60 adet Kitabı Yayımlanan Araştırmacı Yazar Süleyman Kocabaş Tarihimizdeki kırılma noktalarını aydınlatıyor.

119

Oğuz Çetinoğlu: Osmanlı’nın ve Türkiye’nin karşılaştığı olumsuzlukların, ülke topraklarının coğrafî konumundan kaynaklandığına dair, genel kabul görmüş bir görüş var. Sayın Kocabaş! Anadolu’nun jeopolitik önemi üzerine genel bir değerlendirme yapar mısınız?

Süleyman Kocabaş: Milletlerarası jeopolitik uzmanlarına göre, dünya haritasına bakıldığında, Anadolu dünyanın ‘Stratejik adası ve merkezi’dir. Bu tespit boşuna yapılmamıştır. Çünkü Anadolu üç kıtanın; Avrupa, Asya ve Afrika’nın aynı noktada kesiştiği ve düğümlendiği bir alandır. Amerika ve Avustralya keşfedilmeden önce ‘Eski Dünya‘ denilen bu üç kıtaya, süper güç olup da dünya hâkimiyeti peşinde koşan bütün büyük millet ve büyük devletlerin bu emellerini gerçekleştirmek için Anadolu’ya hâkim olmayı şart olarak görmüşlerdir.

Geçmişin süper güçleri, Pers, İskender, Roma ve Bizans İmparatorlukları, Moğollar ve Timur; dünya hâkimiyeti için hep Anadolu’ya sahip olmayı düşünmüşlerdir.

Anadolu daha birçok irili ve ufaklı devletin varlığına sahne olmuştur. Tarihte Anadolu kadar el değiştiren bir başka bölge olmamıştır. ‘Kızıl Elma‘ olarak adlandırılan Türk millî mefkûresi (Türk Milletinin dünya hâkimiyeti ideali) ve İslâm’ın İ’layi Kelime-t’ullah davasının (Allah’ın adını yüceltme düşüncesi) hedefleri arasında Anadolu’ya yerleşmek  de yer almıştır. Türkler bu düşünceyi, Müslüman olduktan sonra gerçekleştirmişlerdir. Büyük Selçuklu Devleti ve onun ardından kurulup üç kıtaya hâkim olan Osmanlı cihan devleti bu büyüklük ve heybetlerini Anadolu’ya sahip olmakla kazanmışlardır.

Çetinoğlu:Osmanlı Devleti, Anadolu’ya sâhip olduktan sonra dünyanın süper gücü oldu.’ Diyorsunuz. Konuyu açar mısınız?

Kocabaş: Fatih Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fethedip Bizans İmparatorluğu’na son verdikten sonra Osmanlı Devleti dünyanın süper gücü haline gelmiştir. Süper güç unvanı, 1768 -1774 Osmanlı – Rus Harbinde Osmanlının ağır bir mağlubiyete uğraması sonucu imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile son bulmuştur. Böylece Osmanlı, süper güç unvanını, 1453 yılından 1774 yılına kadar tam 321 yıl korumuştur.

Çetinoğlu: Osmanlı’dan sonra bu sıfat kime geçti?

Kocabaş: 1774’den sonra dünyanın süper gücü İngiltere olmuştur.

Çetinoğlu: Anadolu’ya sahip olmadan mı?

Kocabaş: Anadolu’ya hâkim olmamış fakat Anadolu’nun sahibi Osmanlı Devleti üzerinde hâkimiyet kurmuştur.

Çetinoğlu: İngiltere kaç yıl süper güç olarak kaldı?

Kocabaş: 1774 yılından 1945 yılına kadar 171 yıl.

Çetinoğlu: Sonra?

Kocabaş: İngiltere, İkinci Dünya Harbi’nin bitimi ile 1945’den sonra süper güç unvanını Amerika Birleşik Devletlerine kaptırmıştır.

Çetinoğlu: Anadolu’nun jeopolitik konumu, fırsatlar kadar tehlikeler de getiriyor olmalı

Kocabaş: Evet! Osmanlı’nın yıkılışının en başta gelen sebeplerinden biri, jeopolitik konumdaki Anadolu’ya sâhip oluşudur.

Çetinoğlu: Şu sonuca mı varıyoruz? Jeopolitik konum süper güç olmak için şart fakat sâhip olunan gücü korumak, devam ettirmek için yeterli değil

Kocabaş: Aynen öyle!

Çetinoğlu: Süper güç olarak hayatiyetinizi devam ettirebilmek için neler gerekli?

Kocabaş: Güçlü olunacak. Zenginlik, ‘güç’ demektir.

Çetinoğlu: Yalnızca zenginlik yeterli mi?

Kocabaş: Yenilikleri takip etmek de gerekiyor. Şimdilerde ‘innovasyon‘ diyorlar.

Çetinoğlu: İngiltere yenilikleri takip etti mi?

Kocabaş: Amerika kıtasının keşfi ile İngiltere, Amerika üzerinde nüfuz sâhibi olmuştu. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra Amerika’yı kaybedince, Hindistan’a yöneldi. Orası önemini kaybedince Orta Doğu, özellikle Irak üzerinde nüfuz alanı oluşturdu.

Rusya Osmanlı Devleti’nden Kırım’ı koparıp aldı ve Karadeniz devleti oldu. Rusya sıcak denizlere inerek süper güç olmak istiyordu. İngiltere bu niyeti sezdi ve Osmanlı’yı destekleyerek Rusya’nın sıcak denizlere inmesini ve dolayısıyla süper güç olmasını önledi. Bu politika kendisini ilk defa, 1783’de Başbakan olan William Pitt zamanında gösterecektir. Pitt şöyle diyordu: ‘İngiltere için, Osmanlı Devleti’nin ayakta kalması bir ölüm kalım meselesidir. Bunun aksini söyleyen kişilerle tartışmaya girmem.’

Pitt’le başlayan İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma ve onu Rusya’ya karşı reformlarla güçlendirme politikası, 19. asrın ortalarında Başbakan Lort Palmerston ile zirve yapacak, bu politika, 1880’li yılların başlarında başbakan olan Lord Gladıstone ile son bulacaktır.

Osmanlı Devleti süper güç iken, hiç kimsenin yardımı ve ittifakına ihtiyacı olmadan kendi kendisini savunuyordu. Zayıflayınca, İngiltere ile 5 Ocak 1809’da Türk-İngiliz İttifak Antlaşması’nı imzaladı. Osmanlı Devleti’ne isyan eden Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı kuvvetlerini yenerek 1833’de Kütahya’ya kadar girmesi karşısında, İngiltere buna da müdahale etti.  Mısır hâkimi Mehmet Ali Paşa’yı ikna etti ve oğlu İbrahim Paşa Kütahya’dan çekilerek Mısır’a döndü. İngiltere, Anadolu’nun, güç sâhibi Mehmet Ali Paşa’nın elinde olmasındansa, zayıf Osmanlı Devleti’nin elinde kalmasını menfaatlerine uygun görmüştü.

Çetinoğlu: İngiltere, Fransa’yı da yanına alarak Kırım Savaşı’nda Osmanlı’yı destekledi.

Kocabaş: Evet! Çünkü İngiltere, 1838 yılında Osmanlı Devleti ile Baltalimanı Ticaret Sözleşmesi’ni imzalamıştı. Osmanlı Devleti Rusya’ya yenilirse, menfaatleri elden gidecekti. Ayrıca, baskı uygulayarak 1839’da Osmanlı Pâdişahına Tanzimat Fermanı’nı imzalattırmıştı. Osmanlı’daki gayrimüslimlerin güçlenmesi, Osmanlı’nın daha da zayıflaması demekti. Ayrıca Ticaret Sözleşmesi ile de Osmanlı’yı ekonomik açıdan çökertecekti. Tarihçiler Osmanlı’nın çöküşünü, Fransızlara verilen kapitülasyonlardan çok Baltalimanı Ticaret Sözleşmesi’ne bağlarlar.

Çetinoğlu: Kırılma noktasına gidiş süreci hakkında bilgi verir misiniz?

Kocabaş: Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti’nin Londra Büyükelçisi idi. Mason olan Paşa, kolayca İngiltere’nin dümen suyuna girdi ve İngiliz efendisinin baskılarıyla kendisini Osmanlı Devleti’nin sadrazamlığına tâyin ettirdi.  Sadrazam olduktan sonra da hep İngiltere hesabına çalıştı. Tanzimat Fermanı’nı Paşa’ya, İngiltere’nin eski İstanbul Büyükelçisi Stratford Cannıng yazdırtmıştı.

Çetinoğlu: Verdiğiniz bu bilgi belgeye dayandırılabiliyor mu?

Kocabaş: Bu gerçeği, Cannıng’in hatıralarından öğreniyoruz.  Cannıng şöyle yazıyor: “Mustafa Reşit Paşa, bu işin neresinden başlanılması gerektiğini sordu. ‘Taa baştan’ diye cevap verdim. ‘Nasıl baştan?’ diye sorusunu tekrarladı. ‘Tabii mal ve can emniyetinden’ dedim. ‘Şeref ve haysiyetin de emniyet altına alınması gerekmez mi?’ diye sordu. ‘Şüphesiz’ dedim.”

1839’da Londra’dan Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) sıfatı ile İstanbul’a gelen Mustafa Reşit Paşa, 1838’de ölen babası Sultan İkinci Mahmud Han’ın yerine geçen çocuk yaşta ve devlet tecrübesi olmayan Sultan Abdülmecid Han’a, Londra’da hazırlanan Tanzimat Fermanını kabul ettirdi ve 3 Kasım 1939’da ‘uyulması gereken prensipler‘ olarak ilan edildi.

Sadrazam tâyin eden ve deviren Cannıng Stratford, Osmanlıdaki rejim değişikliklerine nezâret için 1842’de İstanbul’a ikinci defa büyükelçi olarak tâyin edildi. İktidar değişikliklerinde de önemli roller üstlendi. 28 Eylül 1842’de Sadrazam Rauf Paşa’nın görevinden azli ile yerine Mustafa Reşit Paşa’nın getirilmesi onun isteği ile olacaktır. Cannıng, 1856 yılına kadar görevde kaldı ve azledildikçe Mustafa Reşit Paşa’yı, sadrazamlığa yeniden tâyin ettirdi, O’nu devamlı işbaşında tuttu.  Cannıng’e; İstanbul’daki bu nüfuzu sebebiyle ‘Hükümet içinde hükümet‘ ve ‘Taçsız Sultan‘ yakıştırması yapıldı.

Çetinoğlu: Boğazlar Rejimi de bu dönemde düzenlendi

Kocabaş: Evet. Boğazlardan geçiş, Avrupa’nın büyük devletlerinin isteklerine göre tanzim edildi. Buna göre, İstanbul ve Çanakkale Boğazları, sulh zamanında bütün devletlerin harp gemilerine kapatılacak, Osmanlı Devletinin taraf olduğu savaşlarda ise müttefiklerinin harp gemilerine açılacak, Boğazlar, bütün devletlerin ticaret gemileri için açık tutulacaktı. Osmanlı Devleti, antlaşma ile tarihinde ilk defa olarak bu şartları yerine getireceğini antlaşmaya taraf devletlere taahhüt ediyordu.

1841 Boğazlar Antlaşmasından memnun olmayan tek bir devlet vardı: Rusya. Rusya, Boğazları ‘Kendi evinin kapısı‘ olarak görüyor, bunların kendi ticaret gemileri yanında harp gemilerine de açılmasını, Karadeniz’le sınırı olmayan hiçbir devletin harp gemisinin Boğazlardan geçmesini istemiyordu. Bu sebeplerden adı geçen antlaşmayı istemeyerek imzalamış, ardından ilk fırsatta onu değiştirmenin yollarını aramaya başlamıştı.

Rusya’nın anladığı bir husus da şu olmuştu: Büyük Devletlerin rızası olmadan Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bunun için Rusya, 1844 – 1853 zaman diliminde ilkin Osmanlı Devleti’ni Büyük Devletlerle paylaşma pazarlıklarına girişti. Çar I. Nikola, İngiltere bu paylaşım işine ‘evet‘ derse diğer devletlerin de evet diyeceği düşüncesiyle önce İngiltere’nin kapısını çaldı. 31 Mayıs 1844’de Londra’yı ziyarete gelerek burada Başbakan Lord Aberdeen ile görüştü. O’na, ‘Türkiye ölüm yatağındadır. Biz O’nun hayatını korumak için gayret sarf edebiliriz. Fakat bu işe muvaffak olamayız. O ölüme mahkûmdur ve muhakkak ölecektir. İşte böyle bir zaman kritik olacaktır.’ diyor, ‘kritik an‘ olarak vasıflandırdığı zamanı, Osmanlının mirasından pay almak için büyük devletler arasında savaşın başlaması ile izah ediyor, böyle bir savaş başlamadan, paylaşılması gerektiğini söylüyordu.  Aberdeen verdiği cevapta; ‘Bir santim dahi Osmanlı toprağı istemediğini ve kimsenin de böyle yapmasına müsaade etmeyeceğini’ söylemişti.

İngiltere’den ret cevabı olan 1. Nikola, Osmanlıyı paylaşım görüşmelerini Fransa, Avusturya ve Prusya ile sürdürdü. Bunlardan da olumlu cevap alamadı. İngiltere’ye son defa Ocak 1853’de teklifini iletti. İngiltere’nin Petersburg Büyükelçisi George Seymour’la arasında şu konuşma geçti:

1. Nikola: ‘Türkiye’nin işleri bozuk haldedir. Anlaşmamız lazımdır… Bakınız, kucağımızda ve pek ağır hasta bir adam var; biz hazırlıklı bulunmadan onu elimizden kaçırırsak büyük bir felaket olur.’

Seymour: ‘Zat-ı Haşmetpenahileri o adamın hasta olduğunu söylüyorlar; haysiyetli, cömert ve kuvvetli olana yakışan görev, hasta ve zayıf adama iyi bakmak olduğunu arz edersem beni mazur görmek lütfunda bulunurlar mı?’

1. Nikola, devletlerle pazarlığa otururken onlara parçalama haritaları da sunmuş, bu haritalarda, Boğazlar ve İstanbul’u sürekli sanki babasının malı imiş gibi ‘Evimin kapıları Boğazları ve İstanbul’u kimseye bırakmam.’ Demişti. Osmanlı topraklarının diğer alanlarından isteyen istediği yeri alsındı.

Çetinoğlu: Rusya bu teşebbüslerinden sonuç alamayınca ne yaptı?

Kocabaş: Osmanlı Devleti’ni parçalama pazarlıklarında başarısız olan Rusya, bu sefer de tek başına harekete geçerek O’nu kendi nüfuzuna almak istedi. Buna bir başlangıç olarak 28 Mayıs 1850’de Kudüs’teki Mukaddes Yerler Meselesi’ni ortaya attı. Rusya, buradaki mukaddes yerlerin bir kısmının kendi imtiyazında olduğunu, bunların geri verilmesini istiyordu. Osmanlı Devletinin bunu reddetmesi üzerine Çar 1. Nikola, görüşmelerde bulunmak için General Prens Mencikof’u 28 Şubat 1853’de İstanbul’a gönderdi. İngiltere ve Fransa, Mukaddes yerler meselesinden Osmanlı ile Rusya arasında bir harp çıkmaması için Rusya’nın isteklerini Osmanlı Devletine kabul ettirdiler.

Rusya’nın arzusu yalnızca bu değildi. Mencikof en sonunda ağzındaki baklavayı çıkardı. 4 Mayıs 1853’de Osmanlı Devleti’ne verdiği emir tonundaki bir ifâde; Rumların, Çarın himâyesine verilmesini ve iki devlet arasında daimî bir savunma ittifakı antlaşmasının imzalanmasını istedi. Babıâli, bunları kabul ederse 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması şartlarına geri dönecekti.

Osmanlı devleti, İngiltere ve Fransa’ya danışarak emir tonundaki bu isteği reddetti.

Osmanlı Devleti’nin Rus isteğini reddetmesi üzerine, iki devlet arasında harp kaçınılmaz hâle gelmişti. Rusya, 2 Temmuz 1853’de Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. Osmanlı da 8 Ekim 1853’de mukabil harp ilanını duyurdu. Osmanlıya destek için İngiliz ve Fransız donanmaları 4 Ekim 1853’de İstanbul önlerine geldiler.

Çetinoğlu: ‘Kırım Savaşı’ olarak anılan 1853-1855 Osmanlı-Rus Savaşı’nın detayına girmeden; Savaşı, Osmanlı Devleti’nin ve müttefiklerinin kazandığını, buna rağmen savaş sonrasında, Osmanlı Devleti’nin belki de Rusya’dan fazla zararlı çıktığını belirtelim ve bu savaşın sonuçları ile ilgili yorumları sizden dinleyelim. Lütfeder misiniz?

Kocabaş: Osmanlı Devleti’ne Kırım Harbi’nin diyeti ağır oldu. Rusya’nın hâkimiyeti ve nüfuzuna girmeyeyim derken İngiltere ve Avrupa’nın hâkimiyeti ve nüfuzuna girdi. Açıkçası, yağmurdan kaçayım derken doluya tutuldu. 30 Mart 1856’da Paris Antlaşması imzalandı. Anlaşma ile Rusya iyice ezildi. 1841 Boğazlar Antlaşması yeniden teyit edildi, Karadeniz’de sınırı olan devletlere burada harp gemisi yapma yasağı getirilerek bu deniz tarafsızlaştırıldı. Rusya, 1774 Küçük Kaynaca Antlaşması ile elde ettiği Ortodoksları himâye imtiyazını kaybetti. Rusya bunları hazmedemedi. Osmanlı Devletine düşmanlığı daha da arttı.

Paris Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Avrupa Hukuku’na dâhil edilerek bir ‘Avrupa Devleti’ sayıldı. Bununla bir nevi erkenden ‘Avrupa Birliği’ üyeliği doğdu. Adı geçen antlaşmaya ayrıca bir de Islahat Fermanı senedi eklendi. Bu ferman, Tanzimat Fermanı’na göre daha da Avrupalılaşmayı esas alıyor,

Osmanlı Devleti tam anlamıyla İngiltere ve Avrupa’nın nüfuzuna giriyordu. Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdıklarına göre, adı gecen fermanın hazırlayıcısı yine Cannıng olmuş, o söylemiş Mustafa Reşit Paşa yazmıştı.

Çetinoğlu: Islahat Fermanı’nın etkileri ne zaman görülmeye başlandı?

Kocabaş: 1860’lı yıllarda görülmeye başlandı. Fransa’nın bütün kanunları Türkçeye çevrilerek Şeriat kanunları yanında uygulanmaya konuldu. Osmanlının klasik düzeni Şeriat’ı kaldıracaklardı fakat güçleri yetmedi. Halife sıfatıyla Padişah, bunu, iktidarı ve saltanatının son bulacağına yorulmadı. Kadıların yönetimindeki Şeriat mahkemeleri yanında laik mahkemeler olan Nizâmiye Mahkemeleri yer aldı. Bütün bu olup bitenler sonucu 1860’lı yıllarda Türkiye’ye adı konulmamış laiklik prensibi geldi. Ardından Avrupa’dan siyasî rejim taklitçiliği olarak 1876 ve 1908 Meşrutiyetleri geldi. Bütün bu uygulamaların Osmanlı Devleti’ne hiçbir faydası olmadı. Devlet, Birinci Dünya Harbi’nde aldığı yenilgi sonucu tepetaklak gitti. Mirası olan Anadolu topraklan üzerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.

Çetinoğlu: Cumhuriyet döneminin fırtınalı devirlerine geçelim mi?

Kocabaş: Cumhuriyet döneminin çalkantı devirleri 1938-1950 arasıdır.

Çetinoğlu: Ne oldu bu dönemde?

Kocabaş: Türk tarihinin, 100 yıllık zaman diliminde, yâni 1839-1939 arasında; birbirinin aynı olan fâhiş hatâlar yaşandı. Bu hatâlar, ‘Kuzeyden gelen tehdit‘ kavramı karşısındaki isâbetsiz karar ve uygulamalardır.

Çarlık Rusya’sının rolünü Komünizmin temsilcisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) Mustafa Reşit Paşa’nın rolünü ise Mustafa İsmet Paşa (İnönü) üstlenmişti.

SSCB Komünizmi sadece ülkesinde uygulamakla kalmayıp, onu dünyaya ihraç etmeye kalkışınca,  kapitalist Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya vb; Rusya’nın karşısına dikildiler. Mücâdelelerini Rusya’nın en yakın komşusu Türkiye üzerinden yürütmeye teşebbüs ettiler.

Komünizm ideolojisi; Türk milletinin yapısına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti felsefesine aykırı olduğu için de batılıların sınırdaki kalesi-tampon bölge görevi üstlenilmesi zor olmadı.

Çetinoğlu: Görev üstlenilince ne oldu?

Kocabaş: 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile Türkiye arasındaki İttifak Antlaşması imzalandı. İttifak Antlaşması, tarihin 100 yıl sonraki tekerrürüdür.

Çetinoğlu: 1839 Tanzimat Fermanı ile aynıdır mı diyorsunuz?

Kocabaş: Benzeri olarak kabul edilebilir.

Cumhurbaşkanı Mustafa İsmet Paşa, Türkiye’nin ekonomik yönden zayıflığını, modern harp araç ve gereçlerine sahip olmadığını ileri sürerek Türkiye’yi İkinci Dünya Harbi’ne dâhil etmek istemeyecektir. Dâhil olsak ne olacaktık? İnönü’nün damadı Metin Toker’in yazdıklarına göre, ‘Sovyet tanklarının saldırılarını atlar ve öküzlerle çekilen toplarla durduracaktık.’  İnönü ve damadının bu görüşleri, Türkiye’nin fakirliğinin itiraftır ki, Türkiye eğer yeni bir dış tehdit sebebiyle 1839’daki gibi büyük bir devletin himâyesi ve nüfuzuna girerse, ekonomi düzelecek, modern silahlara sâhip olacaktır. Jeopolitik avantajımız da aynen devam edecekti. Bir anlamda Türkiye ‘kurtulacak‘tı.

İkinci Dünya Harbi’den sonra Türkiye’de her şeyi yeniden tâyin eden faktör, SSCB’nin 1945 ve 1946’da İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından üs ve Doğu Anadolu’dan toprak istemeye yönelik ardı ardına verdiği notalar olmuştur. Bu notaları; tarihin tekerrür açısından, General Mencikof’un 4 Mayıs 1853’de verdiği ültimatoma benzetmek mümkündür.

Sovyet Rusya’nın üs ve toprak isteyen notaları sebebiyle Cumhurbaşkanı İnönü ve Türk Hariciyesi büyük bir telaş ve korku içine düşer. Korku, bunların reddi halinde Sovyet Rusya’nın bize saldıracağı endişesinden doğar. Osmanlı Devleti, Mencikof’un ültimatomunu nasıl ki İngiltere ve Fransa’nın görüşünü alarak reddetti ise, İnönü ve hükümeti de SSCB notalarını Amerika ve İngiltere’nin görüşünü alarak reddetti. Bu iki devletten gelen cevap ‘Reddedin‘ olmuştu. Çünkü İkinci Dünya Harbi’nden sonra Komünizm ve SSCB, Türkiye’nin olduğu gibi bu iki devletin de ‘Komünizmin dünyaya yayılması tehlikesi’ sebebiyle düşmanı olmuştu. Üstelik SSCB’nin Boğazlar ve Doğu Anadolu’ya yerleşmesi, Amerika ve İngiltere’nin hâkimiyetindeki Arap petrollerini tehdit ederdi ki, adı geçen iki devlet buna izin vermezdi. Anlaşılan, İngiliz Başbakanı Lord Plamerston’un 19. asrın ortalarında sarfetiği ‘Türkiye bir yangın duvarıdır. Onu her türlü tehlikeden korumaya kararlıyız.’ Sözü, tarihin tekerrürü açısından Amerika, İngiltere ve Batı Avrupa devletleri nezdinde kendisini gösteriyor, bu da tarihin tekerrürü oluyordu.

Amerika Birleşik Devletleri, süper güç unvanını İngiltere’nin elinden alarak kendisi süper güç olmuştu. İngiltere ve Amerika, birbirlerinin menfaatlerini kollamak ve korumak açısından zaten ikiz kardeş gibiydiler. Bu sebepten 2. Dünya Harbi’nden sonra Türkiye, ha Amerika’nın ha İngiltere’nin nüfuzuna girmiş… fark etmezdi.

Çetinoğlu: Türkiye, ABD’nin nüfuzu altına nasıl girdi?

Kocabaş: Cumhurbaşkanı Mustafa İsmet Paşa, özellikle dünyanın süper gücü Amerika ile ilişkilere özel bir önem veriyordu. Mustafa Reşit Paşa’nın 19. asrın ortalarında dünyanın süper gücü İngiltere’ye büyük önem verdiği gibi…

İngiltere gibi, Amerika’nın da Türkiye’yi ‘kuzey’den gelen tehdit‘ten kurtarması tabiî ki karşılıksız olmayacaktı. Amerika da bunun diyeti olarak Türkiye’ye ‘Rejimini değiştir gel‘ dedi.

Çetinoğlu: Değiştirdi mi?

Kocabaş: Amerika demokrat, Türkiye ‘Millî Şeflik Yönetimi‘ adı altında baskı rejimi anlamında ‘Faşist’ idi. Cumhurbaşkanı ve Millî Şef Mustafa İsmet Paşa, Amerika’nın desteğini almak için demokrat olmak mecburiyetinde kaldı. Amerika’ya bunun teminatını, daha Sovyet notaları gelmeye başladığı zaman vermeye başlamış, 5 Mart 1945’de Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığındaki Türk Heyetini San Francisco Konferansı’na uğurlarken, İnönü, heyette bulunan Feridun Cemal Erkin’e şunları söylemişti: “Amerikalılar, çok partili demokrasiyi ne zaman kuracağımızı size sorabilirler. Bu soruya; ‘Savaş bitince bu amacı gerçekleştirmek cumhurbaşkanımızın en aziz arzusudur.’ Şeklinde cevap verirsiniz.”

Bu teminatın ardından Amerika artık, siyasî rejim anlayışı, kültürel, ekonomik ve askerî düzeni ile Türkiye’ye girmeye başlayacaktı. Mustafa İsmet Paşa’nın 19 Mayıs 1945 Gençlik ve Spor Bayramı nutkunda hiç kimsenin haberi ve hazırlığı olmadan ‘pat‘ diye, ‘çok kısa bir süre sonra demokrasiye geçileceği‘ müjdesini vermesi herkesi şaşırttı. İnönü’nün bu nutku, tarihin tekerrürü açısından 1856 Islahat Fermanı’na benziyordu. Adı geçen fermanla, Osmanlı Devletinde sistem ve kanun değişikliklerine gidilmiş, 1860’de bütün Fransız kanunları Türkçeye çevrilerek uygulanmaya başlanmıştı.

İnönü’nün demokrasiye geçiş müjdesi vermesi, kendi partilerini kurmak için fırsat bekleyenlere imkân verdi ve 6 Ocak 1946’da CHP’den kopan milletvekilleri Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından Demokrat Parti (DP) kuruldu. Bu partinin kuruluşunu biraz da Cumhurbaşkanı İnönü teşvik etti. Çünkü ‘düzene çeki düzen zihniyeti‘nin iki partisi CHP ve DP olacak; bunlar, Amerikan ve İngiliz demokrasilerini taklit eden iki büyük partili anlayışa göre, biri iktidar, diğer ana muhalefet partisi olarak ülkeyi yönetecekler, bunların dışındaki partilere ‘komünist ve irticacı partiler‘ denilerek hayat hakkı tanınmayacaktı. Bu partiler düzenin Osmanlıdaki bir nevi karşılığı Birinci ve İkinci Meşrutiyet uygulamaları olacaktır.

Çetinoğlu: Ekonomide durum ne oldu?

Kocabaş: Amerika’dan alınan işaretlerle yürürlükteki ‘Devletçi ekonomik düzen‘, Amerika’nın ‘Liberal ekonomik düzeni’ne  dönüştürüldü. Bunun için Başbakan Recep Peker hükümeti ‘7 Eylül 1946 Ekonomik Kararları‘ adı altında ekonomiye yeni bir yön verdi. Kararların esası, ithalatta liberalizasyona gidilmesi ve ithalata büyük ölçüde döviz tasarrufu idi. 1 dolar 1.30 lira iken, 2. 80 liraya yükseltilerek  % 100’ün üzerinde devalüasyon yapıldı.

7 Eylül Ekonomik Karaları, 1838 Türk-İngiliz Ticaret Antlaşması’nın benzeri olarak kabul edilebilir. 1838 liberalizasyonu Osmanlı ekonomisini nasıl çökertti ise, 1946’da İnönü -CHP iktidarında başlayan yeni uygulama da Türkiye ekonomisini buhrana yöneltti. Sonuçta, 1954’den itibaren döviz sıkıntısı yaşanmaya başladı.  Diğer sıkıntılar da buna eklenince, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi oldu. Sonraki yıllarda da siyasi sebeplerin yanında ekonomik sebeplerden de yaklaşık 10 senede bir darbeler yaşandı.

Çetinoğlu: Dünya siyasetinde de çalkantılar oldu

Kocabaş: Evet. İkinci Dünya Harbi’nde Doğu Avrupa ve Balkanlarda Yugoslavya, Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Romanya ve Çekoslovakya’yı işgal eden Almanya’yı buralardan çıkarmak için Sovyet ordusu bu ülkelere girdi. Buralardaki Komünistlere destek vererek bunların iktidar olmalarını sağladı bu ülkelerde kendi nüfuzunu kurdu. Böylece Batı Avrupa için de bir tehdit haline gelen Komünist Rusya’nın yayılmacı ve nüfuz kurma politikası karşısında korkuya kapılan Batı Avrupa devletleri, Amerika’yı da dâhil ederek 4 Nisan 1949’da NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı) isimli savunma paktını kurdular. Sovyet Rusya da bunun karşısına, Doğu Avrupa’da, Doğu Almanya da dâhil olmak üzere nüfuzuna aldığı komünist devletlerle birlikte Varşova Paktı’nı kurarak çıkınca, dünyada adına ‘Soğuk Savaş Dönemi‘ denilen ve 1990’lı yılların sonunda, SSCB’nin dağılmasına kadar devam edecek olan bir dönem başladı.

Türkiye; komünizm tehdidi ile karşı karşıya geldiği için NATO’ya üye olmak istediyse de kabul edilmedi.

Buna rağmen ‘Truman Doktrini‘ denilen bir uygulama ile Türkiye’ye nakdî ve askerî yardımlar başlatıldı. Yardımların asıl maksadı, Türkiye’yi tam anlamıyla Amerikan nüfuzu altına almaktı.  Proje başarı ile uygulandı.

Avrupa, İkinci Dünya Harbi’nde yanmış ve yıkılmıştı. Amerika onu yeniden tamir için ‘Marshall Planı’nı devreye aldı. Türkiye de bu yardımdan yararlanmak isteğini seslendirince, 1948’de 10 milyon dolarlık kredi açıldı.

Bu Amerikan yardımları ve borçları, tarihin tekerrürü açısından Osmanlı Devletinin askerî ve ekonomik durumunu güçlendirmek için Kırım Harbi yılları ve sonrasında ilk defa Avrupa ülkelerinden dış borç almaya başlamasını hatırlatıyor. Osmanlı Devleti bu borçlarını ödeyemeyince, bunların ödenmesine yönelik 1880’li yıllarda Duyun-u Umumiye Teşkilatı kuruldu. Statüsü ve çalışması itibariye bu kuruluş, ‘Devlet içinde devlet’ görünümünde idi. Duyun-u Umumiye’nin de günümüzdeki karşılığı IMF’dir. IMF’ye de pekâlâ ‘Devlet içinde devlet‘ denilebilir. Tarih, üzerimizde bu yönden de tekerrür etmiştir.

Çetinoğlu: Türkiye’yi yönetenlerin hedefi ne idi?

Kocabaş: Türkiye’yi küçük bir Amerika yapmak. DP iktidarının Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 27 Ekim 1957 milletvekili seçimleri sebebiyle yaptığı bir propaganda konuşmasında şunları söylemişti: ‘Biz tıpkı Amerikalıların ilerleyiş seyrini takip ederek memleketimize çalışmaktayız ve öyle ümit ediyorum ki, 30 sene sonra Türkiye denilen bu mübarek memleket 50.000.000 nüfuslu küçük bir Amerika olacaktır.’

Çetinoğlu: Bu söz de bir tarihî tekerrür değil mi?

Kocabaş: Evet! Mustafa Reşit Paşa, Mithat Paşa, Prens Sabahattin de Osmanlı’yı, ‘Küçük bir İngiltere yapmak‘ hayalini kurmuşlardı.

Çetinoğlu: Bir başka röportajda buluşmak üzere bu röportajın son sözleri olarak neler söylemek istersiniz?

Kocabaş: Türkiye’de tarihin olumsuz olarak 100 yıl sonra tekerrürü, coğrafyamızın jeopolitiği ve milletimizin ekonomik yönden zayıflığı, tek kelimeyle fakirliğinden kaynaklanmıştır. Jeopolitiği değiştiremeyeceğimize ve hatta avantajlarından faydalanmaya devam edeceğimize göre, yapmak istediğimiz en büyük değişiklik Türkiye’yi ekonomik yönden kalkındırıp kuvvetlendirerek, başkalarına muhtaç olmadan kendisini kendi imkânlarıyla savunacak hâle getirmek olmalı ve hemen bunun seferberliğine girmelidir. Aksi takdirde dün İngiltere’nin bugün Amerika’nın nüfuzuna girdiğimiz gibi yarın da bir başka süper gücün nüfuzuna girerek olumsuzlukların tekerrürlerine sebep oluruz. Tekrar edelim: Türkiye’nin bütçesi dolu değil, borç almak yerine borç veremiyorsa, kendisini savunacak silahları en modern şekliyle kendisi üretemiyor, dışarıdan silah almak yerine dışarıya silah satamıyorsa ve istihdam problemini halletmemişse, Vatan, Millet, Hürriyet, Bağımsızlık, Bayrak, Sakarya nutukları havada kalmaya mahkûmdur.

 

 

SÜLEYMAN KOCABAŞ:

1950 yılında Kayseri ili Develi ilçesi Sindelhöyük Kasabası’nda doğdu: İlkokul tahsilini burada bitirdi. Orta tahsiline, Pazarören Mimarsinan İlköğretmen Okulunda başladı ve bu tahsilini İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Sınıfında tamamladı. 1970’da Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde yüksek tahsiline başlayan Kocabaş, 1975’de bu fakülteden Ziraat Yüksek Mühendisi unvanı ile mezun oldu. Aynı yıl Kayseri Tarım İl Müdürlüğü’nde memuriyete başladı. 2002’de bu müdürlükten emekli oldu. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Tarih ilmine özel bir ilgi duyan Kocabaş; okudukça, yazma ihtiyacı duydu. İlk yazıları, okul dergi ve gazetelerinde yayınlandı. Kocabaş, bilgisini artırmak için İngilizce ve Osmanlıcayı kendi gayretleri ile öğrendi. Çeşitli gazeteler ve dergilerde makaleler ve dizi yazılar yazdı. 1983’de Vatan Yayınları’nı kurarak kitaplarını yayınladı. Kocabaş’ın 2011 yılı itibariyle Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi üzerine yayınlanmış 54 kitabı bulunuyor. Pek çoğu birkaç baskı yapan kitaplarından bazılarının isimleri şöyledir: *Ermeni Meselesi Nedir Ne Değildir? *Tarihte ve Günümüzde Türk-Yunan Mücadelesi. *Filistin İçin Mücadele Türkiye ve Siyonizm. *Tarihte Türkler ve Almanlar. *Tarihte Tür-Rus Mücadelesi. *Tarihte Türkler ve Fransızlar.  *Sultan Abdülaziz ve Birinci Meşrutiyet Tarihi 1860-1878. *Sultan İkinci Abdülhamid Şahsiyeti ve Politikası 1876-1909. *Kendi İtiraflarıyla Jön Türkler Nerede Yanıldı? *Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı 1589-1913. *Postmodern Darbe 28 Şubat’a Doping Mart-Nisan 1998 Sendromları. * Masonluk ve Masonlar. *Dönmelik ve Dönmeler. *İlginç Olaylar ve Düşüncelerle Kim Kimdir? *Türkiye’nin Canı Boğazlar. *Tarihte Âdil Türk İdaresi. *Tarihimizde Komplolar. *Tarihte ve Günümüzde Türkiye’yi Parçalama ve Paylaşma Planları. *1912-1913 Balkan Harbi. *Sarıkamış Faciası-Aralık 1914. *1944 Türkçülük-Turancılık Olayı. *Türkiye Nereye Gidiyor? Buhranlarımız, Yabancılaşma, Batının İçyüzü.

 

 

Önceki İçerikEnflasyon ve Hayır
Sonraki İçerikHocalı Soykırımı
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.