Ahmet Kabaklı’nın Ruh Dünyası – 3
Mercan
Şehir’in Koynunda
Kabaklı İstanbul’u ilk olarak on sekiz
yaşında görür. Üniversite eğitimini bu şehirde yapar. 77 yıllık ömrünün 50
yılından fazlasını İstanbul’da geçirir. Sayıları 50’ye ulaşan eserini, 15 bin
makalesini İstanbul’da yazar. En mühimi, İstanbul’un Haseki semtindeki bir
dâirede Annesi Münire Hanımla birlikte yıllarca oturur. Göllübağ’da görülen rüyâ
gerçekleşmiştir. Çok özlediği zaman İstanbul’u bırakıp yanına döndüğü anası da
evinin bir odasında yanındadır artık.
1985-1986 yıllarında çok sevdiği İstanbul’a
edebî bir armağan vermek ister. İstanbul Güldestesi isimli bir kitap hazırlar.
Kitapta Fâtih devrinden günümüze İstanbul için yazılmış şiirlerden seçmeler yer
almaktadır. Ancak, kendisinden belediyece istenilen bu çalışma o yıllarda
basılamaz. İçinde yer alan şiirlerin açıklamalarının da bulunması bakımından
benzerlerinden ayrılan bu eser, Hocanın vefatından sonra 2003 yılında İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin desteği ile Türk Edebiyatı Vakfı tarafından, İstanbul’a
Fethin 550. yılı dolayısıyla Kabaklı Hoca’nın bir armağanı olarak sunulur.
Harputlu Ahmet Kabaklı, Mercan Şehir’de
yazıları ve eserleri ile bağrından çıktığı milletinin geleneklerini,
inançlarını, isteklerini sütunundan yöneticilere aktarmakta, onların hâlleri
ile hâllenmektedir. Yazı hayatı boyunca milleti ile aynı sıkıntıları paylaşmış,
hiçbir zaman paranın ve menfaatin yanında olmamıştır. Kalemini, kendisini
Göllübağ’dan çeşitli sıkıntılar içinden alıp, İstanbul’a sözünün dinlendiği
fikrinin sorulduğu bir yere getiren yüce irâdenin rağmına kullanmamıştır. Âşık
olduğu İstanbul’da, âşık olduğu milleti ile hemhal olmuştur.
Gençlik yıllarında Fâtih’in ağzından
söylediği;
Behey
vatanlar güzeli
Çok
denizli İstanbul’um
Pembe
batın gül şafağın
Yedi
tepen baş üstüne
mısralarının O’nun çok öncelerden yaptığı bir
vasiyet olduğunu düşünüyorum.
İSA KOCAKAPLAN
HAKKINDA YAZILANLAR
MİLLÎ KÜLTÜR
MESELEMİZ
Dr. EMİN IŞIK
‘Tanrı
katında sözden daha değerli bir şey olsaydı, Yüce Tanrı, kullarına, söz yerine
onu indirirdi.’
İnsanı insan yapan dilidir. Aydını aydın
yapan da dilidir. Ona aydın denilebilmesi için anadilini iyi bilmesi,
kelimeleri yerli yerinde kullanması gerekir.
Zamana, zemine ve hâle uygun düşmeyen
konuşmaya söz denmez, lâkırdı yahut zevzeklik denir. Söz ehlinin, söz erlerinin
tükendiği yerde meydanı lâkırdı ehli gevezelerle zevzekler alır…
İşte o zaman ne dil, ne de kültür kalır…
Yahya Kemal, ‘Lisanımız milliyetimizdir’ diyor, ardından da ‘Türkçe, anamın ak sütü gibi helâl’ diye ekliyordu.
Bazı sosyologlar, milleti, aynı dili konuşan
topluluk olarak târif ediyorlar. Ancak bu târif, en ilkel düzeydeki kabile ve
kavim gerçeğini ifâde etmek için geçerli olsa da, ileri ve medenî milletleri ifâde
için yeterli değildir. Çünkü bir kısım düşünürler milleti yalnızca dili olan
topluluk olarak görmüyorlar, ‘edebiyatı
olan topluluk’ diye târif ediyorlar. Evet, sözlü veya yazılı edebiyat
eserleri, yâni; destanları, masalları, mâni ve türküleri, şarkı ve şiirleri, hikâye
ve romanları olan toplulukları millet sayıyorlar…
Milleti meydana getiren şey yalnızca dil
birliği değildir elbette. Bunun yanında hiç şüphesiz din birliği, soy birliği, târih
ve vatan birliği, örf-âdet (töre) ve kader birliği, kültür ve zihniyet birliği gibi
daha başka önemli unsurların da yeri vardır. Ancak bu unsurların, her milletin hayatında
aynı önemde ve eşit seviyede yer almış olduğu söylenemez. Meselâ; Yahudîler
binlerce senedir dillerini, vatanlarını ve devletlerini kaybetmiş oldukları
hâlde yalnızca dinlerine bağlılıkları sâyesinde millî varlıklarını koruyabilmişlerdir.
Anadolu’yu vatan edinen biz Oğuz Türkleri,
dilimizi, dinimizi, vatan ve devletimizi kaybedersek, Allah korusun, millî
varlığımızı da çok çabuk kaybederiz. Millî varlığımızın hangi millî değerlere
bağlı olduğunu bilir ve o değerleri yıpranmaktan ve yok olmaktan korursak,
millî varlığımızı ve millî bütünlüğümüzü de korumuş oluruz. Bizi ayakta tutan
millî değerlerimiz en başta dilimiz olmak üzere, dinimiz, örf ve âdetlerimiz,
topyekûn millî kültürümüz sürekli saldırıya uğramakta ve her geçen gün biraz
daha yıpranmaktadır. Böyle bir ortamda dile, dine, sanat ve kültüre hizmet,
vatana ve devlete hizmettir. Çünkü millî kültürümüzü yaşatamazsak, millî
varlığımızı da devam ettiremeyiz. Bu vatanda bir hasta adam olarak bile
yaşamamız mümkün olmaz. Kültür değişmeleri yüzünden çok kısa zamanda silinip
gideriz. Belki bu topraklar üzerinde yine bizim soyumuzdan olanlar gezip
dolaşacak, fakat o gezip dolaşanlar bizim çocuklarımız sayılmayacak. Çünkü
onlar artık Türkçe konuşmayacak, bizim türkülerimizi, bizim ninnilerimizi
söylemeyecek, bizim masallarımızı, bizim destanlarımızı anlatmayacak. Onlar
dillerini, dinlerini, millî târih ve millî mûsıkîlerini çoktan unutmuş gitmiş
olacaklar… Evet tıpkı günümüzdeki sömürge artığı ülkelerin aydınları gibi,
İngilizce okuyup İngilizce yazacaklar. Profesörler, şâirler ve saânatkârlar hep
İngilizce eserler kaleme alacaklar.
Evlerde Süleyman Çelebi’nin mevlidi okunmayacak.
Camiler Cuma ve bayram namazlarında bile bomboş kalacak. Belki o günün bayram
olduğunu bilen bile kalmayacak. Düğünlerde, kına gecelerinde memleket türküleri
söylenmeyecek,
Çayda Çıra oynanmayacak. İstiklâl Marşı’nı,
Ezanı bilen, okuyan kalmayacak.
Alparslan, Orhan Gazi, Yıldırım Beyazıt,
Fâtih, Yavuz, Gazi Osman Paşa, Battal Gazi, Ulubatlı Hasan, Nene Hatun, söylemeye
dilim varmıyor, ama belki Atatürk bile kimdir ve bunlar neler yapmışlardır
bilen kalmayacak, kalsa da onlara kulak veren olmayacak. Mevlânâ’dan,
Yunus’tan, Hacı Bayram ve Hacı Bektaş’tan birkaç kelime ile söz etmek bile
nefretle kınanacak ve ayıplanacak…
Bu olacaklar birer kehânet veya uzak birer
ihtimal değildir.
Sovyetler’de ve Rumeli’de Türk kültürünün
izlerini silip süpürmek ve tamamen yok etmek hususunda yapılanları gördükten
sonra bizim de gafletimizi ve umursamazlığımızı hesaba katarak ve ürpererek
bunları söylüyorum…
Yabancı dille öğretim yapan lise ve fakülte
sayısı, onlara sağlanan itibar, verilen değer, yabancı dil bilenlerin aldığı âferinler
göz önünde tutulursa, kehânet sanılan o korkunç akıbet bir gün mutlaka gelip çatacaktır.
Dilini, dinini, târihini, kahramanlarını ve
millî mefâhirini ve bütünüyle millî kültürünü bilmeyen ve tanımayan nesiller,
bu değerleri nasıl yaşatacak, niçin yaşatacak?
İnsan bilmediği ve tanımadığı şeyi sevebilir
mi?
Sevmediği şey uğruna fedakârlık yapabilir mi?
Türk kültürüne karşı topyekûn olmasa bile
bazı alanlarda açılmış olan savaş sinsice devam etmektedir…
Her Türk aydını gibi, millî kültür alanındaki
bu kıyımın, bu yıkımın acısını yüreğinde duyan, dile indirilen her darbede bin
kerre kahrolan Ahmet Kabaklı Hoca, zaten yaşarken de her gün bin kerre
ölüyordu. O’nun milletini ve milletinin değerlerini sevmekten ve bunlar uğruna
mücâdele vermekten başka bir derdi yoktu. Bir ömür boyu hep ‘millet’ dedi, ‘dil’ dedi, ‘din’ dedi, ‘kültür’ dedi. ‘Aman ha aman’ dedi…
Millet denilen olgu, bir kültürle alâkalı
varlıktır, kültürün kendisidir. Millet olmanın, hele hele medenî millet olmanın
ilk şartı, kültürüne sâhip çıkmaktır.
Gelecek, bir kırık mezar taşını emânet-i mukaddese
gibi koruyan ve millî kültürünü vatan kadar mukaddes sayan milletlerin
olacaktır…
(Türk Edebiyatı Dergisi: Mart-Nisan 2001. S: 329-339, s: 54-55)
ESERLERİ
40-SEYİRLİK OYUNLAR: (189 sayfa / 2016 – 1. Baskı)
Gerek dünya
edebiyatındaki, gerekse ülkemizdeki dünden bugüne bütün seyirlik oyunlar,
Şeyhülmuharrirîn Ahmet Kabaklı gibi bir üstadın bakış açısı ve
değerlendirmesiyle gözler önüne seriliyor.
Tiyatrodan meddahlık
ve karagöz oyunlarına varıncaya kadar bütün seyirlik oyunlar, türleri ve özellikleriyle
en anlaşılır bir şekilde açıklanıyor.
Seyirlik oyunların târihî
seyrini, insanlığa ve insanımıza ne kazandırdıklarını görüp bilmek isteyen
herkese seslenen bir eser. Özellikle
meddahlık, Karagöz, ortaoyunu gibi unutulma sınırında bulunan seyirlik
oyunlarımızın hazırlanmasına ve canlanmasına imkân sağlıyor.
41-SINIRLARIN ÖTESİ: (179 sayfa / 2011 – 2. Baskı)
Osmanlı Cihan
Devleti’nin dağılması ile Osmanlı yönetiminde bulunan coğrafyada 41 ayrı devlet
kuruldu. Bunların hepsi Osmanlı dönemindeki huzur ve güven ortamının hasreti
içerisinde, hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri de Irak Türkleridir. Kitapta
her biri kalplere saplanan hançer gibi, beyinlere sıkılan kursun gibi 49 adet
makale var. Bâzılarının başlıkları: ‘Ağlama
Ceylan Balası’, ‘Kerkük’ten Musul’dan’, ‘Kerkük
Topun Ağzında’, ‘Türkmen’in Çilesi’,
‘Kerkük’te Bayram Cinâyetleri’, ‘Esir-i Gurbetiz Biz’, ‘Utanç
Verici’, ‘Dünya Diktatörü’, ‘Bayrağımız Zaho’da Bir Gürünse’, ‘Çâre
Kerkük Türkü’dür’, ‘Men Türkmenem
Ağlayan Menem’, ‘Irak’taki
Yetimlerimiz’, ‘Acılar Ardındaki
Acılar’, ‘Türkmenim, Gitti Canım’,
‘Bu Ne Sestir Gelir Mene Kerkük’ten’,
‘Vatanın Felâketi’
Eserin ‘Ekler’
bölümünde târihî bir belgenin Türkçe metni var: ‘Ankara Antlaşması’
42-ŞÂİR-İ
CİHAN NEDİM:
(480 sayfa / 1996 -1. Baskı)
Arka kapak yazısında Ahmet Kabaklı okuyucuya
şöyle sesleniyor:
Ey, Nedim’in her kuşaktan torunları!
Ey şiirin ezelî hayranları
Şiir ve hayal ülkesinin sâkinleri olan
sizler!
Lâle
Devri içre ve âlem içre âlemleri gezdim…
Tayy-ı
mekân, tayy-ı zamân eyledim sizin için!
Şâir-i
Cihan Nedim’den ve devrinden getirebildiğim kadar gerçek ve rüyâ getirdim
size…
Şâir Nedim, 1681-1730 yılları arasında
yaşamış, dîvan edebiyatımızın en tanınmış isimlerinden biridir.
Günümüzde kafiyesiz vezinsiz, bediî zevkten
mahrum, cümleleri alt alta koyup ‘şiir’ diye okuyucunun şiir zevkini katleden
sözde şâirlerin verdiği eziyetten helâk olmuş kişileri tedâvi edecek bir eser…
43-ŞEHİR MEKTUPLARI: (Ahmed Râsim’den sâdeleştiren A. Kabaklı 200 sayfa / 2007 – 2. Baskı)
Milletvekilliği de
yapmış bir yazar olan Ahmet Râsim,
1864-1932 yılları arasında yaşamıştır. Târihçi ve gazeteci, aynı zamanda
şâir ve bestekârdır.
Eserde Ahmet Râsim’in
57 adet mektubu var. Yaşadığı dönemin İstanbul hayatını, beşerî ilişkileri günümüze
aktarıyor.
Diğer eserlerinden
bâzıları: lk Sevgi (1890), Güzel Eleni (1891), Afife
(1892), Mektep Arkadaşım (1893), Tecrübesiz Aşk (1893), Bîçâre (1894), İki Güzel Günahkâr (1922), Gecelerim
(1894), Fıkralar ve Makaleler (1895), Gülüp Ağladıklarım (1924), Eski Romalılar;
3 c. (1887-1889), Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi; 4 c. (1910-1912), Romanya
Mektupları (1917), Matbuat Târihine Giriş: İlk Büyük Muharrirlerden Şinasi
(1927), İki Damla Gözyaşı (1894), Madam Hardiber (1903), Asya Kumsallarında
(1904) ve 18 adet okul kitabı.
44-ŞİİR
İNCELEMELERİ:
(351 sayfa / 2018 – 5. Baskı)
Büyük kültür geçmişine
yaslanmayan, büyük estetik zevk taşımayan eserler bize hiçbir şey anlatamaz. Oysa
bizler asırlar boyunca şaheserler vermiş bir edebiyat birikimine sâhibiz. O
yüzden bizim şâirlerimiz, içinde derin sırlar barındıran şiirler yazmıştır.
Usta yazar Ahmet
Kabaklı bu eserinde, bu sırra erişmiş mısralardan örneklere yer veriyor.
Şiirlerin arka planına dâir ipuçları sunarken yaslandıkları kültürün
unsurlarını da okurlarına hatırlatıyor.
Bu kitap, hakîki
şiiri özleyen okuyuculara yeni mânâlar, yeni estetik zevkler ve yeni duygular
ilham ettiriyor.
Eserde şiirleri
incelenen şâirlerden bâzıları: Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Süleyman Çelebi, Avnî,
Kaygusuz Abdal, Fuzûlî, Köroğlu, Nedim, Karacaoğlan, Erzurumlu İbrâhim Hakkı,
Şeyh Galip, Nâmık Kemal, Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Âkif Ersoy, Ziya Gökalp,
Âşık Veysel, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fâzıl Kısakürek, Ârif Nihat Asya.
45-TASAVVUF
TARÎKAT EDEBİYAT:
(264 sayfa / 2015 – 3. Baskı)
İlâhiyatçılarımızdan
bir kısmı tasavvuf ve tarikat yapılanmasının aleyhinde görüşlere sâhiptir. Haklıdırlar. Çünkü bu kavramlar, istismar
edilmektedir. Ahmed Yesevî, Bahaeddin Veled, Sarı Saltuk, Hacı Bektâş-ı
Velî, Ahî Evran, Somuncu Baba, Hacı
Bayrâm-Veli, Akşemseddin, Sümbül Sinan, Merkez Efendi, Aziz Mahmud Hüdâî,
Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi mutasavvıflar yok. Onların postunda şimdi mahalle
aralarında şıhlar, efendi babalar, hoca efendiler, ham softa-kaba yobazlar
oturuyor. Mutasavvıflar ve iman ehli târikat şehyleri olmasaydı, daha uzun yıllar Kuteybe bin
Müslim gibi kaba kuvvet kullanarak, verdiği sözü hiçe sayarak 40.000’leri ceviz
ağaçlarına asmak suretiyle korku ve dehşet saçarak, Türkleri güya Müslüman etme
cinâyetleri işleyenlerle veya haricîlerle mücâdele hâlinde olurduk.
Günümüzde sâdece
aydınlarımızın değil, her okur-yazar insanımızın da tasavvuf ve tarîkatlar konusunda
yeterli ve sağlıklı bilgiye sâhip olması vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu bilgi,
hem içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini yakından görüp tanıma bakımından
gerekli, hem de geçmişten günümüze uzanan edebî ürünlerimizin anlaşılması açısından
son derece önemlidir. Çünkü Türk şiirinin kurucuları arasında tasavvufa gönül
vermiş, tarîkat içinde pişmiş büyüklerimiz köşe başlarını tutarlar. Onlar
edebiyatımıza silinmez damgalarını vurmuşlardır. Şiirimizin pîri Yunus Emre
bunların başında gelir.
Tasavvufun ne olduğu,
tarîkat eğitiminin hangi hassasiyetleri kazandırdığı bilinmeden geçmişten
geleceğe akan edebiyat metinlerini anlamak da imkânsızlaşır. Şiir veya nesirde
sık sık başvurulan istiare, mecaz ve sâire şeklindeki göndermeleri sezip zevk
alabilmek için bu konuların yeterince bilinip özümsenmesi şarttır.
O yüzden Kabaklı
Hoca’nın ‘Tasarruf ve Tarîkat Edebiyatı’
isimli eserinde, bu daldaki edebiyat eserlerine geçilmezden önce, tasavvuf ve
tarîkatlar konusunda okuyucu, en değerli kaynaklara başvurularak hakîki
bilgiler sunulmaktadır.
AHMET KABAKLI DİYOR Kİ… Tasavvufun temeli olan bu teorinin son Bu nokta, tasavvufu, İslâm ve diğer Mutlak (eksiksiz, katıksız) varlık olan Her şey zıddı ile bilinir. Şu hâlde en Bu dünya ve kâinatta görünen bütün |