Köye Dönüş

106

Kilis Valisi Güner Özmen’in  “Kırsal Câzibe Merkezleri”  kuracaklarını;  bu yöntemle iç göçü önleyerek, köylüyü üretken kılmayı amaçladıklarını söylemesi (“Gelin köyümüze geri dönelim.”  Sağduyu gazetesi, 23 Nisan 1998) hele televizyonda bir ailenin, kendi istekleriyle, hem de yeni bir heyecan ve sevinçle köylerine dönüş hazırlığı içinde olduklarını görünce, uzun zamandan beri düşünüp de henüz kaleme alamadığım, hayatî bir konuyu hemen yazmak istedim.

Her ne kadar, gözle görülür bir yavaşlama sürecine girmekle beraber, köyden şehre göç, tam mânasıyla durmuş değil.

Büyük şehirlerimiz, başta İstanbul olmak üzere, büyük birer köy görüntüsüne bürünmüş vaziyette.

Nitekim, “Bir taşına Acem mülkü fedadır.”  dediğimiz dünya cenneti İstanbulumuz, beton yığını olmakta. “İstanbul Efendisi”  diye parmakla gösterilen İstanbullu vatandaşımızın yerinde yeller esmekte; o güzelim Türkçe’nin yegâne / tek mümessili / temsilcisi olan  “İstanbul Türkçesi”  unutulmaya yüz tutmuş bulunmaktadır.

Şehre gitmenin kolaylaşması, yolların, vasıta ve araçların uzakları yakın etmesi; geride kalanların, gidenlere yerli yersiz özenmesi, köyde yaşamanın dün -her şeyin insan gücüne dayanması yüzünden- günümüze nazaran daha zor ve meşakkatli olması, köylerin şuursuzca boşalmasının başlıca sebepleri arasındadır.

Şüphesiz, artan nüfus karşısında mevcut arazilerin herkesin ihtiyacına yeterince  cevap vermemesi, şehre göçü zarurî ve zorunlu kılıyordu. Fakat bu, köylerin tamamen boşaltılması şeklinde tecellî etmemeli, öyle sonuçlanmamalı. Temel nüfus  yerinde kalmalı; köy her zamanki hayatını devam ettirmeliydi.

Meselâ  -hatırladığım kadarıyla-  1955’lerde 150 haneli 1000 – 1500  arası nüfûsu barındıran, Orta Karadeniz’in dağlık iç kesiminde yer alan köyümde,  -o zamanlar-  cıvıl cıvıl bir hayat vardı. Her sabah sığır, dana ve davar / koyun olmak üzere, üç ayrı sürü yayılmaya, otlamaya çıkardı. Yazın bir iki ay yaylaya göçülür; kış için hazırlıklar görülürdü.

Bu kadar insanı barındıran köyün, maalesef bugün; evleri metrûk /terk edilmiş, bostanları harabeye dönmüş, tarlaları yabanî otlar bürümüş, hayvan nâmına hiçbir şey kalmamış, yollarını ise otlar kaplamış durumda.

Şimdilerde daimî köy halkı, ne yazık ki beş on haneyi geçmemekte. Kaldı ki bu husus Türkiyemizin bir çok yöresi için böyle.

Köylerin ancak, fazla nüfûsunu şehre aktarması icap ederken, köyde normal hayatlarını sürdürmesi gereken tabiî nüfûsu da; sırf; “desinler” belâsı yüzünden;  “Ben ne güne duruyorum?” gibi yersiz bir düşünce sebebiyle lüzumundan fazla azalmıştır.

Böylece halkımızın vâridâtı / geliri azalmakta, sarfiyatı / gideri artmakta, yâni üretici olmaktan tüketici olmaya doğru hızla gidilmekte; netîcede iktisadî / ekonomik dengeler bozulmakta, bu da pahalılık, işsizlik ve enflasyonu körüklemektedir. Nitekim şu anda nüfûsumuzun yüzde 30’u köylerde, yüzde 70’i şehirlerde yaşamaktadır.

Şehre göçenlerin çoğu, daha iyi hayat şartlarına kavuşmuş olsa neyse. Durum hiç de iç açıcı değil. Şehrin izbe, kenar gecekondu semtlerinde, çok defa susuz, elektriksiz, hattâ yolsuz,küçük, derme çatma evlerde sıkışıp kalıyorlar.

341

Kalabalık ailelerin, bir iki odada tıkışıp yaşamalarının doğurduğu ahlâkî mahzurlar da işin cabası. Üstelik bu elverişsiz ortamda geçimlerini doğru dürüst sağlamak için büyük küçük, kadın kız aile fertlerinin tamamının çalışması şart.

Emin olun, köyde kalması gerekenler, şehirde katlandıkları bunca eza cefayı kendi topraklarına hasretmiş olsalar, daha rahat,  daha güzel bir hayat yaşıyacaklardır.

Kira, su parası, vasıta gideri vb. gibi harcamalardan ve zaman kaybından uzak olmaları sayesinde, bütün çabalarını sadece evlerinin etrafındaki tarla ve bostanlarına sarfetmeleri hâlinde bile, o toprak onları  -inanın-  yeterince besleyecek, gurbet acısı duymadan bağrında barındıracaktır. Hele birkaç tane de tavuk, koyun gibi hayvanları oldu mu, mes’ele yok.

Kaldı ki, artık hemen hemen yolsuz, elektriksiz, okulsuz, susuz köy yok gibi. Zaten elektriğin olduğu yerde, medeniyetin bütün nimetlerini bulmak  mümkün.

 

Velhasıl Âşık Veysel-vâri:

 

“Dost dost diye nicesine sarıldım

Benim sâdık yârim kara topraktır

Beyhûde dolandım, boşa yoruldum

Benim sâdık yârim kara topraktır.”

 

Diyerek  soruyorum:

 

-Ne dersiniz, artık köye dönmenin zamanı gelmedi mi?

 

Önceki İçerikOtim’de Bir Öğle Sonrası
Sonraki İçerikBir Yoksulluk, Bir Ayrılık, Bir Ölüm
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.