Güzelden
Gelen Güzeldir
ŞERİF AYDEMİR
‘Yaşamak iz bırakmaktır’, der Alman
düşünürü ve edebiyat eleştirmeni W. Benjamin.
İz bırakacak
kadar derin ve anlamlı yolculuklar yapmış kutlu insanlar derkenare alınsa,
dünyamız ne çok cılızlaşır, yoksul ve kudretsiz kalır.
Kalp kandili
yanık, aklını kalple birleyen; bedenini, ruhunu ve nefsini gönlüyle bütünleyen
öncü ve örnek şahsiyetlere her devirde ihtiyaç duyulmuştur. Bizim nesil ise
belki de kuşatıldığı şartlar itibâriyle daha çok muhtaç görünüyordu.
Ahmet Kabaklı
Hoca’mız işte tam da burada önem arz ediyor.
Gençliğimizin
pusulasız ve güvensiz olarak zehirli rüzgârların önünde savrulduğu, siyasî ve
ideolojik vagonlara birer ikişer doldurulduğu günlerde Ahmet Kabaklı bizim en
emin limanımız ve sığınağımız oldu. Ferd olarak, toplum olarak yaşama
sevincimizi imanla ve umutla besledi. Ocağımızın ancak kendi öz cevherimizdeki
som ateşten kıvılcım alacağını fark ettirdi. Millet olma varlığımızı,
medeniyetimizi ve târihî mefâhirimizi önümüzde bir tablo gibi sergileyerek bizi
komplekslermizden arındırdı.
Sonsuz
rahmetlere gark olsun. O’nu ne çok arıyoruz. Medyunu şükranız.
Kendilerini
üniversite imtihanına geldiğim 1970 yılında Cağaloğlu’nda ziyâret edip tanıdım.
Hemşehrimdi. Tercüman gazetesi okuyor, yazdıklarını sıkı tâkip ediyordum.
Memlekete dönünce artık mektuplar yazdım, kartlar attım, şiirlerimi gönderdim.
Hiç yüksünmeden hepsine cevap verdi, uygun
gördüklerini yayımladı. İstanbul’a her gelişimde önce O’nun yanına koştum.
Huzuruna vardım. Bütün mahcubiyetimi, bütün çekingenliğimi o nâzik üslubuyla
her defasında yumuşatmayı bildi. İnsanî sıcaklığını, mültefit ve saygılı
tavrını bir gün olsun esirgemedi.
1979 yılında
tâyinim İstanbul’a çıktı. Sultanahmet’e. Artık yanı başına gelmiştim. Türk
Edebiyatı Vakfı’ndaki Çarşamba sohbetlerinin müdâvimi oldum. Uzun zaman gündemi
orada tâkip ettim, nabzım orada attı. O meclislerde mânevî cemâlden ve edebî
kemâlden haz almış ne insanlar görüp tanıdım. Nakkâş-ı Ezel’in süslediği ve bal
tebessümlü simâları seyre koyuldum. Şimdi o zevat-ı kiramdan şahısların ismini
zikretsem eksik bırakırım. Her biri müstesna meziyetleri hâiz, her biri ayrı
ayrı üslup sâhibiydi. Cemil Meriç, ‘Bu
Ülke‘de, ‘Eflatun’u sokaktaki adamdan
ayıran: Üslup’ demişti. Sözde, tavırda, yürüyüşte, giyim kuşamda, hayatın
her safhasında üslup…
Ahmet
Kabaklı’nın gerek gazeteciliği hakkında, gerekse kitapları, sanat kaygıları ve
düşünce sistemine ilişkin söz söyleme yetkinliğinde değilim. Olsa olsa çıplak
gözle tanıdığım Ahmet Kabaklı’yı anlatabilirim.
Mutad ziyâretlerimde
tuhafıma giden sorular yöneltirdi bana. Bir türlü mâna veremezdim. Ağın’da,
Keban’da Arapgir’de ne yeyip içtiğimizi, ne giyindiğimizi sorardı.
Düğünlerimizi, toylarımızı, bayramlarımızı, şenliklerimizi, cenâze işlerimizi,
söylenen türküleri, çocuklara konan yeni isimleri bıkmadan usanmadan öğrenmek
isterdi. Şaşardım. Gençliğimin dar anlayışlarında boğulurdum. Koca Ahmet
Kabaklı nelerle ilgileniyordu? Devlet, millet, siyaset varken bunları mı
sormalıydı? Kaldı ki, aynı şehrin insanıydık, geleneklerimiz birdi.
Fethi Gemuhluoğlu ağabeyimiz için söylediği
sözü zâten hiç mi, hiç havsalam almıyordu. ‘Folklordan,
töreden, dinden ve tasavvuftan birike birike insan-î kâmil olmuştu’
diyordu. Dini, tasavvufu anladık da, folklor ve töre insanı kemâle erdirebilir
miydi? Yaşımın uyandırdığı tâze heyecanlar ve öteden beriden duyduğum kırık
dökük bilgiler içimdeki itirazları büyütüyordu.
Zaman geçecek,
gün gelecek bizzat kendisinden dinleyecektim Ahmet Yesevî öğretisinin hangi
temellere oturduğunu… Şah-ı Nakşibendi’nin halkın içine nasıl katıştığını;
ziyârete gittiği köylerde ekinleri, ağaçları, kuzuları, tavukları bile sorup
insanlarla halleştiğini öğrenecektim. Hz. Mevlânâ’nın ‘Hakk’ı
bulmak kolaydır, halkı bulmak zordur’ sözünün hangi anlayışa tekabül
ettiğini, ne gibi iç akrabalıklar kurmamıza denk geldiğini kavrayacak ve dünya
zihnimde yeniden şekillenecekti…
Mayıs ayının
ortalarıydı. Babamın rahatsızlığı münâsebetiyle bir kaç günlüğüne Elazığ’a
gidip dönmüştüm. İlk fırsatta yanına uğradım. Vakıf’da Altan Deliorman’la
birlikte oturmuş sohbet ediyorlardı. Usulca bir sandalyeye iliştim. Elimi
ayağımı iyice toplayıp küçültmüştüm. Çok kere olduğu gibi nefesim tutulmuştu.
Muhterem
Hoca’mız bir iki alıştırmayla beni sözün içine çekmeyi başarmıştı hemen. Gene
sorup soruşturuyordu. Elazığ’dan biraz havadis vermek istedim, hoşuna
gideceğini biliyordum. Goethe’yi ziyârete giden genç şâir gibi bütün söyleyeceklerimi
unuttum ve heyecanla:
-Elazığ’a
bahar iyice gelmişti, Kapalıçarşı’nın önündeki tablalarda yeşil erik
satıyorlardı, diyebildim.
Birden
gözlerinin içine renk renk cıvıltılar düştü. Elazığ sevgisi ve hasreti
yüreğinde dağ gibiydi, hiç eksilmezdi.
Altan
Deliorman gülümseyerek bakıyordu yüzüme. Muzipce sordu:
-Yeşil Erik ne
oluyor?
-Erik
çağalası.
-Ne eriği?
-Caneriği…
-Başka adı yok
mu?
-Aluça
diyenler de var.
-Başka?..
Altan
Deliorman hiç üşenmeden ard arda soruyor, ben ise her defasında başa dönüp aynı
cevapları veriyordum. Yeşil erik, caneriği, bahçe eriği, aluça…
Kabaklı
Hoca, boş kasnak gibi döndüğümü ve zorda
kaldığımı görünce imdadıma yetişti:
-Altan bey,
Altan bey! Boşuna yorulma! Bu çocuk ‘Papaz
Eriği‘ demez!
O an nasıl
kalbim ılıdı, nasıl huzurlandım? Sanki bir kır çeşmesinin ışıyan berrak suları
akıvermişti bakışlarım boyunca. Aklımın ucuna gelir de ‘papaz eriği‘ der miydim, bilemiyordum. Ama Kabaklı Hoca, erken
davranıp beni himâyesine almıştı. O gün zihin dünyamda bir kırılma anı yaşadım.
Derin derin düşüncelere sevk olundum. Bin yıldır bu topraklarda kaç türünü
yetiştirip durduğumuz ve dünyanın biricik güzel dili olan Türkçemizle ağzımızı
şirinleştirdiğimiz ‘can eriği‘, niye ‘papaz eriği‘ olsun ki? Hem de onca
türkümüzde kendine yer açmışken, şifalı ve sağaltıcı kokularıyla reçellerimizi,
perverdelerimizi, şurup ve şerbetlerimizi tatlandırmaya devam ederken… Zihnimiz
parçalandığında kelimelerimiz de bizden uzaklaşıyordu demek ki. Kelimelerimizi
kaybedince her şey yerinden oynuyor, millet olma şuurumuzu ve inancımızı da kaybediyorduk…
Cemil Meriç, ‘Öyle seveceksin ki, kelimeler sana
yetecekler’ demişti. Terbiyeden geçmiş bir dikkatli dilden bahsediyordu.
Dilde dikkat,
kalpte rikkat…
İmandan,
hazdan, şuurdan ve şevkten mürekkep selim bir kalpteki rikkat…
Ahmet Kabaklı Hoca’nın
daha o gün üç temel düşünceyi üç gümüş çivi gibi zihnime çaktığını
hissetmiştim.
Toprağımızı
yurdumuzu mukaddes bilecektik. İdrak ve duygu topladığımız bu topraklara
ayağımızın basması yetmezdi, her an kalbimiz de dokunacaktı.
O da Nurettin
Topçu gibi düşünüyordu: ‘Milliyetçilik
dâvâsı, sâdece milletini sevmek gibi bir histen ibâret değildir, milletini
sevmesini bilmektir.’
Ve… Dilimiz
nâmusumuzdur; ona sâhip çıkacaktık.
1980
darbesinde, 28 Şubat’ta, onca netâmeli günlerde Kabaklı Hoca’mızı daha yakından
tanıma ve anlama fırsatı elde ettik. Yiğit tavrı hiç değişmedi. Aşk meydanında
merdâne davrandı. Estetik öfkesi, hakîkat tutkunluğu ve yanlışa başkaldırısı
bir milim eksilmedi.
Zarif bir
edâsı vardı. Bâzen boynu çok hafif yana kayardı. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
ağabey, ‘Bizim oraların mahcubiyet hâli’
derdi.
Göz ile
dinlemek zarâfetini gösterirdi. Kimseyi arafta bırakmaz, diyeceğini der, ortaya
muammalı söz koyup kenara çekilmezdi.
Düşünce çilesi
çekerdi. Bu gözlerinden okunurdu.
Eskiler, ‘Güzelden
gelen güzeldir’ demişler. O’nun, her zaman aramızda iyiliği hatırlatacak
bir güzel sözü vardı. Etrafına umut yayıyordu. Her renkten, her kesimden
insanın yüreğine dokunmayı biliyordu. Kim ne der, hangi sıfatı yakıştırır
bilemem ama benim intibam o ki, Ahmet Kabaklı ideolojik asabiyeti yüksek biri
değildi. Bütün siyaseti, Türk Milleti’nin kadimdem getirdiği iman, şuur ve
değer varlığı üzerine kuruluydu.
Er odur ki,
ezelî sızı düşsün içine.
Ahmet Kabaklı
Hoca’mız öyle ezelî ve soylu bir sızıyla yaşadı ve o sızıyla Rabbinin huzuruna
vardı.
Memnun,
müsterih ve mutmaindi. Kâmil bir mü’mindi.
Ruhu şad,
ahiret makamı âlî olsun.
Ahmet Kabaklı’nın Yayınlanan İlk Yazısı
YUNUS EMRE Mİ YALAN
SÖYLÜYOR, GÖLPINARLI
MI?
Demagoji
piyasamıza yeni kadem basan (bir Ekim) erguvanî renk, Yığın dergisinde: Sabık,
eski edebiyat ve Tasavvuf üstadı bay Abdülbaki son iki yıl zarfında fikrî
tekâmülüne şaheser bir örnek daha vermek istemiş. Edebiyat Fakültesi Tanzimat
Edebiyatı Doçenti Dr. Mehmet Kaplan’ın (bir Temmuz) târihli İsstanbul
dergisinde yazdığı ‘Yunus Emre’ye Göre
İnsan’ makalesinin tahrifi suretile garip bir hâle getirilmiş olan yazının
ismi ‘İnsanı ve insanlığı her şeyin üstünde
tutan Yunus‘tur.
Aynı
mecmuanın bir başka sayfasında ‘Tevfik
Fikret ve Eseri’ isimli kitabı münasebetiyle güya tenkit ederek, haksız
çıkardığı Mehmet Kaplan’ın Yunus hakkındaki fikirlerini nasıl evirip çevirip,
nasıl kendisine mal ettiği iki yazının mukayesesi suretiyle açıklanabilir. Şu
farkla ki, Mehmet Kaplan, Yunus Emre’deki insan sevgisini ve kâinat görüşünü
‘Spinoza’ ve ‘Goethe’de başka türlü ifâdelerini bulduğumuz bir panteizm
fikriyle izah ederken Gölpınarlı şu yalan dünyaya Emrem Yunus’un gözüyle olsun
bir maddî nigâh ediyor.
Üstat yeni iktisadî imanın verdiği vecd-ü hâl ile öyle bir coşuş
coşmuş, öyle bir kükreyiş kükremiş ki, yalnız ‘Marksist Yunus Emre’, ‘Komünist
Şâir’ unvanlarını kullanmadığı kalmış. Hani burasını da ehl-i idrakin
iz’anına bırakıyor -hele ben söyliyeyim de, herkes kaderince anlasın- der gibi
bir hâli var.
Makalenin
hemen üstünde Nuri İyem’in yaptığı bir portre var. Naçar Yunus’un olduğunu
kabul edeceğimiz bu çehre, hayâlimizdeki mistik, kanaatkâr ve günahsız Yunus’a
hiç benzemiyor. Deryâdil Anadolu şâirine izâfe edilen bu portrede şimal
liderlerinin soğuk ve dürüst insafsızlığı okunuyor. Hayatında hiç kana
girmemiş, insana ve insanlığın bütün vüs’atiyle büyük ruhuma doldurulmuş
melek-haslet bir şâire karşı doğrusu ya cesurca bir muziplik.
‘Bozkırlar, kana boyanmış susuz bozkırlar;
ağaçsız toprağın bağrı şahrem şahrem; kuruyan kanların üstüne damlayan
kanlardan toprak, çiğ güneş altında yer yer buhurdan gibi tütmede’ diyerek;
on üçüncü asır Anadolu’sunun çehresini çizdiğini vehmeden yazar, bize kalırsa
ihtilâl Rusya’sının hâlini pek güzel tersîm ediyor. Maksim Gorki’yi bu günlerde
fazlaca okuyor olmalı. ‘Divan Edebiyatı
Beyanındadır’da gördüğümüz aynı sahte tonla târihe iftira, aynı müstehzî
üslûp, aynı yeni tuvalet giymiş ahretlik hâli.
Evet;
öyle sınıflaşmış bir Anadolu ki, adâlet müvezzii olan Tanrı bile ‘müstevlilerin
müttefikidir. Derebeylerinin zulmü almış yürümüş, zavallı işçi ve ırgat sınıfı
(!) kapitalist ağaların, has kölelerin elinde inim inim inildemektedir. Siz
sabık edebiyat üstadının büyük kalbine bakın ki, kendi zamanını bir yan etmiş
de, yedi asır evveline acıyor. Devrini aşan adam dediğimiz de bu olsa gerek her
hâlde. Ama ne yapsın, o devirde kendisi gibi ümanist bir idealistin olmayışına
da gönlü râzı olmuyor. Alıyor şâir Yunus’u ele, O’na materyalistlik pâyesi
veriyor. Ne demişti Rasih: ‘Lûtfu var
olsun eder ihsan ihsan üstüne.’
Mutlaka
okumalısınız o makaleyi. Okuyun, öğrenin fakat şaşmayın aziz okuyucular.
‘İbâdetler başıdır terk-i dünya’ diyen
Yunus için ‘hiçbir vakit kendi içine
çekilmiştir’ hükmü verilirse şaşmayın. Çünkü aziz üstat fikrini takviye
için şu mısraları alıyor.
Teferrüc eyleyû vardım sabahın sinleri
gördüm.
Karışmış
kara toprağa şu nâzik tenleri gördüm.
Yok,
yok; bu sözlerin bizim anladığımızdan başka bir mânâsı da mı var? diye düşünüp
şaşmayın.
Bu
kadarla kalsa iyi. Göçebe natüralizmini, İslâm Tasavvufu ile karıştıran üstadın
ideolojisi, İslâm dininin Tasavvufun asırlardan beri telkin edegeldiği -ölümden
sonra müsâvat- fikrinden de hisseyap oluyor. Misal olarak aldığı:
Şunlar ki çoktur malları
Gör nice olur halleri
Sonucu bir gömlek giymiş
Onun da yoktur yenleri
Kanı mülke benim deyen
Köşk-ü saray beğenmeyen
Şimdi bir evde yatarlar
Taşlar olmuş üstünleri
beyitlerindeki
fikirlerin Ziya Paşa’da da:
‘Çün bay-u gedâ hake beraber girecektür…’
şeklinde bulunduğunu öyle ise Gölpınarlı’nın ‘Dîvan Edebiyatı Beyanındadır’da bu şâiri neden reddettiğini düşünüp
şaşmayın. Fakat yazıda göreceğiniz ahkâmın en acaibi şimdi veriliyor: ‘Ölümden en fazla bahseden Yunus, şüphe yok
ki hayata en maddî bağlarla bağlıydı’ deniliyor. Bir kehânet örneği
addedilmeğe şâyeste olan bu sözleri ile Yunus’un:
Bu dünya bir lokmadır.
Ağzında çiğnenmiş bil.
Dive periye düpdüz
Hükümleri ettin tut.
sözleri
arasındaki müthiş tezadı düşünüp şaşmayın.
Zâten
eski üstadın kendisi de itiraf ediyor. Meğer âciz kalmışmış. Yazısının bir
yerinde Yunus’u ‘Et ve madde âşıkı
saymaktan başka çâremiz yok’ diyor.
Eğer beni öldüreler külüm göğe savuralar
Toprağım anda bağurur bana seni gerek senî.
gibi sözlerin
ve:
Ol benim sevdiğim nigâr ol benden fariğ
Nice varup hoş görünem iki cihandan fariğ
mısralarında
düsturlaştırdığı bir sevgilinin derdiyle yanan Yunus’a şâyet et ve sinir âşıkı
yâni zampara pâyesi verilirse şaşmayın.
Bir
hüküm daha: ‘Zâten Yunus’un tasavvufu
züht üzerine kurulmuş korkak bir tasavvuf değil ki’ deniliyor. Fakat izah
edilmiyor ki, kimin tasavvufu züht ve takva üzerine kurulmuştur ve korkaktır.
Yoksa bizim bildiğimiz hür ve serâzad felsefe de mi diğergûn oldu? Yoksa en çok
zâhit olması lâzım gelen Şeyhülislâm Yahya Efendi bile:
Mescidde riyâ pişeler etsin ko riyayı
Meyhaneye gel kim ne riya var ne müraî
dememiş
miydi? Misalleri uzatmak ve Yunus Emre müellifinden beklenmeyecek kadar çürük
olan iddiaları sayıp dökmek kabil, fakat yetişmez mi ki? Şimdi düşünüyoruz.
Fikret’e kıyan, O’nu efkâr-ı umumiyye önüne zihninden bile geçirmediği
ideallerin bayraktarı olarak çıkaran eller, şimdi de bizim derin, büyük, bizim
dertkeş Yunusumuza saldırıyorlar. O’nun yedi mezarındaki kemiklere cefa
çektirmeye niyet etmişler. Belki yakında onun için de ‘Yunus Emre ve İdeolojisi’ isimli kitaplar yazılacak; ‘İleri Gençlik Teşkilâtları’ O’nun da
materyalizmi hakkında konferanslar tertipleyecek.
Düşüncemiz
bizi fenâ şeyler söylemeğe -yalan söylüyorsun Abdülbaki bey- diye kükremeğe
götürecek kadar ağır. ‘Yunus’un beş yüzü
mütecâviz şiiri, ağaçların, kuşların, suların ve insanların her seher, her
sabah söylediği Yunus İlâhileri senin dediğini demiyor, senin söylediğini
söylemiyor’ demek istiyoruz. Fakat târihimin İlâhi sayfaları arasından
gelen Emrem Yunus’un lâhutî sesi bizi teskin ediyor:
Kim bize taş atar ise güller nisar olsun ana
Çerağıma kasteden hak yandırsın çerağını.
Son Saat, Yıl: 1, nr. 120, 20 Kasım 1946, s. 2.