Yakın Çevre

522

Memleketimizin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve kültürel şartlar, bazen de son yıllarda peşimizi bırakmayan tabii felaketler, bizi günlük yaşantımızın bir parçası olan hayattan koparıp, uzaklara, çok uzaklara götürüyor. Öyle ki yaşadığımız çevre ve şartlardan adeta kopuyoruz. Hâlbuki yakın çevremizde de dikkate değer, hikâyesi yazılacak o kadar olaylara şahit oluyoruz ki sıradanlaştığı için ilgi alanımızın içerisine girmiyor bile.

                Hiç unutmam 17 Temmuz 1999 Marmara depreminde sabaha karşı o meşum, şiddetli sarsıntılarla birlikte çocuk çoluk ikinci kattan büyük bir telaş ve koşuşturmayla birlikte kendimizi dışarıya attık. Çok şükür evimizde görünürde bir hasar yoktu. Bizimle birlikte komşularımız da dışarıda neler olup bittiğini, merak ve korku içinde birbirlerine soruyorlardı. Bu esnada telefonuma Körfez Belediyesinden bir mesaj geldi. 1999 – 2004 Döneminde Körfez Belediyesinde Meclis Üyesi olduğum için benimle birlikte bütün Meclis Üyeleri Körfez Belediyesinin Teknik Hizmetler binasında toplantıya çağırılıyordu. Hanım ve çocuklarla vedalaşıp, Körfez Belediyesi Teknik Hizmetler sahasına gittim.

                Saha adeta mahşer yeri… Deprem sarsıntısından evleri yıkılanlar, enkaz altından kendilerini kurtarıp yakınlarının kurtarılmasını istemek için gelenler, iş makinalarından çıkan homurtulu gürültüler, insan feryatları adeta birbirine karışmış.

                En kısa zamanda Meclis Üyesi arkadaşlar iş makinalarıyla birlikte birer ekip oluşturup enkaz altında kalanların yardımlarına koştuk. Bu enkaz altından yaralı veya cansız insan çıkarma işi on günden fazla devam etti. Bu arada Tüpraş’ta çıkan Tank yangını, şehrin boşaltılmasına sebep oldu, şehri en son terk edenlerden biri de ben idim. Bu mahşeri kaçışta kendi ailemin ve çocuklarımın dahi nerede olduklarından habersiz üç günüm geçti.

                Deprem sonrası her şey yerli yerine oturup hasar tespit çalışmaları yapılıyorken, ben oturduğum evin sağlamlığına güvenerek rahat ve vurdumduymazlıkla hareket ederken, komşularımdan birisi, uzaktan evimin çatısının bir kısmının çöktüğünü görmüş. Çatıya çıktığımızda ne görelim, evin bacası, çatının büyük bir kısmı gerçekten çökmüş.

                Bütün buraya kadar anlattıklarımdan çıkaracağımız dersler; dışınızda, uzaklarda gelişen olaylar sizin için daha öncelikli oluyor.

***

Suç Kimin, Kim Suçlu?

                Geçtiğimiz günlerde şehir içi dolmuşunda seyahat etmekteyim. Minibüs durağa yanaşmak üzereyken iri yarı genç birisi oturduğu yerden kalkarken kolunu önünde oturan vatandaşın ensesine öyle bir çarptı ki adam can havliyle: “Neler oluyor, ne vuruyorsun!” Diye bağırdı. Ötekisi özür dileyeceği yerde, gençliğine iri kıyım cüssesine güvenerek o daha fazla bağırmaya başladı. Ne kolunun çarptığı kendisinden yaşça büyük insandan ne de minibüs içindeki genç yaşlı insanlardan utanmadan.  

                Minibüsün içerisindekilerin; kolu çarpan adamdan özür dilemesini beklemeleri gerekirken ensesine yumruk yiyen yaşlı adamı suçlayıp, serzenişte bulundular. “Ne olacak amca bilmeden kolu çarpmıştır”, “olayı fazla büyütüyorsun” gibi.

                Minibüs genç adamı durakta indirip yoluna devam ederken bu defa şoför: “Amca sen de amma da abarttın, ne olacak çarptıysa insanlık hali” gibi sözler sarf etti.

                O zaman bende minibüsten inip evime gidinceye kadar olayın şokunu atlatamadım. Ya şoför ve minibüstekiler haklıydı, ya da ensesine yumruk yiyen vatandaş. Aslında adamın kolu öndekinin ensesine çarptığında kendisi bir özür dilese olay bu kadar büyümeyecekti ama olayı öyle bir noktaya getirdi ki, kendisini haklı çıkarmasını bildi.

                Anlaşılan o ki, burada haksız olan yumruğu yiyen vatandaş ve benim düşünce sistemimdi. Aksi takdirde minibüsün içindeki onca insan yanılmış olamazdı!

***

O Halde Soruyorum Biz Neden Böyleyiz?

*Yıllar boyu geri kalmış ülkeler sıralamasından neden kurtulamıyoruz?

*Neden kadın cinayetleriyle anılır bir ülkenin vatandaşlarıyız?

*Her Allah’ın günü sokaklarda, trafikte en ufak bir olayda insanlar neden birbirini boğazlıyor?

                En önemli gerçek şu ki; Mustafa Kemal Atatürk ve onun arkadaşlarının haricinde gerçek vatansever ve aydın yetiştirememişiz.

                Çatalın sol elle, bıçağın sağ elle tutulmasını halka öğretmeğe çalışan, İstanbul’un Kadıköy’ünde, Karaköy’ünde oturup Agop’un meyhanesinde demlenirken köy ve köylüyü kurtaracağından dem vuran Tanzimat kafalı aydınlar, maalesef bu millete hiç bir şey verememişlerdir.

                Aydın olmak, güzel ve pahalı elbiseler giymek, lüks arabalara binmek, kafa çekip nutuk atmak değildir.

                Aydın bir milletin beynidir. Aydın, Milletin zihnini, iradesini ve kudretini, halkın bilincini ve düşüncesini uyandıracak insanlardır.

                Aydın, Milletin alt katmanlarına, köylüsüne, işçisine daha güzel bir hayatın nasıl yaşanılacağını, nasıl çalışacağını, ailesinin ve çocuklarının sağlığını nasıl koruyacağını öğretendir.

                Bir aile hayatının nasıl olması, eşlerin birbirlerine nasıl davranılmasını, çocuklarını nasıl yetiştirmeleri gerektiğini öğretendir aydın.

                Bu konuda en büyük sorumluluk öğretmenlere düşüyor. Çünkü öğretmen bir çocuğa göre en büyük “İDOL” dür. Çocuk kendi öz anne ve babasından ziyade öğretmeninin söylediklerini uygular, onun davranışlarını taklit eder.

                Sağlık mutluluk ve aydınlık bir Türkiye dileklerimle.