Siz Fânî
İdiniz Duânız Bâkî
BELKIS İBRAHİMHAKKIOĞLU
Dünyaya
ait fotoğrafları toparlayıp geriden gelenlere emânet
etmeye hazırlandığınızı
hissediyordum. Gitmek istediğiniz yer, ne erguvanların mevsimi, ne
kalabalıkları kucakladığınız mekânlar, ne
târihin derinliğiydi. Ötelerden çağrılıyordunuz.
Ve o gün Boğazla helâlleştiniz.
Erguvanlarla ilk siz tanıştırmıştınız. Pırıl
pırıl bir bahar günüydü. Boğaz’ın kıyıları henüz böylesine hoyratça
hırpalanmamıştı. O yürüyüşte tabiatla aranızdaki aşkın şâhidi olmuştum. Beykoz
yolundaki fıstık ağacı, iğdelerin baş döndüren kokusu hayatıma sizinle girdi.
Ben, saksı çiçekleri annelerin elinde
serpilir bilirdim. Çünkü annem dünyâyı terk ettiğinde çiçeklerimiz kurmuştu.
Yıllar sonra balkonda yetiştirdiğiniz çiçeklere her sabah coşkuyla su
verdiğinizi seyrettiğimde anladım ki çiçekler sevginin elinde can buluyormuş.
Sevgili Hocam, Harputlu Ömer Efendi’nin
yetimi, yetimliğin hüznünü ömrünce gönlünde taşıyan güzel insan. Haberi
işittiğimizde hastahânenin iç bahçesinde toplaştık. İsmimizin başına sevgili
sıfatını ekleyerek hitap ettiğiniz büyüklü küçüklü biz çocuklarınız orada
öylece bekledik. Yanımıza gelseydiniz önce teker teker hepimizin ve
yakınlarımızın hatırını sorar, sonra mevsime inat ısıtan güneşten, bahçedeki
ana kucağını hatırlatan salkım söğütten bahsederdiniz. Bekledik, ama
gelmediniz.
Başka bir gün Yuşa Tepesi’ne kadar
uzanmıştık. Hastalık bedeninizi mecalsiz bırakmıştı, ama geçmişin sesini
duyuran her şey her zamanki gibi hocalık heyecanınızı ateşliyordu. Hazretin
makamında bizi biz yapan, ruh dünyâmızı yoğuran değerlerimizi yetiştirdiğiniz
bütün öğrenciler karşınızdaymışçasına o tok vurgularınızla anlattınız
anlattınız… Ziyâret için orada bulunan çoluk çocuk, genç ihtiyar herkesin
dikkatini çektiniz, ilgiyle dinliyorlardı. Bu
mübârek makamı hangi duygularla ziyâret ettiklerini bilemezdik. Ama
belli ki, hissedip de dillendiremediklerine tercüman olmuştunuz. Sizi
tanıyanlar ‘Hocam’ diye etrafınızı
çevirdiler. ‘Hocam’, size nasıl da
yakışan bir hitaptı. Gururla, onurla taşıdığınız icâzetinizdi âdeta. Yine o dik
duruşunuz ve hoca gülümseyişinizle hatırlarını sordunuz. Bu memleketin bütün
evlâtlarını öz evlâdınız bildiğinizden karşınızdakinin kim olduğu, ne iş
yaptığı, hangi fikrin peşinden gittiği aklınıza gelmezdi. Zira siz ayrılıkların
değil, birliğin savaşçısıydınız.
Yaklaşan yolculuğun kalbe yansıması olsa
gerek, Yuşa Tepesi’nin yeşilden gökyüzüne uzanan ufku bize sonsuzun huzurunu
duyuruyordu. Ölümden konuştuk. Ruh ikliminizin mürşidi Yunus Emre’nin
mısralarını okudunuz: ‘Ölen hayvan imiş,
âşıklar ölmez’.
Yuşa dönüşü, Kanlıca’da mola verdik. Denize
uzanan kahvede çay içerken dalgındınız. Şâirin dediği gibi, duyup da
anlatamadığımız bir şeyler vardı.
‘Sık
sık böyle alıp başımızı bir yerlere gitmeliyiz’ derken sesiniz mahzundu.
Dünyâya âit fotoğrafları toparlayıp geriden gelenlere emânet etmeye
hazırlandığınızı hissediyordum. Gitmek istediğiniz yer, ne erguvanların
mevsimi, ne kalabalıkları kucakladığınız mekânlar, ne târihin derinliğiydi.
Ötelerden çağrılıyordunuz. Ve o gün Boğaz’la helâlleştiniz.
Birlikte kültür târihimizde iz bırakan nice
değerli ismi ebedî âleme uğurlamıştık. Siz zor günlerin dostu idiniz. Sevdalısı
olduğunuz dergiyle kucakladığınız sevgili dostlarınızın ömürlerinin son
sayfalarında hep sizin isminiz vardır.
Her kimin kaleminden kültürümüz adına
sayfalara damla düşse, yüreğinize sel olur akardı. Gizli bir ahdiniz
varmışçasına onları sıkıntılı zamanlarında yalnız bırakmamayı boynunuzun borcu
bilirdiniz. Onca gaile ve meşgale arasında mutlaka zaman ayırır ziyâretlerine
giderdiniz. Çoğunlukla yanınıza aileniz olarak kabul ettiğiniz vakfın
mensuplarını da alırdınız. Ahmet Bey (Taşgetiren), Ayla Abla (Ağabegüm), İsa
Bey (Kocakaplan), rahmetli Vahap Bey (Elbir), Mehdi Bey (Ergüzel), Cemal Bey
(Aydın), Gazi Bey (Altun) ve daha nicelerimizin hafızasında bu
kadirşinaslığınızın hatırları örnek olarak nakışlanmıştır.
Her ziyâret dönüşü huzur ve teessürü yan yana
yaşardınız. Kültür adını taşıyan bir Bakanlığın memleketin yeri doldurulmaz
kıymetlerine karşı bîgâneliği sizi hem öfkelendiriyor, hem derinden
yaralıyordu. Kör ve sağır vicdanları biraz olsun diriltirim umuduyla yılmadan
yazıyor, yazıyordunuz. Hiç bir partiye, cemaate, gruba hoş görünmeye tevessül
etmeden memleket için, millet için inandıklarınızı ibâdet aşkıyla kaleme
alırdınız. Fâtih Camii avlusunu dolduran binlerin sizi, dînî ve millî
ahlâkımıza yaraşır sükûnetle uğurlayışları, slogan değil, inanç insanı
olduğunuzu resmeden çok anlamlı bir tabloydu.
Duâ yerde kalmazmış Hocam. Siz fânî idiniz,
duânız bâkî. Ümit Meriç Hanımefendi’nin ifâde ettiği gibi; ‘ektiğiniz tohumlar bir gün mutlaka
yeşerecektir.’
Siz yarınların soluğunu teneffüs eden Hoca
Ahmetlerdendiniz. Her çocuk ve her genç gözünüzde kıymetti. Bulunduğunuz
mecliste çocuklar varsa ilk onları görürdünüz. Başlarını okşar, şakalaşırdınız.
Ziyaretinize gelen gençleri ayakta karşılar, ciddiyetle dinler, kapıya kadar
uğurlardınız. Gençler, sizinle yüz yüze gelmek için, saatlerce kapı önlerinde
beklemez, sekreter barikatlarına takılmaz, soğuk nazarlarla karşılaşmazlardı.
Kalbiniz gibi, kapınız da açıktı. Vakıfta yetiştirdiğiniz genç kardeşlerimizden
Süheyla Derindere, Muhsin Karabay’ın hâtıraları arşivleyen kamerasına dönüp ‘Hoca bizi adam yerine koyardı. Şahsiyet
olduğumuzu öğretti’ diyordu, gençler adına.
Sevgili Hocam, adınıza hazırladığımız anıt
sayı için yazılan bu yazıda sizi size mi, kendime mi, yoksa okuyucuya mı
anlattığımı ayırt edemiyorum. Yanı başımızda iken hayatın içerisine dağılan görüntüleriniz,
yokluğunuzla hakîkatin aynasına düştü. Hep öyle değil midir? Hâdiselerin
gölgelediği çehreyi bize ölüm gösterir. Yazar, Hatip, Dâvâ Adamı, Hoca, Dost,
Sevgili, Eş, Oğul, Baba, Amca Kabaklı’nın cümle vasıfları, insan Ahmet
Kabaklı’da noktalandı.
Servet (Kabaklı) kardeşimle vakıftaki
odanızda fotoğraflarınızı ve mektuplarınızı masanın üzerine yaydık. Zihnimizdeki
eksik parçalar hâtıralarla tamamlanıyor. İşte ‘anam’ dediğinizde yüreğinizden ses veren Münire Hanım. Sizi
masallara tutkulu kılan kadın… Ondan hiç ‘annem’
diye bahsettiğinizi işitmedim. Öğrencilerinizin arasında Aydın’dasınız, Meşkûre
Hanım’la tanışıp evlendiğiniz yıllar. Dal gibi boyunuzla Sen Nehri kıyısındaki
parmaklıklara yaslanmışsınız, Paris’tesiniz.
Harput’ta Ejderha Taşı’nın yanında
durmuşsunuz. İçinde büyüdüğünüz ve içinizde büyüttüğünüz masalların işâret
taşı, işte ‘pişik tivi’ teorisinin mûcidi
üç kafadar. Okul arkadaşlarınız Celâl, Şahap ve siz. Bu şakayı anlatırken
attığınız kahkahalar kulağımda çınlıyor. Elazığ şivesiyle ‘pişik tivi’ kedi tüyü demek. Ankara’da bu tâbiri kim bilir? ‘Pişik tivi’ dediğinizde yüzünüze ‘o da ne’ dercesine bakanlara yeni bir
felsefî akım olduğunu söylüyormuşsunuz. Tabii bu akımın bir de târifi olmalı. ‘Pişik tivi’ etrafında gelişen hayalî
teorileri anlatırken cümleleriniz kahkahalarınızla kesilirdi. Şakalaşmaktan her
zaman çocuksu bir masumiyetle hoşlanırdınız.
Şıklığınız ve zarif duruşunuz bütün
fotoğraflarınızda dikkat çekiyor. Şıklık ve zarâfet, kaşınızın biçimi,
bedeninizin şekli gibi tabiî hâlinizdi. İntizamı severdiniz. Size tevdi edilen
her meseleye eğilişinizdeki titizliğinize imrenirdik. Küçük kâğıtlara notlar
alır, gücünüzün yettiğince yardımcı olmak için çırpınırdınız. İşi biten notları
karalar, eksik kalanları başka bir sayfaya aktarırdınız. Neticesi ne olursa
olsun, kimseyi habersiz bırakmazdınız. Yetiştiğiniz dönemlerin terbiyesi amellerde
rızâyı esas tuttuğundan, kalbî teşekkürden öte karşılık beklemezdiniz.
Bu yazı bitmez Hocam. Yokluğunuz insan
Kabaklı’yı çoğaltıyor içimde. Yeni zamanlar kendi dilini oluştururken
anlayışları da peşinden sürüklüyor. Ama ruhun arayışı değişmiyor. Kalpten kalbe
yürüyen yolda iz bırakanlardansınız. Sizi yazılarınızdan tanıyan genç
okuyucunuza; ‘Hoca’nın senin üzerinde de
hakkı vardır’ dediğimde, sesi titredi. Emânetiniz taşınacaktır inşallah.
Biz sizden razıyız, Rabbim razı olsun.
(Türk Edebiyatı Dergisi:
Mart-Nisan 2001. S: 329-339, s: 80-82)
ESERLERİ
49-53-TÜRK
EDEBİYATI: (1.
Cilt: 620 sayfa / 1994 – 9. Baskı) (2.
Cilt: 904 sayfa / 1997 – 9 . Baskı) (3.
Cilt: 771 sayfa / 1997 – 9. Baskı) (4.
Cilt: 806 sayfa / 1991 – 8. Baskı) (5.
Cilt: 1024 sayfa / 1997 – 8. Baskı) (5 Ciltte Toplam: 4125 sayfa)
(2004 Yılında 5 cilt birlikte, Ankara Ticâret Odası’nın
desteğiyle her bir ciltten 1000’er adet basılmıştır.)
Ahmet Kabaklı
eserinin önsözünde, ilk 3 cildini 6 yılda meydana getirdiği esrine ‘Edebiyat Ansiklopedisi’ veya ‘Türk Edebiyatı Târihi’ isimlerinden
birini tercih etmediğini, 1300 yıllık Türk edebiyatının geçmişteki seyrini,
‘zaman’ içine koyarak göz önüne serdiğini açıklıyor.
İkinci ciltten
başlayarak kişiler ve devirler, târih sırasıyla devam edip günümüze kadar
geliyor. Bütün ciltlerde Doğu ve Batı edebiyatına dâir bilgiler ve örnekler
vardır.
Birinci ciltte yer alan bahislerden seçmeler: *Edebiyat
Nedir, *Türk Destanları, *Halk Hikâyeleri, *Mizah, *Türk ve Batı Edebiyatında
Edebî Akımlar,*Müzikli Oyunlar, *Roman, Hikâye ve Edebî Târih, *Halk
Edebiyatında ve Yeni Edebiyatta Nâzım Şekilleri.
Edebiyatın Târifi:
Matematik gibi akılcı
ve fizik gibi deneyli ilimlerde târifler çok önemli ve kesindir. Fikir ve sanat
dallarında ise kesin olamayacağı gibi önemli de sayılmaz. Burada târifin görevi
öğretmekten çok düşündürmektir. Söz gelişi şiir kavramının binlerce târifi yapılmıştır.
Hepsi de doğruya benzer. Ama hepsi doğruya benziyorsa, hiçbiri doğru değil
demektir. Bütün bunlar, şiiri ‘bir başka
açıdan’ görüşler olduğu için târif edenin zevkine ve sanat anlayışına göre
değişebilir. Edebiyatın târifi de böyledir. Meselâ sözlük, onu şu cümleyle
tanıtıyor:
‘Edebiyat, düşünce duygu ve hayallerin söz ve yazı hâlinde güzel etkili
bir şekilde anlatılması sanatıdır.’
Ve Ahmet Kabaklı’nın
târifi: ‘Edebiyat bilgi, gözlem ve
deneyişlere dayalı duygular, düşünceler, hayaller yardımiyle, güzel söz ve yazı
eserleri meydana getirme sanatıdır.’
Bu bölümün sonraki
sayfalarında ‘Edebî Eser’, ‘Edebiyat Târihi’, başlıkları altında
doyurucu bilgiler veriliyor.
Her bölümün sonunda ‘Okunacak Kitaplar’ başlığı altında
listeler var.
İkinci cilt, ‘Türk
Edebiyatında Devirler’ bölümü ile başlıyor. Saka Türkleri, Hun Türkleri,
Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular ve Çağatay dönemlerinden sonra
Anadolu Türk Edebiyatı ile 19. yüzyıla ulaşılıyor. Her bir dönemin verimlerinin
eserleri, ismen verildiği gibi örnekler de sunuluyor. Okuyucunun; Türklerin ‘edip millet’ olduğu kanaati pekişiyor.
Telif ettiği 100’den
fazla romanı ile Fransız edebiyatının önde gelen ismi olan Honore de Balzac; ‘Edebiyat, insan topluluklarını millet hâline
getiren en mühim unsurdur’ diyor. Necip Fâzıl Kısakürek de ‘edebiyatsız millet olmaz’ diyerek
Balzac’ı destekliyor. Edebiyatla alâkalı 4000 sayfalık eser yazdığına, Edebiyat
Vakfı’nı kurduğuna, yayını 50 yıldır devam eden Türk Edebiyatı Dergisi’ni
kültür ve yayın dünyamıza kazandırdığına göre Ahmet Kabaklı da mutlaka aynı kanaattedir.
Bu ciltt
edebiyatımızın yüz akı Dîvân şiirimiz ve dîvan şâirlerimiz ve de örnekleriyle
birlikte şâir hükümdarlarımız 300 sayfa boyunca gergefte işlenen nakış gibi
okuyucuya sunuluyor. Eserin ikici cildinin son bölümünde Karacaoğlan’dan
Bayburtlu Çoban Celâlî’ye kadar halk ve saz şâirlerimiz var.
Üçüncü cilt: ‘Batıya
Yönelmiş Türk Edebiyatı’na tahsis edilmiş. Bilindiği gibi Türkler,
-muhtemelen üzengi denilen âleti icat ettikten sonra- Orta Asya’da iken bile
Batıya yönelmişlerdi. Yönelişler, ‘Eftalitler’ olarak da anılan Ak Hunlarla
başladı ‘Tanrının Kırbacı’ olarak târihe
geçen Attilâ, kardeşi Bleda ile birlikte Batı Roma’yı haraca bağladı.
O zamanki yöneliş,
coğrafî sâhada idi. 3
Kasım 1839’da Mustafa Reşid Paşa tarafından ilan edilen ‘Gülhâne Hattı Hümâyunu’ da denilen yenileşme beratının yürürlüğe
konulması ile başlayan ‘siyâsette
Tanzimat Dönemi’ edebî akımlara da sirâyet etti ve ‘Tanzimat Edebiyatı’ doğdu. Tanzimat
Edebiyatı’nın öncüsü 1826-1871 yılları arasında yaşayan, Osmanlı Devleti’nin
desteği ile 1849-1854 yılları arasında Fransa’da eğitim gören İbrâhim
Şinâsi’dir. O’nun ardından Ahmed Mithad Efendi, Şemseddin Sâmi, Abdülhak Hâmid
Tarhan ve Sâmipaşazâde Sezâî, gibi isimler de batı tarzında eserler vermeye
başladı.
Ahmet Kabaklı
eserinde bu şahıslar ve diğer Tanzimat edebiyatçıları hakkında bilgiler ve
eserlerinden örnekler verdikten sonra Servet-i Fünûn Edebiyatçılarını ve
eserlerini mercek altına alıyor: Tevfik Fikret, Hâlid Ziya (Uşaklıgil), Hüseyin
Rahmi (Gürpınar), Hüseyin Câhid (Yalçın), Mehmed Rauf ve Ahmed Râsim…
Ardından Millî
Edebiyat dönemi geliyor. Necip Âsım (Yazıksız), Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin,
Mehmet Âkif (Ersoy), Midhad Cemal (Kuntay), Ahmed Hâşim, Yahya Kemal Beyatlı ve
Fâruk Nâfiz Çamlıbel.
(Bu yazı dizisini hazırlayanın nâçiz kanaatine göre -edebiyatçı
olmaması sebebiyle yanılmış olabileceği de göz önünde bulundurularak- Kabaklı
Hocamızın, Servet-i Fünûn yazarları arasına dâhil ettiği Cenap Şahabeddin, Süleyman
Nazif, Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve Mehmed Emin Yurdakul’u da Millî Edebiyatçılar
grubuna dâhil etmek gerekir.)
Dördüncü Cilt: Geniş
bir yelpazeye yayılan edebiyatımızla alakalıdır: *Yeni Edebiyat, *Düşünce
akımları ve ideolojiler, *1940’dan
sonra şiir, *Yeni gelenekçi şiir,
*Garipçiler, *Hisarcılar, *Türk Edebiyatı
Dergisi, *Aruzu devam ettirenler,*İkinci Yeni, *1980’li yılların şiiri, *Toplumculuğu
devam ettirenler, *Yeni İslâmcı Akım,
*Yirminci Yüzyıl’ın halk şâirleri, *Yirminci yüzyıl Türk edebiyatları, *Yirminci yüzyıl Azerbaycan şiiri
başlıkları altında şâir ve ediplerle eserlerinden örnekler ile Orhan Veli
Kanık, Oktay Rifat (Horuzcu), Can Yücel, Ümit Yaşar Oğuzcan, Özdemir Âsaf,
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fâzıl Hüsnü Dağlarca gibi tanınmış isimler bulunuyor.
Liste hayli uzun. ‘Mısırkalyoniğne’ kelimesinin bile başlı
başına şiir olduğunu iddia eden İlhan Berk’ten, verimlerine kelimenin tam
mânâsıyla ‘şiir’ denilecek eserler
veren Mehmet Çınarlı, Ömer Lütfi Mete, Erdem Beyazıt, Ayhan İnal, Yavuz Bülent
Bâkiler, Âşık Veysel, Bahtiyar Vahapzâde gibi isimler de yer alıyor.
Beşinci Cilt: ‘Birkaç Söz’ ile başlıyor. 12 Ağustos
1993 târihinde kaleme alınan metinden birkaç cümle. ‘Destanlar devrinden günümüze kadar kültür mâcerâmızı içine alan bir
edebiyat târihinin tam olabilmesi için, son elli yılda meydana getirilen
verimlerin de tanıtılması hiç olmazsa varlıklarının ortaya konulması gerekir.
Öyle yapacağız. Şimdi tasarladığımız altıncı ciltte, son 50 yılın deneme,
tenkit, hâtıra, röportaj, makale, fıkra, seyahat yazılarını ve onların
yazarlarını, Güldeste (Antoloji) hâlinde okuyucularımıza sunacağız.’
Vakıf yöneticilerinin
belirttiğine göre Kabaklı Hoca, vefatından önce 6. Cildin hazırlıklarını
yapmıştır. Fakat bıraktığı müsveddelerin tasnifi hususunda karşılaşılan
güçlükler sebebiyle basımı gecikmiştir. Ümit edilir ki, kısa zamanda zorluklar
aşılır ve 6. Cilt de kültür dünyâmıza kazandırılır.
‘Külliyat’
denilebilecek muhtevaya sâhip olan Türk Edebiyatı ciltlerinin beşincisinde
Mithat Cemal Kuntay, Safiye Erol, Sâmiha Ayverdi, Samet Ağaoğlu, Alev Alatlı,
Selim İleri, Târık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Emine Işınsu, Mehmet
Niyâzi Özdemir, Sevinç Çokum, Râsim Özdenören gibi isimler ve eserleri ile
Postmodernizm ve Son Yeni’nin isimleri ve eserleri hakkında bilgiler var. Bu
cilt, Türk dünyasının medâr-ı iftiharı
Cengiz’lerle sona eriyor: Dağcı ve Aytmatov.