Almanya’da iktidar ortağı olan Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi’nin, “göçmenler evlerinde de Almanca konuşsun” dayatmasından geri adım attığı basında yer alıyor. Bu yönde yasa çıkarmak isteyen parti; “herkes kendi evinde kendi dilini kullansın” noktasına gelmiş. Bu çok dikkat çekici bir haberdi. Demek ki Almanya’da bu parti göçmen evlerini de kamusal alan olarak görmüş; her yerde Almanca konuşmayı yasa kapsamına almak istemiştir.
Biz ise; dünya dili olan Türkçeye alternatif arayarak yasa ve anayasa değişikliklerinin peşine düşüyoruz. Türk kimliğini anayasadan çıkartmayı demokratikleşme zannediyoruz. Terörle iç içe olan bir partiyi aracı kılarak terör örgütü ve kandille pazarlık yapıyoruz. Oysa Batıda AİHM, İspanya’da olduğu gibi terörle iç içe olan bir siyasi partinin demokrasiden faydalanamayacağını ve demokratik hakları kullanma lüksünün olmadığını söylüyor. Malum çevre işi o kadar küstahça ileri götürüyor ki, sokak eylemlerini baskı aracı olarak kullanıyor. Yine sokağa çıkarız tehditleri savuruyor.
Diğer taraftan yazılısı ve görüntülüsü ile basının büyük bir bölümü dünün Demirperde basınını andırıyor. Gerçekler dile getirilemiyor ve vatandaş bilgilendirilemiyor. Bu süreçte adeta bazıları Lale Devrini yaşıyor. Buna uygun tablolar sergileniyor. Ak Sarayın asıl tartışılacak yanı, bunun Milli Devlet ve Cumhuriyetin yerleşmiş geleneklerine karşı oluşudur. Muhafazakâr bir anlayışın Çankaya’dan vazgeçmesi yadırganabilecek bir tutumdur. İngiltere’de Kraliçe yüz yıllardır süren bir geleneği dışlayarak yeni bir malikâne peşine düşmemiştir. Bu ülkede başbakanlar bizimkilere çok klasik ve yetersiz gelecek Downing Street 10 numaradan çıkmayı hiç düşünmezler. Aksini muhafazakâr iktidarlar değil; rejimle ve devletin kuruluş amacıyla ters düşen ihtilâlci yönetim anlayışı ancak yapabilir.
Bu ara yine bazılarınca Osmanlıcılık gündeme getiriliyor. Anlaşılan genel seçimlerde türbanın yerine Osmanlıcılık malzeme olarak kullanılacaktır. Artı ve eksileriyle belirli bir döneme damgasını vuran, Batıya insan hakları konusunda pratik dersler veren, bir ölçüde self-senyör ikilemine dayanan feodalitenin yıkılmasına sebep olabilen Osmanlı düzeni, tarihimizin önemli bir kesitidir. Bizim Osmanlı hayranlığımız 1299’da bu devleti kuran kurucu irade olan Türk unsuruna dayanır. 16.yy’ın ortalarından itibaren kurucu unsur sığınmacı durumuna düşürülmüş, reayaya sosyal hareketlilik imkânları tanınmamıştır. Sadece vergi veren, askere giden bir özellik taşımıştır. Kurucu iradenin sahibi Türk’e rastlamak için 1876 Anayasası beklenmiş, Türk ve Türkçe burada yer almıştır. II. Abdülhamit dönemi bir ölçüde Türk’ün ve Türkçenin hatırlandığı bir dönemdir. Bunun yanı sıra, yurt dışına çıkarılan Osmanlı hanedanından bazılarının son yıllarda görülen Türklük vurgusu ve milli devlete bağlılıkları dikkatleri çekmiştir.
Osmanlı’da Türkü dışlayan çarpık zihniyet düne özenilerek bugün de devam ettirilmektedir. Demokratikleşme için Anayasadan Türklük, milli kimlik, Türk Milleti gibi kavramlar çıkarılarak T.C. ibaresi kuruluşlardan kaldırılmaktadır. Ankara spor Kulübünün ismi Osmanlı spor yapılmıştır. Osmanlı Türkçesine bu kadar bağlı olanlar 13 sene neden beklemişlerdir? Acaba birileri bize Osmanlı siyasi sınırlarını mı teklif etmektedir? Milli devlet ve üniter yapıdan uzaklaşıp eyalet ve başkanlık sistemine geçerek, yine ağabeylik yaparak, sınırlarımızı büyüterek ufalanmamız mı istenmektedir? Cumhuriyetle milli devlete, milli kimliğe ve milletleşmeye geçmek bir dayatma değil; Osmanlıyı kuran asıl iradeye saygıdır. Geliniz Osmanlıcadan önce milli sınırlarımızı koruyalım ve futbol maçlarında Cizre’de olduğu gibi İstiklal Marşını ıslıklatmayalım, kamu düzenini sağlayalım. Osmanlının bazılarının avukatlığına hiç de ihtiyacı yoktur.