Yeğeni ve Hayr-ül-halefi SERHAT KABAKLI, AHMET
KABAKLI HOCA’mızın
Müstesna Şahsiyetini Anlattı.
Birinci Bölüm
Oğuz Çetinoğlu: Uygun görürseniz Ahmet
Kabaklı Hoca’mızla aranızdaki akrabalık bağı ile alâkalı bilgilerle başlayalım.
Serhat Kabaklı: Önce rahmetli dedemden başlayayım, Ahmet
Kabaklı’nın babası Hacı Ömer Efendi Harput’ta, Sâre Hâtun Camii’nde din
görevlisi. Hacı Ömer Efendi’nin, o günün şartları sebebiyle 3 hanımı, Her bir
hanımından da 2’şer oğlu var. Aile içinde, çocuklar arasında, bu öz, bu üvey
ayırımı asla olmamıştır. Harput’un eteklerinde Hüseynik diye bir köy vardır;
Şeyh Sait ayaklanmasında Şeyh Sait oraya kadar geliyor. Şeyh Sait, sonuçta bir
din adamı. Bunun üzerine Harput’ta toplanıyorlar, “Şeyh Sait’e bir heyet
yollayalım, Harput’a karışmasın” diyorlar ve dedemin de içinde olduğu 5-6
kişilik bir heyeti gönderiyorlar. Şeyh Sait, gelen bu insanların hepsini
cephaneliğe bağlıyor ve havaya uçuruyor. Ahmet Kabaklı’nın babasının mezarı
yoktur, çünkü parçalanmıştır. Belki ondan bize geçen Kabaklı hocanın
Türkçülüğü, ondan bize geçen Türkçülük bu bakımdan biraz da tepki olarak
gelişmiştir. Zaten Şecere-i Terakime’de, Harput’a ilk gelenlerden birinin
Kabaklı Mehmet olduğu yazar. Bizim yerimiz yurdumuz, gelişimiz bellidir.
Kabaklı hocanın annesi Münire Hanım hem Kabaklı hocanın annesidir, hem de benim
babamın annesidir; yani babamla Ahmet amcam aynı karından olan çocuklardır. Ama
Ahmet Kabaklı’nın en büyük idolü büyükannesinden olan Ârif ağabeydir. Onun gibi
olmaya çalışmıştır. Yakışıklı, babayiğit, sözünü bilen, çok iyi ata binen
biridir ve onun gibi olmaya çalışmıştır. Biraz önce sorduğunuz soruya şu cevabı
vereyim: Kabaklı hoca benim amcamdır ve benim … Babam 4 tane çocukla Elâzığ’da,
bir işçi maaşıyla hiçbir şey yapamayacak durumdayken, ben üniversiteyi
kazanınca babama, “Artık Serhat bana ait, onun bütün masrafları bana ait” demiş
ve babam beni o noktada tamamen Kabaklı hocaya bırakmıştır. Kabaklı hoca da
bana geldiğimiz nokta itibarıyla hem hâmilik, hem babalık yapmıştır. Ancak,
şurası çok önemli: Ben eğitim camiasında bulundum ve Kabaklı hoca bir bakıma
bana burs verdi mantığıyla bakarak, bugüne kadar, yaklaşık bir 40 yıl içinde 5
bine yakın öğrenciye burs verdim ve her verdiğim bursu da kabaklı hocanın
hayrına vermiş oldum. Çünkü Kabaklı hoca olmasaydı, ben burs verecek durumda da
olmazdım.
Çetinoğlu: : Kabaklı Mehmet
Harput’a nereden gelip yerleşmiş? Muhtemelen Türkistan’dandır. Bölge belli mi?
Kabaklı: Kitapta ‘Horasan
erenleri’ olarak kayıtlı. Oraya nereden geldikleri bilinmiyor. Bizim
Harput’taki şivemiz tamamen Azerbaycan şivesidir. Yani şive olarak tamamen
Azerbaycan kökenli olduğumuzu düşünüyorum.
Çetinoğlu: : Sizin Ahmet Kabaklı
hocamızla ilk temasa geçiş gününüzü, o anı hatırlıyor musunuz?
Kabaklı: Oğuz hocam, o sırada biz ailece Elâzığ’dayız. Sıtkı amcam,
Esat Kabaklı’nın babası askerî fırında çalışıyor; hamur yapıyor, ekmek yapıyor.
Benim babam … greyder operatörü. Bizler mütevazı geçinen, mütevazı yaşayan
insanlar olarak gidiyoruz; ama yavaş yavaş, amcam İstanbul’a geldikten sonra
gazetelerde yazmaya başladı. Tabii, amcam Elâzığ’la hiç bağını koparmadı. Her
yıl Elâzığ’a gelirdi. Gelir, ailesiyle birlikte en az bir hafta 10 gün
geçirirdi. Onun gelişini çok büyük bir özlemle, çok büyük bir hasretle
beklerdik. Geldiği zaman giderdik ailece. Otobüsle gelirdi o dönemler. Ailece
giderdik, karşılardık, alıp gelirdik. Akşamları bütün aile bizde toplanırdı.
Ailenin çocukları bütün maharetlerini göstermek için yarışırdı. Halamın oğlu
vardı, Sabahattin; ud çalardı. Sabahattin daha sonra Elâzığ Musiki Cemiyetinin
kurucularından oldu ve orada ud hocası olarak epeyce çalıştı. Esat sazını
çalardı, rahmetli Servet şiirlerini okurdu.
Çetinoğlu: : Sonra Esat Bey devreye
girdi.
Kabaklı: Tabii, tabii. Esat bunu zaten çok net anlatır. Amcama, “Amca, şu TRT’de bana bir program yaptırsalar,
biraz işler açılır, ekstra işler olur, ben de sana yardımcı olurum. Elâzığ’da
herkese sen bakıyorsun” falan diyor. Amcam da, “Ben senin Nida Tüfekçi gibi
olmanı istiyorum” diyor. Allah’a çok şükür, şimdi Esat da Nida Tüfekçi gibi
oldu, en azından onun izinde giden biri oldu.
O dönemlerde Harput’ta bağ var.
Bağa gidip oturuyoruz.
Çetinoğlu: Göllü Bağ.
Kabaklı: Göllü Bağ.
Yerde yayılıyoruz, yayılıp
oturuyoruz Kabaklı hocayla beraber. İçeride fotoğrafları var hocam.
İlk temas bu geliş gidiş sırasında.
Çetinoğlu: Kaç yaşındaydınız o
dönemde?
Kabaklı:13-14.
Orta son sınıfta kendimi biraz
futbola verdim. Elâzığspor’da falan futbol oynadım. O sıralar epey bir dersten
ikmale kaldım. O sıra evlerde telefon yok, postaneden telefonla çağrılıyor.
Amcam aramış, çağırmışlar, babam gidip konuşmuş. Babama demiş ki, “Serhat’ı da al da gel. Ben bir daha
arayacağım.” Gittik, biraz bekledik, aradı. Babamı çağırdılar, babam beni
çağırdı, bana telefonu verdi. “Ben senden
çok ümitliydim. Beni hayal kırıklığına uğrattın. Hemen baban seni İstanbul’a
gönderiyor, geliyorsun. Burada seni kursa yazdıracağım. O dersleri vereceksin,
sınıfını geçeceksin” dedi. 15 yaşında kalktım, otobüsle tek başıma
İstanbul’a geldim. Hatta öyle bir hatıra ki, beni ilkokuldaki sınıf arkadaşıma
emanet ettiler; çünkü o kız evlenmişti, kocasıyla beraber geliyordu. Ona emanet
ettiler. Geldik, Topkapı’da indik. Onlar taksiyle beni Haseki’de … Apartmanı
önünde indirdiler. Ahmet diye bir çocuk vardı, kapıcının çocuğu. Ahmet beni
karşıladı, hoş geldin dedi.
Size sürpriz olacak, ama Ahmet
kim, biliyor musunuz; Ahmet Maranki.
Çetinoğlu: Kastamonulu.
Kabaklı: Evet. Amcamlar yok, ben de biraz ağlama moduna girdim.
Bunun üzerine, ‘Gelecekler, pazara
gittiler’ dedi ve beni biraz oyaladı. Onlar geldi, ben rahatladım.
Burada işin içine Sayın Ahmet
Maranki’yi de katmış olduk. Ahmet Maranki, orada o apartmanın kapıcısının
çocuğuydu ve ona okuma zevkini aşılayan da o zamanlar Kabaklı hoca olmuştu.
Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı’nın
sizin üzerinizde bıraktığı ilk intiba neydi? Sevgi, korku, bağlılık?
Kabaklı: Sevgi vardı, bağlılık vardı. Korku yoktu. Hiçbir şekilde
kendisinden korkmamızı istemezdi. Ama hoş bir yan vardı. Bir İstanbul
beyefendisiydi. Sürekli güzelim İstanbul Türkçesiyle konuşurdu; akrabalarını,
bizi gördüğü anda hemen Elâzığ şivesiyle konuşmaya başlardı. O bir haslet
olarak ortaya çıkardı.
Çetinoğlu: Kabaklı Hocamızın
hangi yönlerini beğeniyordunuz? ‘Ben de
bu yönlerini alayım’ diye düşündüğünüz birtakım hasletleri olmuştur
mutlaka.
Kabaklı: Üniversiteye başladım ve üniversiteye başladıktan sonra da
Türk Edebiyatı Cemiyetinde sürekli birlikte olmaya başladık. Türk Edebiyatı
Cemiyeti Yeşilay binasındaydı. Ben, o sıra karşıda, Marmara Üniversitesi
Fikirtepe Kampusunda okuyordum. Her gidiş sonrasında, dönüşümde vakfa gelmek
zorundaydım, gelip orada sohbetlere katılmak zorundaydım. Turgut Güler
ağabeyimiz vardı orada, yazı işleriyle uğraşıyordu. Biz de Beşir Ayvazoğlu’yla
beraber gemici sandalyelerinde oturup dinleyen genç çocuklardık. Ama çok büyük
aşama kaydetti Beşir. Biz, o sırada edebiyat camiasında kalmadık çünkü ekmek
parası için öğretmenlik yollarına düştük.
Kabaklı hoca ailesine çok bağlı
bir insandı. Biraz önce saydığım, “Biz
öz-üvey bilmezdik” dediğim kardeşlerine sürekli maddî ve manevî yardım
yapardı, sürekli. Kız kardeşi vardı. Dedem vefat ettikten sonra, Yakup Bey diye
bir insanla babaannemi ortada kalmasın diye evlendirmişler. O da son derece
mükemmel bir insan. Ahmet Kabaklı’ya o da babalık etmiştir bir bakıma.
Herkese iyilik düşünen bir insandı.
Biz çok büyük iyiliklerini gördük. Bir hatıramı anlatayım. Bu çok önemli. Bir
gün, bayram öncesi, Kurban Bayramı olabilir -yola çıkıp Elâzığ’a gitseniz, bir
gün gidiş sürüyor otobüsle, bir gün geliş sürüyor, kalıyor 2 gün- “Bizim gazete
bizi yarın Fransa’ya gönderiyor. Yengenle biz Fransa’ya gideceğiz, ama seni
götürme şansım yok. İstersen seni Elâzığ’a göndereyim. Turgut ağabeyin Aydın’a
gidecek. İstersen Turgut ağabeyinle beraber git, oraları gez, gel” dedi bana.
Ben de Elâzığ’a 2 gün otobüsle gideceğime, Turgut ağabeyle -zaten sevdiğim bir
ağabeyim- beraber gideriz dedim, gittik. Orada çok farklı günler yaşadım
gerçekten.
Ondan sonra dönüşte bana dedi ki
Kabaklı hoca, “Gittin, gördün, gezdin.
Yediğin içtiğin senin olsun, ama bana bu 3-4 günü yazıp getireceksin bana.
Neler gördün, neler oldu, neler yaşadın?” dedi. Bunları yazıp getirdim.
Çetinoğlu: İlk yazınız mıydı?
Kabaklı: Tabii. Bunu yayınlamadı.
Çetinoğlu: Bazıları yazı işlerini sevmiyorlar. Siz ilk defa mı böyle
bir yazı yazdınız?
Kabaklı: Tabii. Daha önce yazdığım şeyler vardı mutlaka, ama o ilk
defaydı.
Bir gün eve gittim. Edirnekapı
yurdunda kalıyordum, ama haftada 3 gün eve yemeğe gidiyordum. Bu kuralımızdı o
sırada. 2 yıl evde kaldım, ama diğer dönemde de yine amcam dedi ki gidişimden
birinde, “Yavrum, ben Almanya’ya
gidiyorum” dedi. Ama bunu söylemeden önce şunu anlatmam gerek. Her eve
gidişimde bana o 3 günü geçirecek bir para verirdi. Giderdim, yemeğimi yerdim,
bana 3 günü geçirecek bir para verirdi, o parayla 3 günü geçirirdim, bir dahaki
gittiğimde tekrar verirdi; ama para verme yöntemleri çok farklıydı. Kitabın
arasına koyardı parayı, “Bu kitabı oku”
derdi, bana verirdi. Yani para noktasında beni hiç utandırmazdı. Kış günü,
paltomu giyiyorum, çıkacağım, “Oğlum,
paranı düşürdün yere” derdi.
“Ben Almanya’ya gidiyorum. Sen gelmeye devam edeceksin, yengen gerekeni
yapacak” dedi. O gittikten 3 gün sonra gittim. 3 günde bütün paramı
bitirmiştim. Gittim, yengeme hizmetimi yaptım, sohbet etti, iltifat etti,
yemeğimi verdi, yemeğimi yedim. Sağ olsun. Çıkarken, yengem unuttu parayı.
Zaten amcamın gidişi de bir haftalık bir şey. Elâzığ’la çok konuştuğum için,
çoklu jeton almıştım. Herhâlde bir 20-25 tane jeton vardı. Kartım vardı.
Edirnekapı’dan Karaköy’e kadar yürüyüp, vapur kartıyla karşıya geçip, oradan
Marmara Üniversitesi Fikirtepe’ye kadar yürüyüp, dönerken aynı yolla gidip,
yemek için de iskelede birkaç tane jeton satıp simit aldığımı çok iyi
hatırlıyorum. Amcam geldiğinde, dişim şişmiş, çok kötü. “Ne olmuş sana oğlum?” dedi. Turgut ağabey durumu biliyordu, Turgut
ağabey anlattı. Ertesi gün beni çağırdı, gittim. Bana o zamanın parasıyla 1000
lira para verdi. “Aklından geçen hangi bankaysa,
gönlünde yatan banka hangisiyse, bunu götür, o bankaya yatır. Böyle bir durum
olduğu zaman bu paradan harcayacaksın. Aksi takdirde, o orada kalacak” dedi
ve bana böyle bir jest yaptı. Bana göre, bu bir bonkörlüktü. Bonkörlük değil, o
bir tedbirdi de, bana göre bonkörlüktü. Ben, o paraya hiç dokunmadım, o para
düyuna kaldı.
Çetinoğlu: Hocamız genelde
iyimser bir insandı. Onu en çok memnun eden olaylar nelerdi, neye dikkati
çekecek kadar memnuniyet duyuyordu?
Kabaklı: Birincisi, “Biz
ailece sana Topkapı Sarayı’nı gezdireceğiz” dedi. Çıkıp geldik buralara,
gezdik. Genç bir Fransız bayan tek başına geziyor. “Keşke bizim gençlerimiz de böyle olsa, tek başına böyle gidip gezecek
seviyeye gelse” dedi. Bu, onun bir isteğiydi. Bir gün, ben yurttayım yine
-o sırada cep telefonu falan yok- yurtta adımı anons ettiler. Aşağı indim, bir
baktım, amcam gelmiş. Şaşırdım. Tabii, Edirnekapı yurdu da ülkücülerin elinde.
Hocayı da görünce hemen almışlar aralarına. Gittim, biraz sohbet etti, “Hadi, gidiyoruz” dedi, çıktık. Araba
kullanmayı yeni yeni öğrenmişti. Bir Murat 124’ü vardı; 34 PN 590. Arabaya
bindik. Nereye gideceğini sormaya korkuyorum. “Kumburgaz’a gidiyoruz” dedi. Gittik Kumburgaz’a. Kumburgaz’da bir
yazlığı vardı, küçük bir yazlık, bir apartman dairesi. Gittik oraya. Giderken
hiçbir şey konuşmadı. Gittik, eve çıktık. Sinirlendiği zaman konuşa konuşa
ferahlardı. “Yahu, ben daha ne yapayım?”
falan diyordu. Yengemle ufak bir tartışmaları olmuş. “Ben ne yapayım? Nasıl olur?” falan. Çıkarken, “Kitaplarını al” demişti bana, ben de kitaplarımı almıştım. Oraya
telefon çektirmişti, yazlığa. Ayrıca orada bir masası vardı, daktilosu vardı.
Günlük yazılarını orada yazdı, telefonla yazdırdı, yazıları çıktı gazetede. Ben
dersime çalıştım. Oradaki o 3 gün bana çok yaradı. Çıkıp yürüdük. Manavdan
domates, biber, patates vesaire aldık, et aldık, geldik, ben amcama yemekler
yaptım. Annem rahatsızken, yemekleri ben yapardım, o dönemde kardeşlerime
yemekleri ben yapardım. Akşam amcam dedi ki, “Hadi, gidelim.” Giderken de çok gergin olduğunu görüyorum. Çünkü
artık durumu biliyordum ve gerginliğini biliyordum. Gittik, arabayı park ettik,
yukarı çıktık.
Bunu söylerken ağlayabilirim.
Yengem kapıyı açtı, “Ahmet, seni çok özledim” dedi. O da, “Ben de seni özledim” dedi. O tartışmanın
hiçbir izi kalmadan -o sahneyi her hatırlayışımda ben böyle oluyorum- güldük,
oynadık, sevindik, yemek yedik, ondan sonra beni gönderdi.
Ahmet Kabaklı gibi olmak
aklımızın ucundan bile geçmiyordu, geçmezdi. Onun her iyi özelliğini kapmaya
çalışıyorduk, ama Ahmet Kabaklı gibi olmak bir mucizeydi. Anadolu’nun
Harput’undan geleceksin, bir İstanbul beyefendisi olacaksın ve İstanbul’da
insanlar seni sevecek.
Çetinoğlu: Hattâ Türkiye’nin bütün insanları sevecek…
Kabaklı: Türkiye’nin bütün insanları ve yurtdışından Türkler. Şimdi
gidip bakıyorum, “Biz 50 yıldır Kabaklı
hocayı okuyor, onun izinden gidiyoruz” diyorlar. Ama elbette, gördüğümüz
her iyi özelliği kapmak durumundayız.
Tayinim çıktı, Bitlis’e gittim.
Bitlis Öğretmen Okuluna tayinim çıktı. İlk tayinim oraya çıktı. Kendisine, “Böyle böyle, ben gidiyorum” dedim. “Orada Ali Fuat Çapanoğlu validir, sana
yardımcı olur” dedi. Ben Bitlis’e gittim. Bitlis’te, Öğretmen Okulunda çok
huzurlu bir ortam bulamadım. Bir gün bir baktım, Vali geldi. Beni çağırdı,
benimle tanıştı. “Hazırlan, gidiyoruz”
dedi. Beni aldı, Ahlat’a götürdü. Ahlat Yatılı Bölge Okuluna vekâleten idareci
yaptı. Biliyorsunuz Ahlat, Alpaslan Gazi’nin şehitlerini bile Malazgirt
Ovası’nda bırakmayıp götürdüğü yerdir. Orada çok büyük bir Selçuklu mezarlığı
vardır. Orada da Kabaklı hocanın bir özelliğini gördüm.
Azerbaycan’da, Azerî lehçesinde
kabak, ilk gelen, önce manasında. Bunu gördükten sonra, soyadımı hiç
yüksünmedim. Bir gün bir öğrencim bana dedi ki… Öğrencimin adı da Ali Tilki. “Benim soyadımla çok dalga geçildi hocam.
Sizin soyadınızla hiç dalga geçmediler mi?” dedi. Düşündüm, hiç dalga
geçmediler; çünkü o soyadına bir özellik katmıştı o. Kim dalga geçer; onu
tanımayan küçük çocuklar. Benim oğlum okula gittiğinde, “Ulan kabak” demiş olabilirler, o ayrı; ama onun dışında, böyle bir
şey yaşadık hocam.
Devam Edecek