Yûnus Emre Uzmanı Yaman Arıkan, Bizim Yûnus’u Anlatıyor: (2)

113

‘Bizim
Yûnus, Türk Milleti’nin Adı-Sanı Yok Olmasın Diye,  İlâhî İrâde Tarafından Gönderilmiş Bir Millî
Mürşidtir.’

 

 

 

Oğuz Çetinoğlu: Yûnus
Emre’nin yaşadığı dönemdeki Türk milletinin durumuna bir göz atalım mı?

 

Yaman Arıkan: Geriye doğru târihin derinlikleri, dillerini ve millî
kültür ve millî rûhlarını kaybettikleri için kaybolup giden milletlerle
doludur. Bizim târihimizde de devletimizin mâddî-fizîkî ayağının yıkılış ve
çöküş hâlleri az değildir. Fakat ekseriyetle dil ile millî kültür ve millî rûh
diri, canlı ve ayakta kaldığı için mâddî-fizîkî varlığı kısa zamanda yeniden
toparlamak, her seferinde mümkün olmuştur. Yine, târihte, ma’nevî ayağımızı
yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz devirler de vardır. Türklüğün
ölüm-kalım devirleri diyebileceğimiz bu devirlerden biri de Yûnus’un devridir.

 

Yûnus, Türk Milleti’nin Anadolu’da
mâddî-ma’nevî büyük sıkıntı ve kargaşalıklara düştüğü
bir devirde yaşadı. Batıdan gelen ve iki asra yakın bir zaman diliminde
dalgalar hâlinde devam eden haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzları, Türk Yurdu
Anadolu’da devletimizi sarsmıştı.
Vâkıâ, cengâver Selçuklu Hâkanları ve Türk Halkı, haçlı-Hıristiyan çapulcularının
büyük bir kısmına Anadolu’yu mezar etmişti. Ama savaş savaştı. Yapacağı yıkım
ve tahrîbâttan kaçınılamazdı.

 

Çetinoğlu: Batıdan Haçlı ordularının tahribatı onarılamadan,
doğudan gelen Moğollar Anadolu’daki Türk varlığı için büyük bir tehlike
oluşturuyordu.

 

Arıkan: Evet. Haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzlarının meydana
getirdiği yıkım ve tahrîbâtın izleri henüz tam olarak silinmemişken, Türk Yurdu
Anadolu, bu sefer de doğudan gelen bir tecâvüz ve taarruz hareketiyle karşı
karşıya kaldı. Bu da, putperest Moğol tecâvüz ve taarruzuydu. İşte, bu iki
tecâvüz ve taarruz, sınırları bir zamanlar doğuda Kaşgar’a, batıda Marmara
sâhillerine dayanan, ancak, daha sonraları Anadolu’ya hapsolmuş bulunan
Selçuklu Türk Hâkanlığını mâddî-fizîkî olarak çökme noktasına getirdi. Öyle ki,
13. asrın sonlarında, mâddî-fizîkî olarak ortada gerçek ma’nâda devlet kalmamıştı. Ülkede tam bir kargaşa hâkimdi.
Gücü yeten yeteneydi. Halk; önce haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzları, daha
sonra da Moğol baskınları netîcesi
hem kırılmış, hem de yok-yoksul duruma düşmüştü.
Nitekim, Yûnus, Türk Milleti’nin içine düştüğü o acıklı ve bunalımlı devreyi,
âdetâ bir feryâd-figân hâlinde bize aksettirmektedir. Dinleyelim:

 

 

Müslümanlar Müslümanlar,

Bu ne acep zaman oldu?

İşâreti bilenlere

Kıyâmetten nişân oldu!

 

Ecel bir sel olup geldi,

Ömür harmanını deldi,

Bu ibret cümle Hakk’dandır,

Bahâne bir çıban oldu!

 

Ana, oğul diye ağlar,

Oğul, kardeş diye göyner,

Kız, ana ciğerin dağlar,

Bu dünyâ bir figân oldu!

 

İşitirdik âlimlerden,

Kıyâmet vasfını her dem,

Eğer âkıl isen hâlin,

Sana küllî ayân oldu!

 

Her kande kim varır isem,

Figân günü gelir bana.

Sanasın kim her mahalde,

Kılıç oynar kıran oldu!

 

Şol evler kim düğün gibi,

Galabası kesilmezdi.

Bugün kim ben anı gördüm,

Söyünmüş bir kovan oldu!

 

Ey bîçâre Yûnus sen bil,

Bu dünyânın vefâsı yok.

Sana dahi
gele bir gün,

Bu dünyâ bir figân oldu!

 

Evet. Haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve
taarruzları ve putperest Moğol baskınları netîcesi, ‘analar oğul diye ağlar,
oğullar kardeş diye göyner
’ olmuştu. Bir zamanlar, her yaştan insanların
cıvıldadığı yuvalar, hâneler, âile ocakları,… şimdi, sönmüş yâni arıları
kırılmış boş birer kovan hâline gelmişti. Her yerde feryâd-figân vardı. Bu
durum, meselenin mâddî-fizîkî boyutuydu. İşin bir de ma’nevî, rûhî ve kültürel
boyutu vardı ki, asıl tehlike de o idi. Zîrâ, devrin bir kısım aydınları ve
bazı yöneticileri, Türkçe ve millî kültür bahsinde gaflet, dalâlet ve hattâ
hıyânet içindeydiler. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. Bilhassa Anadolu Selçuklu
hâkanlığımızın son devirlerinde; Türkçe, millî kültür ve millî irfân bahsinde
iş o noktaya gelmişti ki, saray ve çevresinde Farsça konuşuluyor, Farsça
yazılıp çiziliyordu. Yazışmalar Farsça yapılıyordu. Üstelik, Türkçe horlanıyor,
ayak ( avâm ) takımının konuştuğu dil olarak görülüyordu. Medrese, âdetâ
“kaale-yekuulü”den başka bir şey tanımıyordu. Türk’ün Şehnâmesini yazacak çapta
bir dâhî olan koca Mevlânâ, yaşadığı Türk denizi içinde, şiirlerini Türkçe
değil, Acemce (Farsça) söylüyor, Acemce yazıyordu. ‘Türk Denizi’ ifâdesini bilhâssa kullandık. Zîrâ o devirde, doğuda
Kaşgar, hattâ Çin Seddi ile batıda Marmara Denizi sâhilleri arasındaki
coğrafyada Türkler hâkimdi. Öyle ki, devrin bir Ermeni tarihçisinin ifâdesine
göre; Anadolu, karınca yuvaları gibi Türk kaynıyor, dünyâ Türklere âdetâ dar
geliyordu. Yâni, mülakatımızın baş tarafında da
ifâde ettiğimiz gibi, Kaşgar ile Marmara sâhilleri arası, âdetâ, Türklerin
kaynaştığı bir Türk denizi idi. Ahâlînin kahir ekseriyeti Türk idi ve Türkçe
konuşuyordu. Ordu komutanları ve devletin yöneticileri Türk idi ve Türkçe
konuşuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen, Mevlânâ ve çevresi, akıl almaz bir
mantıkla, Türk yurdunda Türk’e yabancı bir dille söyleyip yazma garâbetini
gösterebiliyordu.

 

İşte Yûnus; devrinin bazı
yöneticileri ile bir kısım aydınlarının bilerek veya bilmeyerek Türkçe’nin,
millî kültürün, millî irfânın ve millî rûhun yok olmasına yol açtıkları böyle
felâketli bir devirde gelmiş ve ufukları karartılmak istenen Anadolu Türklüğünün
üzerine bir güneş gibi doğmuştur. Daha doğrusu,
ilâhî irâde onu, ‘Türk Milleti’nin
adı-sanı yok olmasın
’ diye, batı Türklüğüne bir millî mürşit olarak
göndermiş, o da, Türk Yurdunda Türk’e yabancı bir dille söyleyip yazma
garâbetini gösteren Mevlânâ ve benzerlerine karşı Türkçe haykırmıştır. Hem de,
dağdaki çoban ile, okuması yazması bile bulunmayan ninelerin dahi
anlayabileceği bir Türkçe ile:

 

 

Taşdın yine deli gönül,

Sular gibi çağlar mısın!

Akdın yine kanlı yaşım,

Yollarımı bağlar mısın!

 

Nidem elim ermez yâre,

Bulunmaz derdime çâre,

Oldum il’imden âvâre,

Beni burda eyler misin!

 

Yavu kıldım ben yoldaşı,

Onulmaz bağrımın başı,

Gözlerimin kanlı yaşı,

Irmak olup çağlar mısın!

 

Karlı dağların başında,

Salkım salkım olan bulut,

Saçın çözüp benim için,

Yaşın yaşın ağlar mısın!

 

Esridi Yûnus’un canı,

Yoldayım illerim kanı,

Yûnus düşde gördü seni,

Sayru musun sağlar mısın!

 

Bunları BİZİM YÛNUS söylüyor. Sırf
mûsikîden ibâret bu hârika Türkçe’yi BİZİM YÛNUS kullanıyor. Ne zaman? 13.
asırda. Yâni zamanımızdan yedi asır önce. Nasıl bir devirde? Türkçe’nin
küçümsendiği, horlandığı, aşağılandığı, ayak takımının konuştuğu dil olarak
görüldüğü bir devirde. Bazı yöneticilerle bir kısım aydınların, bu güzelim
Türkçe’yi bırakıp da Acemce’ye tapulandıkları, Türkçe’den başka bir dil
konuşmayan millete rağmen Acemce yazıp Acemce söylemekte ısrâr ettikleri bir
devirde. Türkçe’nin saf dışı bırakıldığı; millî kültürün, millî irfânın, millî
şuur ve bilincin, millî rûhun,… yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu
bir devirde. İşte bu sebeplerle diyoruz ki:

 

– Yûnus, Türk Milleti’nin adı-sanı
yok olmasın diye böyle bir devirde, ilâhî irâdece gönderilmiş bir MİLLÎ
MÜRŞİD’dir.

 

Türk Milleti olarak bizim millî varlık
ve bekamızın iki temel direği, iki temel istinâtgâhı, iki temel dayanağı
vardır. Bunlardan biri ve birincisi dilimiz TÜRKÇE’dir. İkincisi de dînimiz
İSLÂMİYET’dir. Türkçe bizim canımızdır, rûhumuzdur, hayât damarımızdır, hayât
kaynağımızdır. Bizi Türk olarak yaşatan esas ve temel unsur odur. Nasıl ki
rûhsuz-cansız beden için hayât düşünülemezse, yaşama
d
üşünülemezse ve hayât mefhûmu tasavvur edilemezse, aynen
bunun gibi, Türk Milleti için de, Türkçe’siz, Türk olarak yaşamak ve varlığını
devam ettirmek düşünülemez. Bir beden rûhsuz-cansız kalmışsa yâni rûh bedenden çıkıp
gitmişse, artık o bedene ‘insan
denmez. Bil’akis, ‘ölü’ denir, ‘cesed’ denir, ‘na’ş’ denir. Ona tekrâr insan denmesi, ancak rûh tekrâr bedene
geldiği takdirde mümkündür. Yâni rûhun ayrılmasıyla beden ölür, yaşaması
imkânsızlaşır. İşte beden için rûh ne ise, Türk Milleti için Türkçe de odur.

 

Sözümüzün başında, istesek Yûnus’un
misyonunun ne olduğunu bir tek cümle ile hemen ifâde edebileceğimizi
söylemiştik. İşte, ‘Yûnus’un misyonu
neydi?
’ sorusunun tek cümlelik cevâbı:

 

– Millî varlık ve bekamızın iki
temel direği olan DİLİMİZİ ve DÎNİMİZİ olabildiğince sağlamlaştırmak!…

 

Oğuz Beyefendi bir mülâkatta,
Yûnus’un misyonu hakkında verilebilecek bilgilerin özünü verdiğimizi sanıyorum.
Okuyucularımız, bu konudaki daha geniş bilgiyi “BİZİM YÛNUS” isimli eserimizde
bulabileceklerdir. Şimdi, varsa diğer
sorularınızın cevâbına geçebiliriz.

 

Çetinoğlu: Efendim daha pek
çok sorumuz var. Onlardan biri de şu:

 

Yûnus’un;
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ve Hünkâr Hacı Bektaş Velî ile birlikte Pîr-i Türkistân
Ahmed Yesevî’nin yönlendirmesi ile Anadolu’ya geldiği söylenir. Aynı şekilde,
Sarı Saltuk’un da Balkanlara gönderildiği belirtilir. Bu konuda inandırıcı
bilgiler var mı?

 

Arıkan: Evet. Ahmed Yesevî’nin menkıbevî hayâtını anlatan eserlerde
bu tür iddiâ ve ifâdeler vardır. Bu husûsta, günümüzde dillerde dolaşan aynı
söylentilerin kaynağı da o eserler olsa gerek. Ancak, bu konuda bir noktaya
hemen dikkat çekmemiz gerekiyor. Menkıbe, târih demek değildir. İşte, adı
üstünde menkıbedir; yâni hikâyedir, destândır. Binâen’aleyh, ortada belge
niteliğinde müşahhas deliller yoksa, iddiâ edilen husûsun doğruluğu havada
kalır. Esâsen, menkıbevî hayât, târihî bir şahsiyetin târihî-takvim hayâtında
belirsizlikler bulunduğu takdirde devreye girer. Nitekim, Ahmed Yesevî’nin
târihî-takvim hayâtında da çok büyük
belirsizlikler bulunduğu için menkıbevî-destânî hayâtı devreye girmiştir.
Târihî büyük şahsiyetlerin menkıbevî-destânî hayâtları, umûmiyetle onların
bağlıları ve müntesipleri tarafından yazılır. Bunu yaparken de, hemen hemen
hiçbir ölçüleri yoktur.

 

Bütün bunlardan başka, Ahmed
Yesevî, mîlâdî 12. asrın ortalarında vefât etmiştir. Mevlânâ, Yûnus ve Sarı
Saltuk ise 13. ve 14. asırlarda yaşamış şahsiyetlerdir. Bu durumda, Ahmed
Yesevî’nin onları yönlendirmesi nasıl düşünülebilir? İlmî zihniyet ve araştırmanın
iyice yerleşmediği ülkemizde ve benzeri ülkelerde, böyle meselelerde
ekseriyetle işin kolayına kaçılır ve meseleler sığ ve derinliksiz îzâh ve
açıklamalarla geçiştirilir. Şimdi biz, gerek Ahmed Yesevî’nin gerekse diğer üç
büyük şahsiyetin yaşadıkları târih îtibâriyle, Pîr-i Türkistân’ın onları
yönlendirmesinin bahis konusu olamayacağına bir nokta koyalım ve meselenin
özüne ve esâsına gelelim:

 

Biraz önce, Yûnus’un misyonunu tespit
ederken Türk Milleti’nin yerleşik târihî millî inancından söz etmiştik. Buna
göre, Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm ve düzeni yaşamak, yaşatmak, yaymak,
korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfeli idi. Bildiğiniz gibi, bu inanç, ‘Î’lâ-yi
Kelime-t-ullah, Kızıl Elma, Nizâm-ı Âlem Ülküsü’ gibi ifâdelerle dillendirilir.
Geçmiş asırlarda, bu millî inanç, sâdece devletimizin yöneticilerinde değil
milletin bütün fertlerinde canlı ve güçlü bir şekilde yaşamaktaydı. Nitekim,
daha Osmanlılar devrinde bile, herhangi bir şekilde pâdişâhla karşılaşan bir
halk topluluğunun, hep bir ağızdan, ‘Kızıl
Elma’ya, Kızıl Elma’ya
!’ diye tempo tuttuğunu târih kitapları yazmaktadır.
Bazılarının sandığı gibi, gidilecek o yerde, bir ‘Kızıl Elma’ yâni ‘Altın Elma’
falan yoktur. Türk halkı, pâdişâhına karşı, rûhunda yaşattığı o târihî millî
inancını haykırmaktadır. Yine bazılarının sandığı gibi, Türk fetihlerinin
özünde itici güç, ‘cihangîrlik sevdâsı’ değildir. Öyle olmadığı içindir ki,
fethedilen ülkelerin halkı, önce o güne kadar başlarında bulunan zâlim
imparator, kral, derebeyi ve tekfurlardan kurtarılmış, sonra da insan haysiyetine yakışır nizâm-intizâm ve
düzen te’sîs edilmiştir. Kısacası, Türk fütûhâtının rûhlardaki itici gücü,
ülkeler fethetmek ve cihangîrlik sevdâsı değildir. Bil’akis, yeryüzünde ilâhî
nizâm-intizâm-düzen ve adâleti te’sîs edip yaşatmaktır. Bunun içindir ki,
yeryüzünün neresinde bir küfür ve zulüm merkezi varsa orayı ‘Kızıl Elma’ ilân
etmiş ve kendisine hedef seçmiştir. Bu arada, ülkeler fethedilirken, Türk
Hâkanlarının, ‘Maksadımız kuru mülk
kavgası değildir
!’ sözünü sık sık tekrârladıklarını da unutmamak gerekir.
Hâlbu ki, meselâ Makedonya’lı İskender ile Napolyon’un fetihlerinde itici güç,
insan haysiyetine yaraşır nizâm-intizâm ve düzen kurmak değil, bil’akis,
cihangîrlik sevdâsı ve fethedilen ülkelerin halkına cebir ve tahakkümle
hükmetme emel ve arzusudur.

 

Biraz önce belirttiğimiz gibi,
yerleşik târihî millî inancımız, o devirlerde sâdece devletimizin
yöneticilerinde değil, milletin bütün fertlerinde canlı ve güçlü bir şekilde
yaşamaktaydı. Millî inancın gereğini yerine getirmek, başta ordu ile
yöneticilerin vazîfesi olmakla berâber, seçkin bazı erenler, ermişler ve alp
erenler, o ülke insanları arasına girerek bu vazîfeyi kendi çaplarında
münferiden de yapıyorlardı. Târihimizin geçmiş asırlarında bunun müşahhas ve
canlı örnekleri pek çoktur. Bu, hasbeten lillâh, gönüllü olarak ve kendi
çapında yapılıyordu. Bunun için, birilerinin onu yönlendirmesi de gerekmiyordu.
Zîrâ onlar, bu yerleşik târihî millî inancın bizzât şuûrunda idiler.
Târihimizin o devirlerinde bu vazîfeyi münferiden yapan pek çok erenlerimiz,
ermişlerimiz, alp erenlerimiz vardır. Bunların büyük bir ekseriyeti, atalar
yurdumuz Türkistân’dan, sırf bu mukaddes vazîfeyi îfâ edebilmek için kopup
gelmişlerdir. Nitekim, ünlü mütefekkir şâirimiz Yahyâ Kemâl Beyatlı, Sarı
Saltuk’un bu maksatla atalar yurdumuzdan kopup gelişini mısrâlarına taşımıştır:

 

 

Geldikdi
bir zaman Sarı Saltuk’la Asyâ’dan,

Bir
bir diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sarkarya’dan.

 

 

(İkinci Bölümün Sonu. Üçüncü Bölüm 28 Kasım 2021 Pazar
Günü Verilecektir.)

 

Önceki İçerikOlaylar, Olaylar…
Sonraki İçerikŞehrimizin Bir Değerine Vefa
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.