Türkiye’nin son yaşanan süreçte, yaşadığı sıkıntıların kaynağı; Türk Milleti kavramı ile barışamamış bütün siyasi hareketlerin birleşerek Türk milleti ve egemenliğini ortadan kaldırma operasyonlarıdır. Türk Devleti ve milleti ile hesabı olan bütün devlet ve organizasyonlar, ortak bir plan doğrultusunda devletimizin bütün kutsallarına ortak cephe ile savaş açmış durumdalar. Etnik krize tutulan bilumum insanlar, devleti yönetme noktasına getirildiler. Millet kavramı özellikle tartıştırılarak, kafalar bulandırılmaya çalışılıyor. Bu olay sıradan insanların aklından geçenleri söylemesinden ibaret değil. Planlı bir proje ile karşı karşıyayız.
Müslümanlar kendi topraklarından tasfiye ediliyor! Türk Devleti pkk ile masaya oturtularak mücadeleden, müzakereye mecbur edilmek isteniyor. Türk devletinin tapusu olan anayasa değiştirilmeye çalışılıyor. Anayasanın, özellikle başlangıç kısmındaki maddeler anayasamızın ruhudur ve bu ruh çıkarılmaya çalışılıyor. Ruhumuzun ve tapumuzun tarifini değiştirmek istiyorlar.
Terör örgütünün başı Abdullah Öcalan’ın işaretiyle, “Sözde, Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin yaşadığı sorunların çözülmesi için 1921 Anayasası’nın günümüze uyarlanması gerekir” söylemi kullanılıyor. Bunu da “Mustafa Kemal, Birinci Meclis döneminde Türk demedi, Türkiye halkı dedi, Türk Milleti demedi, millet dedi” gibi kabullere dayandırıyorlar.
“1-2 Kasım 1922’de Birinci Meclis’in çıkardığı Saltanatın Kaldırılmasına Dair Kanun’da, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu ve sahibi olan Türk milletinin egemenliği padişahtan aldığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine yeni ve milli bir Türk devleti kurulduğu izah edilmekte, Türkiye’nin ortaklık devleti olarak kurulmadığı, egemenliğin asla bölüşülmediği, Türkiye’nin milli bir Türk devleti olduğu ifade edilmektedir. Birinci Meclis kararıyla sabittir ki bu esas devletimizin temel ilkesidir; hiçbir suretle değiştirilemez” diyordu.
Peki Türk Milleti’nin egemenlik hakkı kâğıt üzerinde değiştirilmek istenirse ne olur?
Türk Milleti’ne direniş hakkı doğar.
Tüm bunların arkasında ise batıda kotarılmış Küreselleşme projesi var. 20. yüzyılın ilk yarısı, sanayi devrimini tamamlamış, pazar kaygısı içinde olan emperyalist devletlerin ekonomik nedenlere dayanan savaşlarıyla geçti. Bu devletler, savaşların can kaybına yol açtığını ve maliyetli uygulamalar olduğunu gördüklerinden II. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda küreselleşmeyi ortaya attılar. Böylece azgelişmiş ülkeler, büyük devletlerin açık pazarı haline geldi. Bu şekilde geçtiğimiz yüzyılda sıcak savaşlarla elde edilen neticeler, küreselleşmeyle çok daha kolay elde edilmeye başlandı. Küreselleşmenin maksadı, azgelişmiş ve gelişme sürecindeki dünya ülkelerinin her türlü kaynağının küresel güçler tarafından sömürülmesi ve bu ülkelerin her alanda teslim alınmasıdır
2004 yılında AB ile ortaklık anlaşması için aday ülke statüsü almak için masaya oturduğumuzda ise önümüze AB Müzakere Çerçeve Belgesini koydular. Bu belgeye göre sözde Kürt meselesinden, Ermenilerden özür dilemeye, Ruhban okulunun açılmasından, ana dilde eğitimden, Fırat ve Dicle’nin sularının kullanılmasına kadar bir çok meselede, AB istekleri doğrultusunda eğer bir çözümü(!) kabul edersek ortaklık görüşmelerine başlayabiliriz dediler. Tabi ki bizde bunu kabul ettik. Şimdi batı medeniyeti bizden aldığı parça parça tavizleri anayasal güvence altına almak istiyor. Tabi ki anayasa uzlaşma komisyonunun yapamadığı anayasa değişikliği, cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra ilk ve en önemli gündemimiz olacaktır.İşin açıklaması budur.
Tüm bunlar yapılırken insanlarımızın algılarıyla da oynanmıştır. Tam bağımsız Türkiye ülküsüne bağlı nesiller ülkede yönetici pozisyonuna artık gelememektedirler. Sömürge kafalı insanlar devleti yönetir pozisyona gelmişlerdir. Bu sömürge zihniyetli insanlar için milli değerlerin ve ülke menfaatlerinin pek bir önemi kalmıyor
Türkiye için örnek gösterilmek istenen ABD, Almanya gibi devletlerde federalizm, bütünden parçaya gitmenin değil, parçadan bütüne gitmenin sonucudur. Yani bu ülkelerde ayrı ve bağımsız devletler birleşerek federatif devlet haline gelmişlerdir. Buna karşılık Türkiye’nin federatif yapıya geçmesi, bütünden parçaya doğru bir gidiş olur. Türk milletinin tarihi haklarını yok etmeye hiçbir şahıs, grup, parti ve yönetimin hak ve yetkisi yoktur. Bu yolda bir teşebbüs dahi büyük bir vebal ve taşınamayacak ağır bir sorumluluk demektir.
Peki, her seçimle gelen iktidar, devletin geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirebilir mi? Seçim kazanmak, devletin egemenliğini pkk ve Barzani gibi emperyalizmin kuklaları ile konuşma hakkını iktidarlara verir mi? Devletin geleceğini ipotek altına sokmak siyasal ideolojilere dayanarak yapılabilir mi? Her seçim döneminde Türk Milletinin geleceğine dair kararlar ‘milli iradeye bağlıyız’ sözlerinin altında maalesef tartışılmadan, millete anlatılmadan seçim sonucundaki oy oranları ile veriliyor. Masa başında verilen bu kadar tavizi insan başka türlü açıklayamıyor.
Bu krizden çıkmak, milli devlete sahip çıkmaktan geçiyor. Milli devletleri yıkmayı amaç edinmiş küreselleşmeye ve bu zihniyetteki insanlara, medyaya, sivil toplum kuruluşlarına karşı birleşmeye ve mücadele etmekten geçiyor. Yeniden gençlerimizi tam bağımsızlık ülküsü ile yetiştirmemiz gerekiyor. Egemenliğini tartışmayan ve Türk milletinin egemenlik hakkını her şeyin üstünde gören bir anlayışı ülkemizin her noktasına hakim kılmamız gerekiyor. Yeniden devlet kavramını zihinlerde inşa etmemiz gerekiyor. Yeniden ve kuvvetle Türk milliyetçiliğine sarılmamız gerekiyor. Ulus devletler eğer küreselleşmenin hedefi ise bizim duracağımız yer bellidir.