Yaşadığımız dönem, küreselleştirmenin iktisat ve inanç dünyaları da dahil her alanda gelişmekte olan ülkeler üzerinde baskı ve yönlendirmelerini hissettiğimiz bir dönemdir. Küreselleştirme parçayı bütünün karşısına diken, parçayı ayrı düşünen, mahalli ile milliyi farklı ve çatışması gereken unsurlar olarak ele alan bir yaklaşıma sahiptir.
Genelde ülke çapında uygulanan iktisat politikalarını ve sonuçlarını bölgelerden ayrı düşünemeyiz. Bir ülkenin genel ekonomik sorunları bölge seviyesinde de kendisini hissettirir. Nitekim, Türkiye’deki işsizlik oranındaki artış, ülkenin az gelişmiş yörelerinde de artışa sebep olmuştur. Geleneksel olarak bölgelerarası eşitsizlikleri gidermek ve mümkün olduğu kadar dengeleyici politikalar uygulamak, milli ekonomik büyüme içine konuyu oturtmak esas alınır. Bölge plânları yapılsa dahi, bunlar milli plânları dışlayarak gerçekleştirilmez.
Ancak, son yıllarda küreselleştirmenin doğurduğu etkiler yeni modelleri gündeme getirmekte, bölgelerarası eşitlik ve dengeden çok; bölgelerarası rekabeti, milli ekonomik büyümeden ayrı bölgesel ekonomik büyümeyi öne çıkarmaktadır. Henüz ekonomik gelişmede mesafe kat etmemiş, kalkış sağlayamamış bir yöre veya bölgenin diğerleriyle nasıl rekabet edebileceği çok tartışmalıdır.
Son yıllarda AB’nin dayatması olarak gündemde tutulan, belki de demokratikleşmenin bir gereği olarak(!) pek de tartışılmadan benimsenen ve 14 Temmuz 2009’da yasalaştırılan bölge kalkınma ajansları, ABD, İngiltere, Almanya ve Polonya gibi bir çok ülkede kurulmuştur. Bizde de 3 veya 4 ili kapsayan 26 kalkınma ajansı gerçekleştirilmiştir. Henüz sonuçları ortaya çıkmamakla beraber, birçok soru işareti bulunmaktadır. DPT’nin eşgüdümünde faaliyet gösterirken, mahalli ve iç kaynakları harekete geçirirken, uluslararası fonlardan ve bilhassa AB fonlarından da istifade edileceği anlaşılmaktadır.
Yabancı fonların bir ülkeye hele o ülkenin sermaye-hasıla katsayısı düşük, az gelişmiş yörelerine gelmesinin bir beklentisi vardır. Bunların kâr amacı gütmemesi ve kamu yararını hesaba katması nasıl beklenebilir? Bu kadar aşırı iyimser olmak, ülke çıkarlarını göz ardı etme sonucunu doğurabilir. Ancak, bazılarına göre milli çıkarları korumak, milliyetçilik yapmak çağdaş bir suç haline sokulmuş; uysal ve evrenselci bir garip sömürge aydını tipi makbul bir nesne gibi takdim edilmiştir; edilmeye de devam etmektedir. Ülkeyi yönetenlerin bu yönde maalesef bazı beyanları vardır.
Ülkelerin politik gücü ve siyasi tesirliliği bu ajansların faaliyetlerini etkileyecektir. Meselâ; Almanya’da kurulan ajanslarda sınırlı sorumlu olan şirketler, diğer bazı ülkelerde ne ölçüde sınırlı sorumlu olabilecek ve kamu denetimi dışında düşünülebileceklerdir? Dünya kaynaklarını denetim altına alma iddiaları geçerliliğini korumaktadır. Türkiye gibi ülkelerde kamu kuruluşlarının özelleştirilmesinden sonra sıra bizzat Devletin özelleştirilmesine gelmiştir. Aslında Anayasa değişikliklerini diğer birçok uygulama ve konudan ayrı ve bağımsız düşünemeyiz. Türkiye’ye yeni bir rota çizilmeye çalışılmakta ve bu rotanın tayin edicileri de maalesef biz olmuyoruz. Başbakanlıkta Ergun Özbudun ekibine hazırlattırılan taslak unutulmamıştır. Acaba Devletle ve Türklükle kavgalı bu ekibe neden taslak hazırlattırılmıştır? Asıl hedef; Anayasanın temel giriş maddeleri ve bunlarla bağlantılı diğer bazı maddeler değil mi? Engel görülen Yargıyı ve askeri sindirme hedeflenmiyor mu?
Anayasa değişiklikleri mutabakat gerektirir. Her iktidara göre Anayasa hazırlanmaz ve değişiklik yapılmaz. Devletin Anayasası olur; partilerin değil… Bu bizde ters işletilmeye çalışılmaktadır. Liberal diktaya götürücü, demokrasiyi tanınmaz hale getirici bu yolda ısrarlı olunduğu anlaşılmaktadır.