Oğuz
Çetinoğlu: ‘Bunların kafasında ve gönlünde ne bilim, ne teknolojiden
eser yok.’ cümlesinde çarpıklık görüyor musunuz? Nasıl olmalıydı,
neden?
Yavuz Bülent
Bâkiler:Çarpıklık ne demek? Bu,
cinlerin çarptığı bir cümle! Türkçede böyle bir cümle olmaz! Veya bir Türk
böyle cümlelerle konuşamaz ve yazamaz! Çünkü:
Türkçede bir cümle “ne” bağlacı ile başlarsa, cümle,
olumlu bir kelime ile biter. Birkaç örnek vermeme müsaade ediniz. Biz, Türkçe
konuşurken: “Ne annem, ne de babam
gelmediler!” demeyiz. “Annem, babam
gelmediler” deriz. Ama cümlenin başına “ne” bağlacı koyacaksak o zaman: “Ne annem, ne de babam geldi…” diye
konuşur ve yazarız. Aynı şekilde, “Ne
sabah, ne akşam acıkmıyorum” veya “Ne
Türk liram, ne de Amerikan dolarım yok!” denilmez. “Ne sabah, ne akşam acıkıyorum” veya “Ne Türk liram, ne de Amerikan dolarım var!” denilir. İlh…
Çetinoğlu: Devrik cümle
kullanmadan edebiyat yapılamaz mı?
Bâkiler: Devrik cümle bizim konuşma dilimizde vardır ama yazı
dilimizde yoktur. Mesela biz, konuşurken: “Bekledim
ben bugün vapur iskelesinde seni” veya “Başladı
yağmurlu günler İstanbul’da yavaş yavaş artık” diyebiliriz. Ama yazarken “Seni, bugün vapur iskelesinde bekledim”
veya “İstanbul’da, yağmurlu günler, artık
yavaş yavaş başladı” deriz.
Ben şahsen, devrik cümlelerle yazılmış bir metin
okurken, kendimi, nadasa bırakılmış bir tarlada yürüyormuşum gibi yorgun
hissediyorum. Cümleleri dönüp dönüp tekrar okuyorum. O bakımdan ben, devrik
cümlelerle uzayan metinleri sevmiyorum. Bir yazıya tabiîlik vermek için, zaman
zaman devrik cümleler olabilir. Ama baştan sona kadar, paldır-küldür devrik
cümlelerle karşımıza çıkan kimseleri, doğrusu sevmiyorum.
Çetinoğlu: Günümüzde
bilhassa bâzı gazete yazarlarının modalaştırdığı bir tâbir var: ‘Linç edilmek’…
Eskiden beri mâlûmumuz olan bu tâbir şimdilerde yeni bir kullanış şekli
kazandı: ‘Beni Linç ettiler’, ‘Linç
edildim’, ‘Filânca san’atkâr Münbiç
Harekâtını desteklediği için linç edildi’ gibi… Acabâ böyle bir kullanış
isâbetli midir?
Bâkiler:Bu kullanış, ilk bakışta tuhaf geliyor. Çünkü “linç”,
bir kimsenin, anonim sayılacak kadar geniş bir topluluk tarafından, ciddî bir
tahkîkat yapılmadan, usûlüne uygun bir sorgu-suâle muhâtap kılınmadan,
aleyhinde sağlam delîller toplanmadan ve kendisine mâsûmiyetini müdâfaa hakkı
tanınmadan suçlu îlân edilip (yumruk, taş, sopa, bıçak, ateşli silâh gibi)
muhtelif vâsıtalarla öldürülmesidir. Kelime, Amerikalı (Virjinyalı) Hâkim
Charles Lynch’in (1736-1796) ismine izâfeten, evvelâ (1837’de) “Lynch Law” (Linç Kanûnu veya Hukuku)
şeklinde kullanılmıştır. Bu hâkim, Amerikan İhtilâli esnâsında, başında
bulunduğu mahkemede, İngiliz tarafdârı olanları, üstünkörü bir muhâkemeyle
suçlu îlân edip cezâlandırıyordu.
Kelimenin bu aslî mânâsına göre bir kimsenin “beni linç ettiler” demesi tabiî ki
imkânsızdır. Zîrâ linç edilmiş birisi, Gayb Âleminden yeryüzü insanlarına hitâb
ederek “beni linç ettiler” diyemez!
Şu var ki zaman içinde, bilhassa “sosyal medya”
sâyesinde, kelime, mecâzî bir mânâyla kullanılmaya başlamıştır. Bu mânâda, daha
açık bir ifâdeyle, “medyatik linç”
denmektedir. Bu tâbirle kasdedilen, bir sosyal medya kampanyasıyla herhangi bir
şahsın îtibârını yok etmek, onu tamâmen gözden düşürmektir. Bu çerçevede, “linç edildim” demek, aleyhimdeki bir
sosyal medya kampanyasıyle beni bitirdiler, îtibârımı sıfıra indirdiler
demektir ve böyle bir kullanış, herhalde yanlış olmaz…
Çetinoğlu: ‘Şarkı sözü yazarı’
ne menem bir iştir? Şarkılarında kullandıkları sözlerin sanat değeri
taşımadığını bildikleri için mi, ‘güfte’ diyemiyorlar?
Bâkiler: Güfte, Farsça asıllı bir kelimedir. Bir mûsıkî
eserinin söz kısmıdır. Yâni bir şiirin tamamı veya bir kısmı bestelenince, biz
ona “güfte”diyoruz.
Dünün bestekârları, beğendikleri şiirin bir bölümünü
ele alarak onu besteliyorlardı. Yâni dünün güfteleri beğenilen, bilinen şiirler
arasından seçiliyorlardı.
Şimdi durum çok farklı, bestekârlarımız, ya eşin
dostun tavsiyelerine uyarak beste yapıyorlar veya kendi yazdıklarını
besteliyorlar. Bu bakımdan ortaya “şarkı
sözü yazarları” dökülmeye başladı. Bu şarkı sözü yazan kimseler, şiiri
ciddî ölçüler içinde ele alan, iyi şiir yazan, şiirden anlayan kişiler
değillerdir. İşte bunlara “şarkı sözü
yazarı” deniliyor.
Ben o kişilerin bestelenmiş şarkı sözlerini zaman
zaman okuyor ve dinliyorum. Gerçekten şiir adına utanıyorum.
Bir sokak külhanbeyinden “beyefendi”veya bütün edep
duygusunu kaybetmiş bir fahişeden “hanımefendi”diye bahsetmek, nasıl bir
köksüzlüğün, bir seviyesizliğin belirtisi ise, bazı türkülerimizin ve
şarkılarımızın “sözleri” de, aynı seviyesizliğin bir tezâhürüdürler. (Bunlara
“güfte” demeye insanın dili varmıyor…) Meselâ “söz yazarlığı”na kalkışan
İbrahim Tatlıses’in bir türküsü…Tatlıses’in sesine hiçbir diyeceğim yok!
Mükemmel, muhteşem bir ses! Ama bestelediği bir türkünün sözleri, kötünün de
ötesinde kötü, bir zavallılık, utandıracak derecede bir zavallılık örneği:
“Yıllardır bir özlemdi
Yanıp durdu bağrımda
Yıllardır bir özlemdi
Yanıp durdu bağrımda
Tam ümidi kesmişken
Onu gördüm karşımda
Mavi mavi masmavi
Gözleri boncuk mavi
Bir gördüm âşık oldum
Bu gelen kimin yâri
Mavi mavi masmavi
Gözleri boncuk mavi
Bir gördüm âşık oldum
Bu gelen kimin yâri”
Son yıllarda, bazı türkülerimizin ve
şarkılarımızın sözleri, Türkçemizdeki büyük çöküntüyü ortaya koyması bakımından
çok üzüntü verici bir durumdur.
“Miyav! Miyav!” veya “sağlam”
mânâsında “kavi” der gibi “Mavi! Mavi!” diye sayıklayan bir türkü sözü
yazarına, on üzerinden değil, ancak bin üzerinden bir veriyorum!
Çetinoğlu: ‘Mutluluğu nerede
ararsınız’ sorusuna, ‘Mutluluk aramakla bulunabilecek bir meta değildir’
şeklindeki cevabı tahlil eder misiniz?
Bâkiler: Gerçekten de öyle. Mutluluk, daha doğrusu saâdet,
aramakla bulunacak, hele hele satın alınacak bir metâ değildir; elle tutulur,
gözle görülür bir nesne değildir. O, bir güzel duygudur. Bir hâdiseden sonra,
kendiliğinden çıkar gider veya kendiliğinden gelir. Bir tek vak’a, bir tek
cümle, bir tek haber, hatta bir tek kelime… insanı çok sevindirdiği, huzura
kavuşturduğu gibi çok üzebilir, çok ağlatabilir, çok elsiz-ayaksız bırakabilir.
Doğrusu biz, saâdetin ne zaman geleceğini, ne zaman başını alıp gideceğini pek
bilemeyiz.
“Meta’ mal,
eşya, gibi elle tutulup gözle görülebilen maddî varlıklar için kullanılır.
“Mutluluk” elle tutulmayan gözle görülmeyen eskilerin tâbiriyle “mücerred” yenilerin deyimişle “soyut” bir kavramdır. Bu cümleyi kuran,
“meta” kelimesinin mânâsını bilmiyor.
Çetinoğlu:
‘…’ Tırnak
içerisindeki cümle bittikten sonra (.) (nokta) koymak ve sonraki kelimeyi büyük
harfle başlatmak gerekir mi? Örnek cümle: Bana dedi ki: ‘Sen bu işi bilmiyorsun.’ Kendisine cevap verdim: ‘Doğrusunu sen söyler misin?’ Söyleyince
hatâmı anladım.
Bâkiler:Evvelâ şu hususu belirteyim: Türkçemizde, cümle
sonlarına mutlaka bir nokta konur ve noktadan sonra yeni cümleye mutlaka büyük
harfle başlanır. Alfabe ağalığına son vermek, bu yüzden, cümle başlarını büyük
harfle yazmayarak “harfler arasındaki eşitliği korumak”isteyen “muhteşem”
yaratılışlı kimseler biliyorum! Ben, o insanların arasında değilim! Ben, her
cümlenin sonuna bir nokta koyan ve her noktadan sonra, yeni cümleye büyük
harfle başlayan, “alfabe ağaları”ndan biriyim!
Asıl soruya gelince, esâs cümle içinde tırnakla
nakledilen bir başka cümle yer alıyor ve esâs cümle tırnaktan sonra da devâm
ediyorsa, tırnak içindeki cümlenin sonuna nokta (veya nidâ, istifhâm
işâretleri) konur ve tırnaktan sonra küçük harfle devâm edilir. Meselâ
sorunuzdaki cümleyi biraz değiştirerek bu kaideyi ona tatbîk edersek, onu şu
sûretle yazarız:
“Bana:
‘- Sen bu işi bilmiyorsun!’ deyince, kendisine: ‘Pekâlâ! Doğrusunu sen söyler
misin?’ şeklinde mukabele ettim.”
Çetinoğlu: Aşağıdaki
yazılışlardan hangisi doğru? Neden?
– Sultanahmet Camisi / Sultanahmet
Camii,
-Tevazusu / tevazuu
-Mısrası / mısraı,
-Eski Eskişehir Valisi / Eskişehir ilimizin eski valisi
-Eski Bayındırlık Bakanı Sayın X / Bayındırlık eski bakanı Sayın X
-Necip Fâzıl Kısakürek’in ‘Sakarya’
şiirinde… / Necip Fâzıl Kısakürek’in
‘Sakarya’ başlıklı
şiirinde…
-Mehmet Âkif Ersoy’un
Safahat’ında… / Mehmet Âkif Ersoy’un
Safahat isimli eserinde…
-Gülfem Sokak / Gülfem Sokağı…
Bâkiler: Sultanahmet Camisi değil, Sultanahmet Camii.
Tevazusu değil, tevazuu.
Mısrası değil, mısraı.
Eski Eskişehir Valisi değil, Eskişehir ilimizin eski
valisi.
Eski Bayındırlık Bakanı değil, Bayındırlık eski bakanı
demek lâzım.
Gülfem Sokak ifadesi yanlıştır. Gülfem Sokağı diye
yazmalıyız.
Bu misâllerdeki gibi, Resmî Dilde tereddî ve
alafrangalık almış başını gidiyor!
Nihal Atsız, galiba 1950 yılında çıkardığı ORKUN
dergisinde ikaz etmişti: “Kapı numaralarından önce No. dememeliyiz, Nu
demeliyiz” diye dikkat çekmişti veya okuyucularını uyarmıştı. Ben de 1950
yılından beri bir defa olsun “No” demedim. Hep “Nu” diye yazdım. Konuşurken
“Numara” diyoruz. Yazarken, bir Fransız gibi, neden “No” diyelim?
Yalnız Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya başlıklı
şiiriyle Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat isimli eseri çok meşhurdur. Bu
bakımdan biz, konuşmalarımızda ve yazılarımızda; Necip Fazıl Kısakürek’in
Sakarya şiirinde veya Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat’ında da diyoruz.
Bence bu beyanlar da yanlış değildir. Yani biz, Mehmet Âkif’in Safahat’ı
dediğimiz zaman, kimse, Mehmet Âkif’in hayatındaki safhalardan bahsettiğimizi
düşünmüyor. Herkesin aklına, sadece O’nun Safahat isimli eseri geliyor.
Necip Nazıl Kısakürek’in Sakarya şiiri dediğimiz zaman
da herkes anlıyor ki, biz O’nun Sakarya başlıklı şiiri hakkında konuşacağız.
Çetinoğlu: ‘Bağdat Cadde’ denilmezken; nasıl oluyor da, ‘Bağdat Sokağı’
yerine ‘Bağdat Sokak’
denilebiliyor? (Bu tür çarpıklıkları, belediyelerin koyduğu sokak ismi
tabelalarında da görmek mümkün)
Bâkiler:“Bağdat Sokağı” yerine “Bağdat Sokak” demek, yanlış
olmasına rağmen, belki de insanların kolayına gidiyor. Bağdat Caddesi
söyleyişinde ise böyle bir kolaylık yok gibi… “Sokağı” yerine sokak demek, oradaki
üç heceyi iki heceye indirmek kolay. Ama o kolaylık üç heceli “caddesi”
kelimesinde yok. Yâni “sokağı” yerine “sokak” denmesi, Türkçenin mantığına göre
yapılmış bir tercih değil.
Şu var ki bazı belediyelerimiz, yakın bir gelecekte,
levhalarını “BAĞDATSAL CADDE” diye değiştirebilirler!
Çetinoğlu: Neden ‘Ev atıkları’ değil de ‘Evsel atıklar’? Bu iş sonunda
‘Sanayisel atıksallıklar’ saçmasallıklarına kadar uzanabilir mi?
Bâkiler: Elbette uzanabilir. Benim bu değişiklikten hiçbir
şüphem yok. Neden yok? Söyleyeyim: Ben 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’ne
kaydoldum. 1955 yılında, Fakültemizin hemen yanı başında bir “SİYASAL BİLGİLER
FAKÜLTESİ” vardı.
1955 yılında “-sAl”
eki, sadece siyâset veya siyâsî kelimesinin kuyruğunda bulunuyordu. Belki başka
kelimelerde de vardı da ben bilmiyordum. Sonra, birdenbire çoğaldı. Birtakım
kimseler, Arapça-Farsça kelimeleri Türkçeleştirmek için, derhâl onların
arkasına Latinceden aldıkları bir “-sel” veya “-sal” ekini
yapıştırdılar. Ve böylece o kelimeleri Öztürkçe yaptıklarını sandılar. Mesela:
Tarih, şiir, asker, siyaset… kelimeleri Arapça mıdır? Yapıştırırsınız onların
arkasına Latinceden veya Fransızcadan aldığınız bir “-sAl”, “-Al”ekini;onları “tarihsel, şiirsel, askersel, siyasal…” yapar,
hemen Öztürkçe kelimeler elde edersiniz!
Ferman, günah, hasta, künde… kelimeleri Farsça mıdır?
Ne gam: “Fermansal, günahsal, hastasal,
kündesel…” der, bir çırpıda onları da “Öztürkçe”leştirirsiniz!
1955 yılında, bir-iki “selli-sallı” kelime vardı. Elli
yıl sonra karşımıza yüzlerce “selli-sallı” kelime dikildi.
Dilin millet hayatındaki ehemmiyetini bilmeyenler,
Fransızcadan devşirme bu “-sAl”, “-Al”, “-Ul”, “-Il”, “-l” eklerini kullana kullana, elli yıl,
yüz yıl sonra, Türkçeyi iyice tanınmaz hâle getireceklerdir! Bir ilim
adamımızın söylediği gibi: “Türkçe sal’a
bindirilmiş, sel’e verilmiştir!”
Ben şahsen, bu “-sel
/ -sal” eklerinden nefret ediyorum. Birçok kimsenin, ya cehâlet yüzünden
veya Batı karşısında tam bir aşağılık duygusu içinde bulunduğu için selli-sallı
kelimelerle konuştuklarını görüyorum.
Bozulma, önce devlet kuruluşlarında başlıyor, sonra
vatandaşlara geçiyor. İstanbul’da şuraya-buraya gidip gelmek için, zaman zaman
vapurlara biniyorum. Hareketten biraz sonra, teybe alınmış bir sesle yolcuların
dikkati çekiliyor. Çeşitli uyarılardan sonra: “Çevresel temizliğe dikkat ediniz!” deniliyor. Ne demektir “çevresel temizlik”? Bunun doğrusu ve
Türkçesi, “çevre temizliği”dir. Ama
bakın devlet ulaştırma vasıtalarında bile Türkçe katlediliyor. Hastahanelerde
görüyorum. Bazı kovaların veya plastik bidonların üzerinde: “Evsel atık” yazılı. Düşünüyorum:
Hastahane ev değildir. O zaman hastanelerimiz için ayrılan bidonların üzerine
de: “Hastahanesel atık” diye yazmak
gerekecek! Çok büyük bir bilgisizlik ve aptallık örneği! Hâlbuki bu gibi
barbarca uydurmalar yerine “ev atıkları”
demek kâfi ve çok daha güzeldir! Benzeri şekilde “fabrika atıkları”, “zehirli
atıklar”, “kimyevî atıklar”, “tıbbî atıklar” demek lâzımdır.
Nedir bütün bu alafrangalıklar?
Spor sunucularımızdan Halit Kıvanç, bir gün bir TV
programında demişti ki, “Dünyanın
gezmediğim ülkesi kalmadı. Gördüm ki, en güzel vedâ kelimesi bizdedir: ‘Güle
güle!’ Biz, ayrıldığımız arkadaşımıza ‘güle
güle’, diyoruz. Ne kadar güzel bir kelime! Ama şimdi çocuklarımız,
gençlerimiz, birbirinden ayrıldıklarında: “Hadi baaay!” veya “Baybayyy!”
diyorlar…Çok yazık!
Ben de sokaklarda, caddelerde rastlıyorum.
Kılık-kıyafetiyle köyden çıkıp geldiği, bir eve temizlik veya çocuklara bakmak
için tutulduğu belli olan orta yaşlı bir kadın, elinden tutup caddeye çıkardığı
4-5 yaşındaki bir kız çocuğundan ayrılmak üzere olan bir kimseyi şahadet
parmağıyla işaretleyerek çocuğu uyarıyor: