî bağlam’ uzantısında oturduğumuzu unutmaz, aynı biçimde, Türkiye’nin üstüne titrerken, evren ve madde âleminden, insanlığa dönük duyduğu sorumluluk itibariyle, uzaklaşamazdı.
Tam bir Atatürkçü idi. Cumhuriyet’e meftundu… Ancak ‘Gardırop Atatürkçüleri’ bir yandan, Cumhuriyet’i, bir de sözüm ona Cumhuriyet’ten yana görünerek çığırından çıkartanlar, O’nu deliye çeviriyordu…
Acı çekti ama itidalini ve nükte kabiliyetini hiç köreltmedi…
Zaman zaman şöyle derim:
–Kulağını kesmeden Van Gog olamazsın, her kulağını kesen ise, Van Gogh olacak diye biri kaide yoktur.
Bu bağlamda, ‘Oktay Hoca kulağını kesmeyi elbette aklına hiç getirmedi!’ Denilebilecektir. Fakat algıladıkları, duyarlılığıyla yoğrulunca, eminim işte, derinlikleri öylesine başka türlü olan bir insanın duyduğu, ‘ezâ’ya benzer bir duygu oluyor…
Bir yandan nükteyle, bir yandan, kendi deyişiyle, ‘delikanlılık pozuna gölge düşürmemeye çalışarak’, sıkıntısını geçiştiriyordu.
Bence amansız ve örnek bir mücadele verdi. Hep tek başına!
Dünyanın bildiği ve saydığı bir Hoca olmasa, O’na, Nobel ödülünü vermedikleri bir tarafa, büyük problem yaşatacak odaklar ayrıca ve muhakkak, olurdu…
Son evrelerinde, etkilediği insan kitlesinin büyümesi, O’nu takip altında tutanların, daha çok hareketlilik göstermelerine sebebiyet vermişse, buna hiç şaşırmam…
Çetinoğlu: Türkiye’nin 2000’li yıllardaki durumunu anlatırken, tedbir alınmazsa yakın bir gelecekte karşılaşılacak felaketler konusunda ilgilileri / yetkilileri uyarıyordu. Neler söylüyordu, söyledikleri gerçekleşti mi?
Prof. Yarman: Bir defa bölgedeki emperyal oyunları görmemesi mümkün değildi. Türkiye’nin ise buna boyun uzatması O’nu muhakkak çileden çıkarıyordu.
Bilirsiniz, üzeriden en çok durduğu değerler… ‘Akıl’ ve ‘Gönül’ idi.
Aklı başından alınmış bir ülke, irfanı kapalı, vicdanı mühürlü bir gençlik, tartışmayan, sorgulamayan, nesiller, O’nu ‘deliye’ çevirmeye yetiyordu…
Şu var ki, karşınızda dev güçler varsa, bir tek akıl ve (ne kadar dâhiyane olursa olsun), şahsî hünerlerinizle onlara, karşı koyamazsınız. Açmazı buydu…
Stalin’e demişler ki:
–Papa hakkında çok atıyor, tutuyor…
Stalin’in cevabı, ilgi çekici:
–Kaç tümeni var ki!
* * *
Oktay Hoca’nın dinleyenleri, hayranları, çoktu… Fakat onların başında ‘Oktay Paşa‘ olmayı iç istemedi… Aklından bile geçirmedi… O anaforlara, bir girdin mi, laboratuar, kütüphane, kitap-mitap, biter… O, buna katlanamazdı…
Oktay Hoca, tam manasıyla bir aydın ve ilim adamıydı… Kamuoyu için yazdığı kitaplarla, acayip savaştı. Fakat bunun dışında herhangi örgütlü, siyasî bir mücadele, O’nu, öteki ‘can parçası’ araştırmadan kopartırdı… Buna katlanamazdı…
Çetinoğlu: Buna rağmen asla ümitsiz ve karamsar değildi. Ümitlerinin kaynağı ne idi, güvendiklerinin temelinde ne vardı?
Prof. Yarman: Akıl, direniş, sevgi ve mücadele…
Bir defasında Mareşal Tito demiş ki:
–Yugoslavya’yı bölebilirler, Sovyetler Birliği’ni çökertebilirler, ama Mustafa Kemal’in Türkiye’sine, bir şey yapamazlar…
Oktay Hoca, Mustafa Kemal’e; Tito’dan muhakkak daha çok güveniyordu…
Ama ya Mustafa Kemal’in yerine, yıllar içinde geçenler?
Bunu, bir başka fasılda konuşuruz…
Şu ki, Kemalistler, Cumhuriyetçiler, ‘laikler’ mi yoksa ‘laikçiler’ mi, artık tam ne diyeceğimi bilemiyorum, devam edeyim, ‘milliyetçiler’, giderek solcular, hal ve hareketlerini, kilitlendikleri saygıdeğer hedefler itibariyle, ciddi olarak sorgulamalıdırlar.
Bana kalırsa, kimseyi bilhassa kastetmiyorum, ama ‘Türkiye’deki dinamikleri‘, hele bölgedeki, petrol ve doğal gaz savaşı zemininde anlayan, hemen hiç yok gibi…
Oktay Hoca ise, olup biteni hemen herkesten daha berrak görüyor ve insancıl (milliyetçi demeyeceğim), ‘millî bir refleks‘ geliştiriyordu…
İşaret etmeliyim ki, Oktay Hoca, inançlı bir insandı ve aklın, nakil tarafından biçilmesine en çok isyan edenlerden biriydi.
Bakın ‘nakil’, ‘bilim kilisesinde’ de vardır… Esasen olmazsa, olmazdır, ‘nakil’… Ama bu ‘kilise’, ‘sorgulama kültüründen’ uzak durmayabildiği için, kendini yeni baştan var etme erdemini, epeydir, göstere-gelmiştir.
Yoksa söyleyeyim, sorgulamayı ve sorgulanmayı ufak ufak taca atan, giderek, menfaat kalelerinin dışına fırlatmak isteyen, bir ‘bilim kilisesi’, IŞİD’den beterdir… Ki, bu kilise yer yer olsun, böylesi işaretleri maalesef vermektedir.
Oktay Hoca böyle bir bilim kilisesinin keşişi olmayı her zaman reddetmiştir.
Çetinoğlu: Sinanoğlu’nun hayalinde; dünya devletleriyle iktisadî ve teknolojik açıdan entegre olmakla birlikte, iktisaden güçlü, teknoloji üretebilen, tam bağımsız, kalkınmış ve müreffeh bir Türkiye oluşturmak düşüncesi vardı.
Bu düşüncelerinin uygulamaya konulması, kimler tarafından nasıl engellendi?
Prof. Yarman: J) … Balyoz’a ve Ergenekon’a bakmak yeter de artar bile…
Türkiye, bir ‘Siber Savaş’ yaşadı… Tek kurşun atılmadan Ordu’nun tepesi bir çırpıda biçildi…
Oktay Hoca yaşasa ve biraz daha etkili olmaya başlasa, herhalde tam da, valla mükemmel bir ilim adamı Haberal gibi, bedel ödemeye mahkûm kılınabilirdi… Unutmayalım kil, Sevgili Mehmet Haberal, en verimli beş senesini, Silivri’de ‘mecburî ikamette’, geçirdi…
Çetinoğlu: Oktay Sinanoğlu tam bir entelektüeldi. Kendi aslî alanı dışında kalmasına rağmen, Türkiye’yi kalkındıracak konularda derinlemesine bilgi sâhibi idi. Hangi alanda neler tasarlıyordu? Önemli gördüğünüz birkaç projesinden söz eder misiniz? Prof. Yarman: İlk Yaz Okullarını düzenleyenlerdendi. Aklı ve ilimi, aydınlanmayı, gönüle aynı ölçüde sâhip çıkarak, güçlendirmek için, çırpındı durdu… Fakat dediğim gibi, ‘teşkilatlı’ değildi… Siyaseten baltalandı, durdu…
Çetinoğlu: ‘Akıl ‘ dediniz. Nasıl bir akıl ve kimin aklı?
Yarman: Öğrencilerime şöyle derim:
–Aklı kendi başına bırakırsanız, ya davulcuya ya zurnacıya kaçar, akıl deneyle terbiye edilmek mecburiyetindedir…
Oktay Hoca; bağımsız ve millî bir karakterdeydi.
Strateji derslerimde söylediğim, bir şey vardır ki, ihmale gelmez:
-‘Sosyal adaletin’, ‘gelir dağılımında âdil paylaşımın’ oluşmadığı yede, ‘millîlikten’ bahis abestir.
Bir de, Okyanus aşırı bir yerlerden kerteriz tutacaksın, arkasından millîlikten, bağımsızlıktan dem vurmaktan çıkmayacaksın! Bu bir riyâdır. Görenekteki adı, münafıklıktır.
İşbirliği bir şeydir, talimat alıp, bunu yerine getirmek başka bir şeydir.
Doğrusu bu konuları, Oktay Hoca ile uzun uzadıya tartışma şansım olmadı, ama millî kere millî, bağımsız kere bağımız, bir örnek kişilik sergileye-gittiğini, hemen ifade edebilirim.
Bu yönde tam bir sancaktar olmuştur…
(1)Amerika Birleşik Devletleri’nin Massachusetts Eyâleti’ndeki Boston Şehri’nin Cambridge Mahallesi’nde yerleşik ve özellikle ilim, mühendislik ve ekonomi konularındaki başarılarıyla tanınan bir teknik üniversitedir. Teknoloji ve mühendislik konularında dünyanın en iyi teknik üniversitesi olarak tanınmaktadır. 1865 yılında faaliyete geçmiştir.
Prof. Dr. OKTAY SİNANOĞLU: 1935 yılında doğdu. 1953 yılında 18 yaşında iken Atatürk tarafından 1928 yılında kurulmuş Türk Eğitim Derneği Yenişehir Lisesi’ni burslu olarak okudu ve birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla kimya mühendisliği okumak üzere ABD’ye gitti. 1956yılında, 21 yaşında iken ABD Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley Kimya Mühendisliği Fakültesi’ni birincilikle bitirdi. 1957 yılında, 22 yaşında iken Massachusetts Institute of Technology Enstitüsü’nü (MIT) 8 ayda birincilikle bitirerek Kimya Yüksek Mühendisi oldu. 1960 yılında 25 yaşında iken Yale Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı. 1961 yılında 26 yaşında iken ‘Atom ve Moleküllerin Çok Elektronlu Kuramı’ başlıklı tezi ile doçent ve 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını ilim dünyasına kazandırarak profesör unvanını aldı. Bu unvan ile Modern Üniversite Tarihinin ve Yale Üniversitesi Tarihinin (son 300 yıldaki) en genç profesörü oldu. 1964 yılında 29 yaşında iken Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne danışman profesör olarak tâyin edildi. Kısa bir süre sonra, Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsüde daha profesör olarak görev verildi. Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk birkaç profesöründen biri oldu. Watson ve Crick sarmal modelindeki DNA sarmalının çözelti içinde o halde nasıl durduğunu keşfetti. Amerikan Millî İlimler Akademisi’ne üye olarak seçildi. Buraya seçilen ilk ve tek Türk oldu. İki defa Nobel’e aday gösterildi. Defalarca Nobel Akademisi’nin isteği üzerine Nobel’e adaylar gösterdi. Dünyanın sayısız yerinde sayısız buluşları ve teoremleri ile ilgili sayısız konferans verdi. Son zamanlarda, 26 yaşından beri devam ettiği Yale Üniversitesi’nde Moleküler Biyoloji ve Kimya olmak üzere iki kürsüde profesör ve 7 senedir görev yaptığı Yıldız Teknik Üniversitesi’nde ise Kimya dalında olmak üzere bir kürsüde profesör olarak görev yaptı. 19 Nisan 2015 tarihinde ABD’nin Florida Şehri’nde vefat etti. İstanbul’da toprağa verildi.
|
(DEVAM EDECEK)
(ÖNCE VATAN GAZETESİ, 04 Eylül 2015 Cuma)