Yaşayan Yunus

97

Alev Alatlı‘nın dediği doğru. Biz “ölüsevici” bir toplumuz. Yaşarken kadrini kıymetini tam bilemediklerimizi öldükten sonra adeta abideleştiriyoruz. Belki bir nebze vicdan soğutması olarak..

Fakat Abdürrahim Karakoç‘un kadri kıymeti pek takdir edilmiyor da değil. Şiirleri en çok okunan, bestelenen, söylenen, uyarlanan, aşırılan sözlerin şairidir o. Onu ismen bilmeyenler bile mutlaka unutulmaz mısralarından birkaçını biliyordur.

Yâr deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor
Lambada titreyen alev üşüyor
Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban

Yine de eksik bir şeyler var. Mesela 2046‘da; İkinci Yunus Emre olarak payelendirilecekse başlıkta olduğu gibi onu “Yaşayan Yunus” diye nitelemekte beis yok. Tam tersine cesaret var.

Beynim fırın, bağrım tandır
Yanarım hayli zamandır
Sevgim bir yavru ceylandır
Seker gider dosta doğru

Yalnızca Yunus da değil. Biraz da Yavuz.. Daha doğrusu Dadaloğlu‘nun kente inmiş hali. İnmiş ama değişmemiş.. Tevazuyu vakarla, gösterişsizliği heybetle, doğallığı ihtişamla, yalınlığı derinlikle koruyan Anadolu‘nun ta kendisidir o.

Görmeyen ne bilir oy bu sevdayı
Derdimin dermanı say bu sevdayı
Öldüğümde çalgı çelenk beklemem
Al götür kabrime koy bu sevdayı

O bir dava ve adanış şairidir. Onun davası aşkıdır, aşkı davasıdır. Onu görünce aklıma şiirlerinden önce vatanımın yaylaları, ırmakları, sıradağları, kaval yakınmaları, sürülerin yayılmaları, bulutların oyunları, kazmayla yarılan toprağın rayihalanmaları geliyor.

Yurdum bir kâğıttır ışık beyazı
Üstünde insanlar mukaddes yazı
Genci, ihtiyarı, gelini, kızı
Susarsam hakkını helal etmesin

Şiirlerde hep kendini anlattı aslında. Anadolu‘ydu ‘İsyanlı Sükût‘, ‘Hasan‘dık hepimiz, ‘Kan Yazısı‘ydı ülkümüz, ‘Beşinci Mevsim‘di takvimimiz, ‘Vur Emri‘ydi mecburiyetimiz, ‘Gönlümdeki Gurbet‘ti yalnızlığımız, ‘Gökçekimi‘ydi farklılığımız…

Göz dostu gönül misafiriydi‘ o. Sevdiğine cennet kesilen, sevmediğine cehennem kesilenlerdendi. ‘Bu yazıyı yazdıktan sonra sahte dostlarımın sayısı azaldıysa memnun olurum‘ diyebilenlerdendi.

Gölgede olanın gölgesi olmaz‘ diye ortaya çıktı. Fillerle ve Ebrehe‘lerle mücadele etti. Doğruluğu bir kavak gibiydi, hiç eğilmedi. Yetinmedi; hep meydan okudu. Her şey şekilsizleşti, belirsizleşti ve değişti; o hariç. Derin Anadolu‘nun genlerinde ihanet tortusu bulunmaz. Sevdası da zorludur, kavgası da. Tıpkı yaşam gibi..

Bak gardaş, her dalda başka bir türkü
Her dağ yamacında bir destan uyur
Firez firez olmuş kaderin yükü
Her yığın dibinde bir aslan uyur

Ya o sevgi tarafı.. Aşk ve güzellik tarifi.. Ariften de öte.. Zannımca bir kişinin değil anonim bütün Anadolu sinelerinin ortak tespitleridir o imgeler. İmece cümleler gibi.. Zira o mısralar için onbinlerce kitap ve binlerce yıllık bir kültür – medeniyet birikimi gerekiyor. Bir o kadar da coğrafya ve devlet tecrübesi. Ve milletçe hayat mücadelesi..
Uyuyan göllere gün ışığında
Sevginin resmini çizsem kim anlar?
Tomurcuk yarılıp gül açtığında
Yağmurun saçını çözsem kim anlar?

Ah, ah;  kimlere üstadlıklar verdik de gitti. Özde ayrı, sözde ayrı kimlerle ünsiyet peyda ettik. Sen hep köşede bizimdin, bizdin. Sana verilecek pâye de yok. Bazıları toprağa gömülür, bazıları yüreğe. Dönüşürler yüzlerce yıl sonra geleneğe. Yunus gibi..

“Aşktan yana söz duyunca, ben hala seni düşünüyorum” usta. Hak Teâlâ seni yarlığasın.

NOT: Bu yazı ilk olarak Türkmence Dergisi‘nin 2006 – Ağustos sayısında yayınlanmıştır.