Suç örgütü lideri olarak tanımlanan Sedat Peker’in çektiği
videolarda konuşmaya başladığı günlerde şu öykücüğü okumuştum:
“Bir Gün Padişah Yavuz Sultan Selim pazarda gezerken
keklik satılan bir tezgâh görür ve tezgâha yönelir. Bütün keklikler 1 altındır
fakat bir tanesi ayrı bir kafes içinde ve 100 altındır.
Yavuz
Sultan Selim sorar:
– Bunlar
1 altın da bu neden 100 altın?
Satıcı:
-Hünkârım
100 altınlık olan, ötüşüyle diğer keklikleri kendine çeker ve yakalanmalarını
sağlar.
Yavuz
Sultan Selim 100 altını çıkarıp adama verir ve
-Ver o
kekliği bana! der.
Herkes
şaşkınlık içinde ne yapacak acaba koca Padişah kekliği diye düşünürken Yavuz
Sultan Selim kekliğin kafasını tuttuğu gibi gövdesinden ayırarak;
“KENDİ
IRKINA İHANET EDENİN SONU BUDUR !” der
Sedat Peker, kendi adına konuşan 1 altınlık keklik
midir yoksa bütün keklikleri toplayan yüz altınlık keklik midir, bilmiyorum.
Daha ne kadar konuşacak veya konuşturulacaktır, tahminde bulunamıyorum.
Kekliğin uğradığı akıbete uğrayacak mıdır, başını kim ya da kimler
koparacaktır, kestiremiyorum. Bildiğim bir şey varsa, ortalık toz duman, her
yeri foseptik kokusu sarmış, birileri kulağının üstüne, birileri kış uykusuna
yatmış. Vicdanlar yaralı, arazi mayınlı, insanlar şamar oğlanı. Söylediklerini
dinlediğinizde, kendisini, fosseptiği hem dolduran hem deşifre eden bir
manivelaya benzetebilirsiniz.
Önce yok hükmünde kabul etmek istedim. Hoşuma
gitmeyen, vicdanları rahatsız eden şeyler söylüyordu. Bir hesaplaşma içinde
olduğu belliydi. Ancak ortaya konan iddialar, yenilir yutulur cinsten değildi.
Kirletmemeye çalıştığım vicdanım, kaybetmemeye özen gösterdiğim adalet duygum;
sessiz kalmama izin vermedi. Namık Kemal’e nazire sadetinde “Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı
fazilet?/ Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten!” beytini
mırıldadım zihnimin derinliklerinde.
Bir siyasi kişi ya da düşünceyi hedef alıyor değilim.
Vicdanlarda, tedavisi zaman aşımına uğramış derin yaralar mevcut. Yaralar, uzun
bir sürecin eseri. Bu yaralanmayı, yaklaşık çeyrek asır önce, sözlerinin
doğruluğuna inandığım bir arkadaşımın, işi dolayısıyla gittiği belediyede “Yukarıda
benimle rüşvet pazarlığı yapan kişiyle, alt kattaki mescitte namaz sonrası
selam verirken göz göze geldim.” dediğinde hissetmiştim.
İradesini, aklını teslim eden; birbirini tüketen toplum
olduk. Ağzımızdan çıkan sözün yankısını işitmeden konuşan kişiler olduk. Adı
“vicdan” olan kaynaktan uzaklaştık, “sırat-ı müstakim” diye özetlenen kılavuzun
rehberliğini bilerek veya bilmeyerek terk ettik. Bir münafığın getirdiği habere
ihtiyatla yaklaşmamız, birbirimizi zan altında bırakmamamız gerektiğini, bize
günah olarak duyduklarımızı paylaşmanın yeteceğini sık sık birbirimize telkin
ettiğimiz halde, kendimizi bunları yapmaktan alıkoyamadık. Yeni türedileri,
sosyal medya fenomenlerini kendimize rehber, haber kaynağı, kılavuz yapma
hastalığına yakalandık. Heyhat, farkında değiliz.
Keklikler doğallığını, samimiyetini yitirdi; bülbüller
temiz aşkı kaybetti, riyakârlaştı, Fetö bombası, Kovid-19 trajedisi insanımızı
birbirinden şüphe eder hale getirdi. Karamsarlık, güvensizlik kâbusumuz oldu.
Sap samana karıştı, hemen herkes, “kimin eli kimin cebinde” oyununun kahramanı
oldu. Konuşmamız, uğruna bedel ödememiz gereken değerlerimizi terk ettik;
sıradan insanları, konuları, olayları konuşur olduk. Zamanı israf ediyor,
kendimizi değersizleştiriyoruz. Kader çizgimizin sonuna “Eyvah!” nidasını
şimdiden yazıyoruz.
Hikâye bu ya… Nasrettin Hoca Karakaçan’ıyla gazyağı
taşımaktadır. Bir gün her nasılsa gazyağı tutuşur. Eşeğin sırtı alev alevdir.
Merkep şehre doğru koşar, Hoca arkasından bağırır: “Akşehir Gölü’ne, göle, göle…” der. Gidilmesi gereken yer göldür,
yoksa zavallı merkep yanmaktan kurtulamayacaktır. Her birimiz sırtımızda
gazyağı taşıyoruz. Bunun farkında değiliz veya kurtulmak için koşacağımız
istikameti bilmiyoruz. Belki de kaybetmişiz. Gölümüz; vicdanlarımızdır,
sağduyumuzdur, temel insani değerlerimizdir, bizi biz yapan niteliklerimizdir,
doğal ve ilahi öğretilerdir. İlahi hükümleri inkâr etmenin, tabi yasalara
aykırı davranmanın hiçbir anlamı yok.
Aynı köyde Müslümanlar ve Hıristiyanlar barış içinde
yaşarlarmış. Bir Hıristiyan Müslüman olmaya karar verir. Kelime-i Şehadet
getirir, sünnet olur. Yıllarca İslami ritüellere göre yaşar. Yaşlanır, ölüm
döşeğindedir. Uzaktan kilisenin çan sesini duyar. “Muhteşem çan!” diye haykırır ve son nefesini verir. İnsan gerçeği
bu. Hani Namık Kemal demiş ya: “Vücudun
kim hamir-i mayesi hak-i vatandandır”. İnsanın, yetiştiği toprağın
mayasından kopamamak, inkâr ve ihanet etse bile, istem dışı ifşa etmek gibi bir
geni veya silinemeyen niteliği var.
İnsan olarak dünyaya geldik, genlerimizde insani ve
ilahi kodlar var, bunlara uymak zorundayız. Bu ülkede doğduk, mayamıza eklenen
su var, tuz var; bunları silemeyiz. Nereye gidersek gidelim, nerede yaşarsak
yaşayalım, hangi ortamda bulunursak bulunalım, mayamızdaki nitelikler kendini
gösterecektir. Bunları reddetmek, kişinin kendisine karşı savaştır, çevresine
karşı ihanettir.
Suyu tersine akıtmanın anlamı yok. Beslendiğimiz
kaynak belli, gideceğimiz istikamet belli, nefes alıp verdikçe yapmamız gereken
işler belli, olaylar karşısında göstermemiz gereken duruş, belli.
Akıllı adama lafın tamamı gerekmez.