Mefküreci Milletler ya da Ülkünün Gücü

100

 

İnsanı duyular âleminin üstüne yükselten manevi kuvvete kişiden kişiye ve ülkeden ülkeye değişmek kaydıyla kılavuz ilke, temel prensip, örnek yargı ölçüsü, ana hedef, baş gaye, mefkûre, ülkü, ideal diyorlar. Aslında bu zamanda en çok bahis konusu yapmamız gereken kavramlar.

Zira Gökalp‘ın deyişiyle toplumları dirilten, uyuşukları harekete geçiren, tembelleri çalışkan ve bencilleri de diğergam kılan bir güç kaynağıdır o. Yani bireyin toplumsallaşması, bilincin millîleşmesidir.

Mefkûre, kanayan yüreğe merhem ve daralan ruha soluktur. Hem dünyevî hem de uhrevî sorumluluktur. Bu meyanda mü’min bir ülkü abidesidir, olmalıdır. İyi bir Müslüman’ın hayatı aynı zamanda doğal bir ülkü sergüzeştidir.

Kapitalizme göre paranın dini-imanı olmayabilir ama idealizmin – mefkûreciliğin milliyeti, devleti hatta ideolojik tabiiyyeti olabilir. Mesela merhum Nevzat Kösoğlu, Türkiye Günlüğü’nün 50. sayısında “Türk Ülkücülüğü” başlığında konuyu muazzam bir şekilde işlemektedir.

Nevzat Hoca, ‘Hakk‘ın ülkücülüğünün öğretisini tasavvuf, eğitim merkezlerini tekke ve bu yükselişin mertebelerini de iman gibi düşünmektedir. Ülkücülükten nasipsizliği ise ‘esfel-i safilîn‘e doğru iniş olarak görmektedir.

Hoca; “Bâtıl‘ın da ülkücülüğü vardır” ve “Toplum, kendi yararlarını aşan birtakım değerler uğruna fedakârlıklar yapabiliyorsa o toplumun ülkücülüğünden söz edebiliriz” diyerek ülküselliği enternasyonal / cihanşümûl bir eşiğe taşır.

1789 Fransız İhtilâlini hedef vardıran sacayak; adalet-eşitlik-özgürlük ülküsü, 1917 Rus İhtilâlini başarıya ulaştıran temel etmen de Marksist ülkücülüktür. Bizim Kurtuluş Savaşı dediğimiz de özgürlük ve bağımsızlığı yegâne ülkü olarak benimsemekten başka bir şey değildir.

Yine Kösoğlu’nun tespitleriyle Eski Roma‘da, İran‘da, Çin‘de, Büyük İskender‘de, Cengiz ve Timur İmparatorluklarında dünya egemenliği iddiasıyla bu ülkücülük vardı. Ve tarihin bütün büyük kültürlerinde de o ülkücülük vardır.

Yeniçağ’ın İngiliz İmparatorluğunun ülkü adı “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” sıfatında saklı değil mi? Ya beğenmesek de Dünyayı yöneten Amerikan ülkücülüğü “Seçilmiş millet olma” ve “Dünyayı uygarlaştırma” ayaklarında yükselmedi mi?

Rahmetli Osman Turan, Rusların Üçüncü Roma ülküsüne bağlandıktan sonra dünya hâkimiyeti şuuruna erdiklerini beyan eder. Bazılarının İkinci Roma olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti nerede diyecekseniz zaten mevzumuz odur erenler.

Sanki küçük milletler (bize göre) ülkücü değilmiş gibi de anlaşılmasın; Arz-ı Mev’ud da, Megalo İdea ve Enosis de, Büyük Sırbistan da, Büyük Ermenistan da, hatta – her ne kadar dış kaynaklı olarak başlamış bile – Büyük Kürdistan da ülkücülüğün inanç/milliyet/etnisite giysisi giymiş halidir.

Doğu’dan Japonları, Batı’dan Almanları ülkücü toplumlara örnek görürüm. Harekete geçmeleri her zaman an meselesidir. Bir de Lâtin (Orta ve Güney) Amerika geleneği var; Panama‘sından Peru‘suna, Nikaragua‘sından Paraguay‘ına kadar her dem kahramanlar liderler öncülüğünde emperyalizm canavarına karşı halkça yürüme istidatları çok yüksektir.

Bir zamanlar biz de böyleydik. Orta Asya steplerinde bir Türk Cihan Hâkimiyeti mefkûremiz ve buna uygun boy hiyerarşisi altyapımız vardı. Bizi Anadolu‘ya, Kafkaslar‘a, Balkanlar‘a ve Ortadoğu‘ya atan muharrik güç neydi? İçimizde dinmeyen bir hasret değil miydi Kızıl Elma ve bu yüzden bitmeyen bir koşu değil miydi Türk Tarihi?

İ’lâ-yı Kelîmetullah ve Nizam-ı Âlem ülküsü neydi, kaç asır sürdü? Orta Asya’daki ülkümüzün İslam’la şereflenmiş ve sonraki hali, Cumhuriyetimizin de Muasır Medeniyetleri Aşma olarak iddiasız gibi görünen oysa aynı dünya hâkimiyeti düşüncesinin evveli/temeli değil miydi?

Bir uzun havamızda dendiği gibi: “Söyleyin şu bülbüle de dertli dertli ötmesin!” Söyleyin yeni seçilecek Cumhurbaşkanına; mefkûreci milletler arenasında ülkünün gücü olmadan yaşama ihtimalimiz yoktur. Varlığımız ülküye armağandır, bilesiniz.