Oğuz Çetinoğlu: İstanbul Boğazı üzerinde yapılacak üçüncü köprüye, ‘Yavuz Sultan Selim‘ adının verileceği açıklandıktan sonra gündemden düşmeyen bir tartışma hâline gelen konu hakkında konuşalım istiyorum. Yavuz Sultan Selim Han’ın, 40.000 Alevi’yi katlettiği iddia ediliyor. Bu iddia nereden kaynaklanıyor?
Prof. Dr. Tufan Gündüz: Bütün tartışma İdris-i Bitlisî’nin ‘Selimşahnâme‘ adlı eserindeki şu sözlerle başladı:
‘Padişah yöneticilerine: ‘Hiç beklemeden Kızılbaş taifesinden kim varsa, nerede bulunuyorsa üç atasına dek bu Safeviyye şeyhlerinin üç tabakasına inanan müridlerinden iseler her halükârda ‘İmanı inkâra değiştiren şüphesiz doğru yoldan sapmış olur’ âyeti gereğince köklerinin kazınmasını ve tebdil ile cezalandırılmayı hak etmişlerdir. Rum beldelerinde oturan ve yürüyen bu taifeden yediden yetmişe hepsini yazsınlar ve yüce divanın naiplerine arz etsinler’ diye hüküm gönderdi. Yazıcılar isimleri defterlere kaydettiler, yaşlı ve gençlerden oluşan kayıtlıların sayısı 40.000 oldu. Ulaklar bu defterleri her yörenin hâkimine ulaştırdıktan sonra her yörede keskin kılıçlar adım adım yazılanlara yöneldi. Bu öldürülenlerin sayısı 40.000 aştı.’
Tabii İdris-i Bitlisi bu satırları yazarken verdiği bilgilerin günün birinde büyük politik tartışmalara yol açacağını düşünemezdi. Çünkü O’nun devrinde abartılı rakamlar kullanmak yazarların efendilerini övmesi için bir fırsat sayılırdı. Ayrıca önemli bir başarıyı, zaferi veya üstünlüğü ilahî bir destek; bir belayı veya fenalığı da feleğin sillesi gibi göstermek devrin âdetlerindendi.
İnanca göre her büyük olayda muhakkak ya bir kuyrukluyıldız peyda olur, ya güneş tutulur veya havanın kıpkızıl olması gibi gökyüzünde beklenmedik bir değişim meydana gelirdi. Geleneksel olarak birbirlerinin eserlerinden geniş alıntılar yapan tarihçiler de nakledilen bilgiyi alırken eleştiri süzgecinden çok az geçirirlerdi. Öyle ki, bazen hiç olmayan bir isim veya olay tekrarlana tekrarlana gerçeğin yerini alırdı. Daha da vahimi, modern araştırmacıların bu tür bilgileri mutlak doğru kabul edip eleştirmeden olduğu gibi nakletmeleridir.
Çetinoğlu: Mâkul bir yorum. Fakat günümüzdeki iddia sâhiplerini tatmin etmeyecektir. Daha inandırıcı bilgi ve belgelere sâhip olduğunuzu düşünüyorum. Kaynaklar ne diyor?
Gündüz: Anadolu’da 40.000 Kızılbaşın öldürüldüğüne dair ilk bilgi İdris-i Bitlisî’de geçiyor. Hoca Sadeddin Efendi ve İbn Kemal bu bilgiyi Ondan aynen naklediyorlar. Öte yandan, sarayın içinde olup pek çok belgeyi görme ve dedikoduyu duyma imkânı bulunan Celalzâde Mustafa’nın ‘Selimnâme‘ adlı eserinde bu hadiseye hiç dikkat çekmiyor oluşu ilginçtir. Hatta şu kadarını söyleyelim; İdris-i Bitlisî’nin eserini kaynak olarak kullanmayan tarihçiler ve özellikle Selimnâme yazarları Kızılbaş katliamından hiç söz etmiyorlar.
Çetinoğlu: O dönemde Alevi veya Kızılbaş tarihçiler de vardı herhalde. Onlar ne diyorlar?
Gündüz: Safevîlerin halifeler yoluyla neredeyse bütün Anadolu’yu gözetleme imkânı buldukları bir dönemde iddia edilen katliamdan hiçbir şekilde haberdar olmamaları hiç akla yatkın değil. Çünkü Safevî ordusunun hızla eridiği ve Anadolu’dan gelecek yetişkin erkeklere ihtiyaç duyulduğu bir ortamda müritlerine, yani Kızılbaş Türkmenlere yönelik böylesine geniş çaplı bir katliamın en azından saraya haber olarak ulaşması beklenirdi. Bu da savaşmakta isteksiz davranan Şah İsmail açısından hiç olmazsa Çaldıran Savaşı için kuvvetli bir sebep oluştururdu. Ama garip bir şekilde ‘İran-zeminde’ 40.000 kişinin katliyle ilgili hiçbir habere rastlanmıyor. İran kaynaklarındaki bu suskunluk hakikaten şaşırtıcıdır.
Çetinoğlu: Çarpık iddianın sâhiplerine mükemmel bir meydan okuyuş… ‘Hodri meydan… Belgelerinizi getirin bakalım.’ Diyorsunuz.
Osmanlı’da arşiv çalışmaları, çağdaşı diğer ülkelerde emsaline rastlanmayacak ölçüde çok mükemmeldi. Nüfus kayıtları da öyle… Meseleye bir de o yönden bakabilir miyiz?
Gündüz: 40.000 yetişkin erkek o devirde büyük bir ordu demekti. Metindeki gibi ‘yediden yetmişe’ şeklinde düşünürsek bu da en az (bir haneyi 4-5 kişi olarak hesaplarsak) 8-10.000 hanelik bir nüfus yapar.
Çetinoğlu: Bu rakam o devir için hangi anlama gelmektedir?
Gündüz: Elimizdeki nüfus verilerini göz önünde bulundurarak bazı karşılaştırmalar yapalım:
1540’ta sayımı yapılan Bozulus Türkmenleri yaklaşık 8.000 haneydiler ve 3.000.000’dan fazla koyuna sahiptiler. Öte yandan 1512’de bütün Aydın vilayeti sadece 24.000 nüfusa sahipti. 1522’deyse Aksaray kazasında toplam 7.826 hane yaşıyordu. Bunlardan sadece 893 hanesi şehir merkezinde bulunuyordu.
Devam edelim: 1518 yılında Mardin’deki hane sayısı 8.462 idi. 1516’da Erzincan’da 701, Kemah’da 299 hane yaşarken, 1512’de büyük bir yerleşim sayılan Kütahya’da 1.192 hane vardı. 10 yıl sonra Anadolu’nun kalabalık şehirlerinden Kayseri merkezinde 2.364 hane yaşadığını biliyoruz.
Bunlara ilaveten, 16. yüzyılda ortalama köy nüfusunun 5 ilâ 60 hane arasında değiştiğini ama genel olarak 30-40 haneli köylerin büyük köy statüsünde sayılabileceğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Çetinoğlu: Bu bilgiler, inanıyorum ki belgelere dayanıyordur. Bu durumda 40.000 kişilik veya başka bir deyişle 8-10.000 hanelik bir nüfusun öldürülerek ortadan kaldırılması ne anlama geliyor?
Gündüz: Duruma göre birkaç şehrin veya binden fazla köyün ortadan kalkması, yerle bir olması, haritadan silinmesi, koyunu, kuzusu, malı, menalı neye sâhiplerse oraya buraya savrulması, talan edilmesi demektir bu.
Çetinoğlu: Peki binlerce insanın gafil avlanması, kuşatılması, yediden yetmişe kılıçtan geçirilmesi, cenazelerin defnedilmesi, taşınır ve taşınmaz mallarının yağma edilmesi ve bunlardan kimsenin haberdar olmaması mümkün müdür?
Gündüz: Değil tabii ki…Şimdi gelin, yine meseleye başka bir açıdan bakmayı deneyelim:
Osmanlı tarihi üzerine arşiv çalışması yapanlar pekâlâ bilirler ki, Tahrir Defterleri mahiyet itibariyle vergi defterleridir ve oradaki kayıtlar aynı zamanda vergi ünitelerini ve gelirlerin paylaşılmasını gösterir. Daha açık söylemek gerekirse, Osmanlı Devleti’nde her gelir kaynağının bir de sahibi vardır. Özellikle Anadolu’da yaygın şekilde uygulanan tımar sisteminde hangi sipahinin hangi köyün vergisini alacağı bellidir.
Bir köyün yerini değiştirmesi, köylülerin arazisini bırakıp başka yere göç etmesi veya köyün gelirlerinin artması veya azalması sipahinin kazancını doğrudan etkileyeceğinden bu durum kayıtlara hemen yansır. Şu halde 8-10.000 hanelik o tarihler için muazzam sayılabilecek bir nüfus kaybının yaratacağı vergi problemlerinin on yıllar boyu şikâyet konusu olacağı ve kayıtlara geçeceği muhakkaktır.
Çetinoğlu: Elimizde böyle kayıtlar var mı?
Gündüz: Yok. Gerçi bazı Tahrir Defterlerinde ‘Kızılbaş fetretinde’ köyün ahaliden boşaldığına dair kayıtlar bulunmaktadır. Ancak bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Üstelik bunların Kızılbaş köyleri mi, Sünni köyleri mi oldukları da belirsizdir. Yani kimin kimden kaçtığı açık değildir.
Çetinoğlu: Devlet bu tür şikâyetlerin kayıtlarını yok etmiş olabilir mi?
Gündüz: Hayır. Çünkü Osmanlı Devleti ‘kâğıtla’ yönetilen bir devlettir ve her ne olursa olsun hiçbir vesikasını bilerek ve isteyerek yok etmez.
Osmanlı Arşivi’nde küçücük kâğıt parçalarının bile nasıl özenle muhafaza edildiği erbabının malumudur.
Öte yandan Kızılbaşların takip ve katledildiğine dair birkaç tarihsiz belge vardır. Mesela bunlardan birinde nerede olduğu belli olmamakla beraber bozgunculuk yaptığı gerekçesiyle öldürülenlerin isimleri yazılıdır ve bunlar sadece 17 (on yedi) kişidir. Diğeriyse takibatla ilgili bir istihbarat raporudur, buradaki sayı ise kabaca 70 kişidir (üstelik bir kısmı Kızılbaşlıkla ilgili değildir.)
Çetinoğlu: Anadolu’da o dönemdeki Kızılbaş nüfusu biliniyor mu?
Gündüz: Bir rakam vermek zor. Ama olayların gelişmesinden az çok bir fikir sahibi olmak mümkün.
Safeviye tarikatının etki alanı Toroslarda Varsaklar, Dulkadirli Türkmenleri, Samsun çevresinde Çepniler, Antalya havalisinde Tekelilere uzanıyordu. Tokat’tan güneye doğru olan sahada ‘Rumlu’ tabir edilen Türkmenler yaşıyordu. Ancak kesin bir dille söylemek gerekir ki, bu sahada yaşayanların hepsi Safevî tarikatına bağlı değildi. Rumlular ve Tekeliler daha Şah İsmail zuhur etmeden Erdebil’e gitmişlerdi. Dulkadirli, Varsak ve Çepniler ise O’nun zuhuruyla birlikte İran’a gittiler.
Şah İsmail Akkoyunlulara karşı 1501 yılında ilk büyük zaferini kazandığında yaklaşık 7.000 askere sahipti. 1502’deki ikinci zaferinde bu sayı 10.000′ çıkmıştı. Bu askerler Doğu Anadolu, Azerbaycan ve İran’dan derlenen Türkmenlerden ibaretti. Mesela bölgedeki Kürtler ve Farslar başlangıçta Safevîleri hiç desteklememişlerdi.
Bu yüzden Şah İsmail elindeki kısıtlı ve hızla eriyen kuvvetlerle geniş bir alana hâkim olmak durumundaydı. Bunun için etrafa sürekli haberler göndererek müritlerinin toplanması çağrısında bulunuyordu.
Bu çağrıya ikinci defa uyan Teke Türkmenleri 1511’de Şah Kulu’nun idaresinde İran’a yöneldiler. Yolculukları esnasında etrafa zarar verdiler. Bu arada kendilerini takip eden Osmanlı kuvvetlerini iki defa yenilgiye uğrattılar ve sonunda İran’a ulaşmayı başardılar. Bunların sayıları kabaca 5.000 kişiydi. Muhtemeldir ki, aileleriyle beraber sayıları 15.000’e ulaşıyordu (yani Osmanlılar sadece 5.000 savaşçıyla bile baş edememişlerdi).
Şah İsmail’in bir diğer hamlesiyse Nur Ali Halife’yi Anadolu’ya göndererek kendisine katılmak isteyen Kızılbaş Türkmenleri toplamak olmuştu. Nur Ali Halife 1512’de Osmanlı sınırına gelmiş ve etrafa çağrıda bulunmuştu. Çağrıya uyanların sayısını Safevî kaynakları 3-4.000 civarında tespit ediyor. Osmanlı kaynakları, özellikle İdris-i Bitlisi ise sayının 20.000 olduğunu söylüyor.
Fark edilebileceği gibi İdris-i Bitlisî’deki sayı yine abartılı. Halbuki Şah İsmail’in en kudretli zamanında bile bu kadar yoğun bir katılım olmamıştı.
Şah İsmail’in çıkış hareketi başladığında takvimler 1498 yılını gösteriyordu. Bu sıralarda Osmanlı tahtında Sultan İkinci Bayezid Han oturuyordu.
Çetinoğlu: Sultan İkinci Bayezid Han, Şah İsmail ile iyi geçinmeye çalışıyordu…
Gündüz: Öyle söyleniyorsa da, gerçek böyle değildi.
Sultan İkinci Bayezid Han Anadolu’daki Şah İsmail taraftarlarının İran’a gitmelerine kesinlikle izin vermiyordu. Ne var ki, sıkı tembihlere rağmen yakalananlar rüşvet veya iltimasla kurtulup yollarına devam ediyor, Şah’a kavuşuyorlardı.
Çetinoğlu: Bütün bunları değerlendirdiğimizde nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
Gündüz: Şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz:
Osmanlılar ne yaparsa yapsın Anadolu’da sınır ve yol güvenliği diye bir şey kalmamıştı. Yavuz Sultan Selim Han tahta geçtiğinde de durum çok fazla değişmemişti. Üstelik taşradan Yavuz Sultan Selim Han’a gönderilen mektuplardan anlaşıldığına göre devlet düzeni hercümerç olmuş, rüşvet ve iltimas her tarafı sarmıştı.
Bu durumda Yavuz Sultan Selim Han’ın bütün Anadolu’ya mutlak hâkim olması ve ahalinin bir kısmını ‘fişleyerek’ bu kadar geniş kapsamlı bir soruşturma ve katliama girişmesi zor görünüyor.
Çetinoğlu: İddialarda ileri sürülen 40.000 rakamı, savaşta ölenler olabilir mi?
Gündüz: Yavuz Sultan Selim Han’ın 100.000 kişiden fazla olduğu muhakkak olan ordusunun karşısına Şah İsmail yaklaşık 40.000 kişiyle çıkabilmişti. Aslında Şah İsmail’in en kalabalık gücüne Çaldıran vesilesiyle ulaştığı da söylenebilir. Fakat bu; yorgun, bıkkın ve erimekte olan bir orduydu. En son Özbeklere karşı yapılan savaşta çok ciddi kayıplar vermişti. Buna rağmen Çaldıran’da kıyasıya savaşmışlar, hatta yer yer de üstünlük kurmuşlardı. Ne var ki Osmanlıların yüksek ateş gücü ve askerî disiplini savaşın sonucunu belirlemişti.
Venedik kaynakları bu çetin savaşta 30.000 Osmanlı askerin öldüğünü kaydediyor. Öte yandan, Osmanlı kaynakları herhangi bir sayı vermiyor. Safevî ordusunun kılıçtan geçirildiğini söylemekle yetiniyor.
Safevi kaynakları ise 5.000 kişinin öldüğünü, bunlardan 3.000’in Osmanlı askeri olduğunu yazıyor. Arada 10 kat fark var. Ölen Osmanlı askerinin sayısı 30.000 mi, yoksa 3.000 mi?
Bütün parçaları bir araya getirdiğimizde şunu görüyoruz ki, tarih kaynakları ciddi şekilde incelenmeden hüküm verilmemelidir. Bir kişinin bile haksız yere burnunun kanaması insanî niteliklerini kaybetmemiş olan herkesi rahatsız eder, etmelidir. Bir kişi ile haksız yere idam edildiyse bu sayı gerçekten ‘çok’tur. Bir ile 40.000 arasında da insaf ölçüsünün dışında bir sayı bulunmaktadır.
Tarih, siyaset üretmek için vardır elbette. Ancak siyasete uygun bilgileri tarihte mutlak doğru kabul etmek de doğru değildir.
Tarih, kan davası veya bir intikam sahası olmamalıdır.
Çetinoğlu: İnsanî ve İslamî bir yaklaşım. Efendim, verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.
CEVAP BEKLEYEN BİR SORU?
Safevî Kaynakları Sözde Katliama Niye Suskun Kaldı?
Yavuz Sultan Selim 40.000 Aleviyi öldürttüyse, Anadolu’daki gelişmeleri sıkı sıkıya takip eden Safevîlerin böyle bir katliam karşısında duyarsız kalması beklenebilir mi?
Mesela Sultan İkinci Bayezid Han döneminde İran’a gitmek isteyen Kızılbaşların engellenmesi üzerine Şah İsmail Osmanlı Sultanına önce mektup gönderip izin istemiş, daha sonra üstü kapalı olarak tehdit etmişti.
Keza Şah Kulu ayaklanması da Safevî tarihçileri tarafından yakından takip edilmişti.
Buna rağmen ‘40.000 kişinin katli’ meselesinde Safevî Sarayı bütünüyle duyarsız, Safevî kaynakları ise tamamen habersiz görünmektedir.
Açıkçası hiçbir Safevî kaynağı Osmanlıların Alevi katliamı yaptıklarına dair bilgi vermez.
Prof. Dr. TUFAN GÜNDÜZ
Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tufan Gündüz, Yüksek Lisansını 1991 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ‘165 Numaralı Kayseri Şeriyye Sicili’ isimli tezi ile tamamladı. 1996 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ‘Bozulus Türkmenleri 1540-1640’ başlıklı tezi ile ‘Dr.’ unvanına sâhip oldu. 1998-2000 yıllarında Atatürk İlkeleri ve İnkılap tarihi Okutmanı olarak görev yaptı.
2000 Yılında Yeni Çağ Tarihi dalında Yardımcı Doçent, 2006 yılında Doçent, 2011 yılında profesör oldu.
Prof. Dr. Tufan Gündüz, İngilizce ve Farsça bilmektedir.