Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle AHMET KABAKLI’nın Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri – 9

94

Kabaklı Hoca’nın
Ardından

ZEYNEP
ULUANT

Kuran-ı Kerim’de ‘Küllü nefsin zâikatül mevt’ buyuruluyor,
yani ‘her nefs ölümü tadacaktır.’ Bu
imana âşina ve Allah’ın büyüklüğü karşısında baş eğmiş insanın ölüm karşısında
takınacağı tavır elbette hüzünle karışık bir teslimiyet olacaktır. Şüphesiz biz
inananların indinde ölüm asla bir son olmayıp sanki bir rüyadan uyanıştır.
Fakat ebedî âleme uğurladığımız kimse millete ve cemiyete hizmet etme yolunda
hususî bir yeri olanlardansa duyulan hüzün ve keder büsbütün farklı oluyor.
Âdeta düny^ünın boşaldığını hissediyorsunuz. İşte bundan yirmi bir sene evvel, Fâtih
Câmii’nin avlusunda mahşerî bir kalabalıkla Kabaklı Hoca’yı gerçek âleme
uğurlarken bu duygular içindeydim. Son on beş senedir kaybettiklerimiz, gözümün
önünden bir film şeridi gibi geçiyordu.

Çok değil iki sene evvel
Necmeddin Hacıeminoğlu’nu, daha önce de İsa Yusuf Alptekin’i gene Fâtih
Câmii’nden uğurlamıştık. Şimdi ise sıra Kabaklı Hoca’ya gelmişti, hem de kırk
gün önce kaybettiği sevgili eşinin ardından…

Henüz küçük bir çocukken,
evimizde Kabaklı Hoca’dan ve gazetedeki sütunundan bahsedildiğini çok net hatırlıyorum.
Aradan birkaç sene geçtikten sonra babam Ergun Göze kendisiyle aynı gazetede
yazmaya başlayınca ise tanışıklığımız hayli ilerlemişti. Kabaklı Hoca’nın aynı
zamanda İlhan Ayverdi Hanımefendi ile Edebiyat Fakültesi’nden sınıf arkadaşı
olması, aramızdaki münâsebetin büsbütün perçinlenmesini sağlıyordu. Zîra
Ayverdi ailesiyle de çocuk yaşımdan beri süregelen güzel bir dostluğumuz vardı.

Gazetede bir dâvânın mücâdelesini
vermek kolay değildi ve arada sıkıntılı günler yaşanabiliyordu. İşte bu
günlerden birinde, Hoca’nın Haseki’deki evine moral destek vermek için
gittiğimizi çok iyi hatırlarım. Lise son sınıftayken ise Türk Ev Kadınları
Derneği’nin Topkapı Sarayı’ndaki Konyalı’da düzenlediği bir edebiyat
toplantısına, edebiyat öğretmenimiz ile birlikte gitmiştik. Konuşmacı Ahmet
Kabaklı Hoca idi. Sohbetten sonra sıra öğrencilerin suallerine gelmişti. Nermin
Suner Hoca da bir grup talebesiyle birlikte oradaydı ve O’nun öğrencilerinden
biri söz alarak gayet küstah bir şekilde şimdi mâhiyetini hatırlayamadığım bir
soru yöneltti. Bu sualde delikanlılık çağını zor geçiren bir gencin isyan ve
hiddeti vardı. Nermin Hanım’ın fes kestiğini ve Kabaklı Hoca’nın da ilk anda
öfkeden sesinin renginin değiştiğini hatırlıyorum. Fakat bu hâl çok kısa sürdü.
Hoca soğukkanlılığını kaybetmeden soruyu cevaplamayı başardı ve sonunda da ‘Çok akıllı bir talebeniz var sizi tebrik
ederim Hocânım
’ dedi. Böylece bu güzel toplantının havası boş yere
elektriklenmekten kurtulmuştu. Sonraki senelerde, o gencin içindeki fırtınayı
atlatarak gayet olumlu bir gelişme gösterdiğini ve aklı başında bir yetişkin
olduğunu rahmetli Nermin Hoca’dan dinlemiştim.

Daha sonra ise kısa bir müddet
oturduğu Şifâ’daki evinde uzunca süren bir rahatsızlık geçirdiğini ve babamın
kendisiyle yakından ilgilendiğini hatırlıyorum. Hasta yatağında gördüğü alâkadan
son derece memnundu. Seksenli yılların başlarındayken de kendisiyle Antalya
Turtel Otel’de karşılaşmıştık. Senelerdir her gün yazı yazmanın verdiği
yorgunluk içindeydi. Gene de yanında getirdiği daktilosuyla yazı yazmaktan geri
durmuyordu. Tâtilin dinlendirici atmosferine girmişken, Tercüman Gazetesi’nin
kapanma cezası aldığı haberini üzüntü ve öfkeyle karşıladığını hatırlıyorum.
Ona göre bu, arzu edilmeyen mecburî bir tâtildi ve temkinden yoksun sorumsuz
hareketlerden dolayı, gazete bu istenmeyen noktaya gelmişti. Devran döndü,
şartlar değişti. Yıllardır milliyetçi, muhafazakâr camianın sesi olan Tercüman
Gazetesi maalesef kapandı. Kabaklı Hoca yazı hayatını Türkiye Gazetesi’nde
devam ettirdi, fakat babamın meşrebi farklıydı, o bu sahadan çekilmeyi tercih
etti. Hoca ile karşılaştığımız zamanlar babamın mutlaka yazması gerektiğini
söylüyor fakat cevap olarak benden sessiz bir tebessümden başka bir şey
alamıyordu.

Kendisiyle büyük kayınvalidem
Sâmiha Ayverdi’nin sohbet meclislerinde de sıkça karşılaşıyorduk. Her sene
Ramazan ayında verilen çocuk iftarlarının büyüklere ayrılan masasında
Kabaklılar mutlaka yer alırlardı. Memleketimizin fikir ve kültür dünyasına
sayısız hizmeti geçmiş Ayverdi ailesiyle hizmet yolunda çok sıkı bir
alışverişleri vardı. Bilhassa Sâmiha Ayverdi ve Ekrem Hakkı Ayverdi’ye
gösterdiği saygı ve muhabbet zikredilmeye değerdir.

Kabaklı Hoca ile iki sene önce
Türk Dünyâsına Hizmet Vakfı’nın düzenlediği bir Balkan gezisinde de beraberdik.
Güzel fakat yorucu bir yolculuğun sonunda vardığımız otelimizin lokantasında
tevekkülle yemeklerimizin gelmesini beklerken bütün aksiliklere rağmen
Hocamızın ‘derin devlet’ esprisini
bularak her fırsatta bizi güldürmesini unutamam.

Kendisiyle Kubbealtı’nın kırkıncı
kuruluş yılı merasiminde karşılaşmam meğerse kendisini son görüşümmüş. Kısa bir
müddet sonra ise ağır bir kalp ameliyatı geçirdiğini haber alacaktık. Kısa bir
müddet sonra,  Vakıfta her sene
düzenlenen iftarımıza gelen Emin Işık Hoca, alışılmışın dışında yemekten önce
başladığı duasıyla Hocamızın sevgili eşi Meşkûre Hanım’ın vefat haberini
verince şoke olduğumuzu hatırlıyorum. Ne kadar zor bir durumdu, hocamız
hastanedeyken çok bağlı olduğu eşinin vefat haberini alacaktı. Aradan kırk gün
henüz geçmişti ki bu sefer de Hocamızın aramızdan ayrıldığını öğrenecektik. Bir
bakıma ne mutlu idi onlara ki, birbirine son derece bağlı bu çift gerçek
dünyada çabucak buluşuyorlardı.

Meşkûre Hanım son derece saf ve
temiz bir insandı. Sevinç Çokum Hanımefendi, Hocamızın ardından Edebiyat
Mecmuası’nın Şubat sayısında yazdığı yazısında ‘Tatlı yanılmalar’ diye çok güzel adlandırarak O’nun bazı hoş,
yanlış anlaşılmalarından bahsetmişti. Bir tânesini de ben İlhan Hanım’dan
dinlemiştim. Şöyle ki: İlhan Hanım Meşkûre Hanım’ın öğretmenlikten emekli
olduğunu duyunca hayırlı olsun demek için telefon açarak, ‘Ayrıldığınızı duydum’ der. Bunu duyan muhatabı heyecan ve üzüntüyle
Aman İlhan hanımcığım kim çıkarıyor bu
dedikoduları, ben hiç Ahmet’ten ayrılır mıyım
?’ demez mi? İşin aslı anlaşılınca
ise tatlı tatlı gülüşeceklerdir. İşte şu küçük anekdot bile Kabaklı çiftinin
birbirlerine olan bağlılık ve muhabbetinin esprili bir anlatımı değil midir? Bu
muhabbete muvâzi olarak da kırk gün gibi kısa bir ara ile rahmet-i Rahmana
kavuşmaları da elbet onlara kaderin bir cilvesi olmalıdır. Allah’tan ikisine de
rahmet diliyor, satırlarıma Sâmiha Ayverdi’nin Kabaklı Hoca’ya imzaladığı
kitapların dikkate değer birkaç ithafiyesiyle son veriyorum. Âlimin ölümü
âlemin ölümüdür sözünü doğrulayan satırlarla…

*Vatan ve imana can fedâ eden büyük dost insan ve
Hak dostu Ahmet Kabaklı Beyefendi’ye büyük izzet ve himmeti için teşekkür ve
sevgiler ile… 24.7.1983

*Evet aziz dost Ahmet Kabaklı sanki bu yazıları berâber,
aynı masada yazmışız. Mamafih doğrusu da bu değil mi? Mâdemki iman ve îkandan
derunî bir yol vardır, aynı sızıları veya şuuru paylaşmış olmamız nasıl
yadırganır? Size de, Meşkûre Hanım’a da sevgi ve selâmlar. 13.7.1990

*Vatanın ve îmanın hasret duyduğu insan örneğini
cemiyete gösteren aziz dost Ahmet Kabaklı Beyefendi ile kıymetli refikası
Meşkûre Hanımefendi’ye… 17.3.1988

 

ESERLERİ

48-TUHAF
BİR SERÜVEN
: (Charles Dickens’dan Tercüme Ahmet Kabaklı) (256 sayfa / 2008
– 3. Baskı)                                                                        
                                                                          

Charles Dickens (1812-1870)
İngiliz yazar ve sosyal tenkitçidir. ‘19.
Yüzyılın en etkili yazarlarından biri
’ olarak şöhret sâhibidir. Yazı
hayatına gazetecilikle başladı. Sonraki yıllarda kundura boyası atölyelerinde
çıraklık, bir avukatın yanında kâtiplik, gazetede adliye muhabiri ve Lordlar
Kamasarı’nda steno yazıcısı olarak çalıştı.  Oliwer Twist, Dawid Copperfield, İki Şehrin
Hikâyesi,  Büyük Umutlar ve Antikacı
Dükkânı isimli kitaplarıyla, Türkiye’de de tanındı.

 Ahmet Kabaklı’nın Türkçe’ye kazandırdığı bu
kitap, ‘Posthumous Papers of Pickwick
Clup
’ adıyla 1837’de yayımlandı. Londra’da bulunan meşhur bir kulübün, halk
nezdindeki itibârını sıfırlamak maksadıyla yazılmıştır. İngilizlerin
esprilerinin soğuk olduğu söylenir. Hepsi Ahmet Kabaklı’nın ince espri
anlayışıyla ısıtılarak okuyucuya sunuluyor ve zevkle okunuyor.

Dickens, tabiattaki
her türlü sesi, at kişnemesini, kırbaç sesini, köpek havlama ve ulumalarını,
kocakarıların, kabadayıların, romanlarındaki kahramanların konuşmalarını çok
mükemmel taklit edermiş. Halk akın akın O’nu görmeye gider, zevkle dinlermiş.
Kitapları da bu gösterilerde satılırmış.

Charles Dickens 58
yaşında iken felç oldu.  Ölümünün
İngilizlerde oluşturduğu üzüntüyü, O’nun ölümünden 11 yıl sonra dünyaya gelen
Avusturyalı yazar Stefan Zweig şöyle anlatıyor:

Ne vakit ki Dickens öldü, ne vakit ki o meş’ale söndü, sanki bütün
İngiltere bir uçtan bir uca yırtılıp parçalandı. Sokakta birbirini hiç görmemiş
olanlar bile onun ölümünü konuşuyorlardı. Kaybedilmiş bir savaştan sonra
görülen elem gibi, bir bozgun acısı bütün Londra’yı sarmıştı. Onu İngiltere’nin
Panteon’u olan Wesminster Manastırı’nda, ölümsüz Shakespeare’in yanına gömdüler
.’

Hayatı kadar yazdığı
romanlar da renkli ve hoştu.

54-TÜRKİYEYİ YOĞURANLAR:  (222 sayfa / 2003 – 3. Baskı)                                                                      
                                                   

Ahmet Kabaklı bu
eserinde Mehmed Âkif’i, Yahya Kemal’i ve Necip Fâzıl’ı anlatıyor. Bu üç isim,
Türk milletinin, geçmişinden kopmadan geleceği kucaklamasını sağlamıştır.
Onlar, bir milletin ancak, dini ve edebiyatıyla ayakta kalabileceğini,
söyledikleriyle ve eserleriyle gerçekleştirdiler. Dilimizi kısırlaştırmak,
edebiyatımızı köreltmek ve mânevi değerlerimizi yıpratmaktan onlar ve onlar
gibi olanlar korudular.

Ahmet Kabaklı
hayâlhanesinde Mehmed Âkif’i ziyâret ederek sohbet ediyor, koruyuculuğunu devam
ettiriyor. Eserin hemen başlangıcında bir Hz. Ömer kıssası var ki okuyucuyu
vantuz gibi sayfaların arasına çekiveriyor. Kurtulmak ne mümkün… Âkif’in
buhurdanlıktan yayılan râyihalar gibi şiirleri, okuyucunun duygularını
küheylanlar gibi koşturuyor.

Sonra sırada Yahya
Kemal var. Bestelenmeye ihtiyaç hissettirmeyen güfteler gibi…

Ahmet Kabaklı, 1957
yılında İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü öğretmenliğine tâyin edildiğinde Yahya
Kemal’in yakın dostu Nihat Sâmi Banarlı Enstitü’nün müdürü idi. Ahmet Hamdi
Tanpınar’la birlikte Yahya Kemal Beyatlı’yı Park Otel’de ziyârete giderlerken,
Ahmet Kabaklı’yı da yanlarına alırlar. Kabaklı Hoca, bir fırsatını bulup, yalnız
olarak da ziyâret edebilme iznini alır. Bu izni kullandığında sorar:

-Muhterem üstadım,
doğduğunuz ve sevdiğiniz Üsküp’ü biraz anlatır mısınız?

-Üsküp’ü en güzel ‘Kaybolan Şehir’ şiirinde anlattığımı
biliyorsunuz, diyerek henüz kitaba geçmemiş olan o şiiri bana uzattı: ‘Lütfen okur musunuz?’ dedi.

Üsküp ki, Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır

Evlâd-ı Fâtihân’a O’nun yadigârıdır

Üsküp ki Şar-dağı’nda devamıydı Bursa’nın

 Bir lâle
bahçesiydi dökülmüş temiz kanın

Ben germeden hayâtı şafaklandıran çağa,

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin

Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.

 Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene

Biz sende olmasak
bile sen bizdesin yine.

Cesâretsiz ve
tereddütlü şiir inşadımı tenkit edecek diye beklerken, şâirin gözlerini
nemlenmiş ve yüzüme daha şefkatle bakar gördüm.

Ahmet Kabaklı’nın
sorduğu bir sual üzerine annesinin Yahya Kemal’e vasiyet gibi söylediği cümleyi
okumadan önce derin bir nefes ve elinize mendilinizi alınız:

Oğlum, dünyada iki insanı sev. Peygamber Efendimizi bir de Sultan Murad
Efendimizi
…’

Bitmesi istenmeyen rüyâ
âleminde okunan şiirlerle dolu daha nice sahneler…

***

Ve Necip Fâzıl… Ahmet
Kabaklı’nın dünyâ-ahret dostu…

En güzel şiirinin ‘Çile’ olduğunu söylüyor. Ve şiirin
tahlilini sunuyor. Ve sonra sohbetler… sohbetler…

Bunlardan kısa bir
bölüm:

-İsterseniz ‘Esselâm’ isimli kitabınızla Türk şiirine
getirdiğiniz İslâmî destan sesinin yeniliği ile ‘Tanrı Kulundan Dinlediklerim’ isimli eserinizdeki İslâmî
görüşlerinizi birbirine içirerek, bugünkü sohbetimize devam edelim üstadım,
dedim.

Önce bir sual:
Esselâm’ı niçin yazdınız?

-Bu eser bir ‘Mevlid’
mi? diye sormak istediniz. Hayır! Sâdece ona (Peygamber Efendimize) olan
eritici aşkımın ve gevşemez bağlılığımın vecd destanı… Vecd, îmânın ilk
şartı. Sevgili’nin, sevgili’den alıp getirdiği ve canını fedâya kadar baş
eğilmesi şart, ulvî aşk disiplini şeriatten başka, benim bağlı olabileceğim
hiçbir ölçü hayal edilemez…

-Bir gün
Esselâm’ınızdaki bölümlerin de, Türk ruhuna sinmiş o mübarek çehreli Süleyman
Çelebi’nin Mevlid’indeki ‘bahir’ler gibi camilerde, evlerde, dinî vecd ile
okunmasını ister miydiniz?

-Evlerde,
meydanlarda, toplantı yerlerinde sırf dinî tefekkür, tahassüs ve heyecan
gayesiyle okunmasına… evet!.. Câmilerde, ibâdet şekilleri arasında yer
almasına kat’iyetle hayır!

-Esselâm ’da 63 parça
şiir bulunuşu Peygamberimizin 63 yaşında göçüşlerinden kinâye bir sayı mıdır?

-Levhaların 63 parça
oluşu, mukaddes hayatın yıl sayısından alınma ilhamla, evet… Bu 63 parça
içinde, vak’aları düpedüz resmetmek yerine onların ruhlarını göstermek gayesi
güdülmüştür. 1700 küsur mısralık, kemiyette (sayıca) küçük bir destan… Fakat
keyfiyette, her kelimesi beyin törpüllenmesine mal olmuştur.

-Ne zaman yazıldı
Esselâm’ınız?

-Bir ruh çilesi
içinde, 1960-1961’de hapishanede iken yazılmaya başlandı… Ondan sonra haşin
hayatın zâlim çarkları arasında tekrar gaflet tüneline giren ruhumun kasvet
ikliminde on bir yıl uyuyup 1972 ramazan ayında tamamlandı.

-Yazmaktaki gayeniz?
Daha başka bir deyişle: Hangi hakîkati vurgulamak istediniz?

-Hangi hakikat, hangi
doğru sözlerini anlamam. Tek başına ‘doğru
diye bir şey yok. O’nun (Peygamberin) getirdiği ‘doğru’ var. Bu eser, o gayenin
vecd pırıltılarından bir çakıntı ve aşk haykırışlarından bir ses… O kadar!

Ben ‘hakîkat’ten O’na
giden değil, O’nu topyekûn kabullendikten sonra ondan hakîkate gelen müminim.

Hakîkat, sâdece Allah’ın
dediği ve O’na (Hz. Muhammed’e) bildirdiğidir… Var olmaya bakalım! O ki
varlık o yüzdendir.

-Fikirlerin,
prensiplerin, sistemlerin, ilimlerin, neşelerin, aşkların başlı başına bir hakîkati
yok yani sizce?

-Her şeyi mantosunun
içinde sımsıkı saran ve sınırlaştıran nihâî sebep ve netice Allah’tır… Her şey,
ama her şey bizi aşan bir âlemde, bir ağacın dalları gibi üst üste bekliyor.
Biz, boyumuzu uzatabildiğimiz nispette bu dallardan bir yemiş koparıp yiyebiliyoruz.
Fakat yemişin kendisi bizim değil, ağacın… Gölgesi ve tesellisi ise bizim.

55-YUNUS EMRE: (183. sayfa / 2012 – 12. Baskı)

Frenklerin ‘misyon’ dedikleri kavramın tek kelime
ile karşılığı, zengin Türkçe’mizde maalesef yok. Ancak 2 kelime ile ifâde etmek
mümkün: ‘Özel vazife

Yunus Emre, Cenâb-ı
Allah’ın özel vazife ile Türk milletine armağan ettiği bir değerdir. Dünyâ
ölçüleriyle pahası tespit edilemeyecek bir değer. Ona, Cenab-ı Allah tarafından
verilen özel vazifelerin birincisi: ‘Türk
milletinin adını ve sanını ilelebet korumaktır. Bunu, millet fertlerinin
birbirlerini sevmesi ve mutlak dayanışma ile sağlayacaktır. Çünkü sevgi olmadan
hiçbir şey olmaz. Yaradan’ı sevecek, Yaradan’dan ötürü insanını sevecek,
vatanını sevecek ve koruyacak
.’ 
İkincisi: ‘İnsan topluluklarını
millet hâline getiren Türkçemizi koruyacak ve yücelterek yaşatmaktır
.’
Dilini kaybeden milletlerin târih sahnesinden silindiği bilinmektedir.

Yunus Emre ne bir
devlet reisidir, ne de bir ordu komutanıdır. Kendi köşesinde çok mütevâzı
ölçüler içerisinde bir Türk evlâdıdır.

Yunus Emre’nin
değerini tam olarak ifâde edecek kelimeleri bulmak, cümleler kurmak zordur.
Büyük edibimiz, muktedir mütefekkirimiz Ahmet Kabaklı üstadımız, bu zorluğu
aşmış, ‘Yunus Emre’ isimli hacmi küçük, muhtevâsı zengin eserini hazırlamıştır.
Okumak gerek.  

Önceki İçerikMimar Sosyolog Arif Şentürk…
Sonraki İçerikTMT (Türk Mukavemet Teşkilatı)
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.