İstiklal harbimizi tasvir eden en önemli iki figür vardır. Birisi sırtında top mermisi taşıyan Yüce Türk kadını, diğeri de harp malzemelerini öküzleriyle taşıyan kağnıdır. Kağnılar, tarih boyunca her türlü yükü çilekeş bir şekilde taşımış, görevlerini kamyonlara devretmiş ve müzelerdeki onurlu yerlerini almışlardır. Tekerin icat edilmesinden sonra, öküzlerin terbiye edilip kağnıyı taşımaya başlamalarından günümüze kadar, kağnılar kutsal vazifelerini sürdürmüşlerdir.
Kağnının hammaddesi tamamen sağlam ve kaliteli ağaçtan oluşur. Sadece sıkıştırılmış ağaç parçalarından oluşan iki tekerinin çevresini dolanan demir çember ve birleştirme ve tutundurma işlemleri için kullanılan demir çubuk ve çiviler haricinde her yeri ağaçtan yapılmıştır. Uygun olabilecek bazı birleştirme yerleri ise, sağlam yağlı urganlarla bağlanmıştır.
İki büyük tekerin ağaçtan yapılmış dingili üzerine monte edilmiş kalın tahta ağaçlardan oluşmuş tabanına demonte edilebilen hilal şeklinde göğe doğru uzanan ağaçlar kağnının temelini oluşturur. Arkadan öne doğru kalın ve uzunca bir oka monte edilen boyundurukların ağaç çubukları, çekecek olan öküzlerin boyunlarına geçirilir. Çekici öküzlerin yalnızca boyunları ağaç aparatın içine girer. At arabalarında olan atların baldırlarından dolaşan ve iniş aşağı giderken fren yapmalarını sağlayan kolanlar, kağnının öküzlerinde yoktur.
Kağnı iniş aşağı gideceğinde, sahip öküzlerin önüne geçerek, boyunduruklarından tutup öküzlerin durmasını sağlayarak kağnıya fren yaptırırlardı.
Kağnıya atların koşulmasını hiç görmedim ve duymadım da. Kağnı bir çift öküzle özdeşleşmiştir. Öküzler, iğdiş edilmiş tosunlardır. Eğer eğitilebilirse, iğdiş edilmeyen tosunların da kağnıda görev yaptıkları az da olsa görülmüştür.
Geçmişin kağnıları, günümüzün her türlü yükü taşıyan tır ve kamyonların vazifelerini yapmışlardır. O günün inşaat taşları, odunları, tomrukları, buğday-un-arpa çuvalları, ekin yığınları, saman, tütün küfe veya sandıkları, sebze-meyve kasaları, kısacası taşınacak olan her nesne kağnılarla taşınmıştır.
En çok da ekin tarlalarında ve ovalarda vazife görürlerdi. Öküzlerin çektiği ağaçtan yapılmış “kara saban” ile sürülen tarlalara ekilecek arpa-buğday tohumları çuvallar içinde kağnı ile tarlalara taşınırdı. Ekinler elliklerle, orak-çöte-kosa ve varsa ekin biçme makinesi ile biçildikten sonra, orak yardımı ile ekinler deste yapılırdı. Desteler yine insan marifeti ile tarlanın uygun yerlerine (kağnının girebileceği) “yığın” yapılır. Yığınların harman yerlerine taşınması esnasında ise kağnılar devreye girerdi. Harmanların buğday ile samanını birbirinden ayıran düven sürme işini, düveni çekerek sürekli dönen çilekeş öküzler yapardı.
Yün ve kıl çuvallara doldurulan hububatın kağnı ile taşınması çok kolaydı. Ancak samanın taşınması, kelimenin tam anlamı ile büyük bir çileydi. Öncelikle samanı tutacak ve çok yüklenmesini sağlayacak, kağnının tabanını ve ağaç hilallerini çevreleyecek oldukça büyük bir çula ihtiyaç olurdu. Saman, ağaçtan yapılmış “yaba”lar marifeti ile kağnıya doldurulur. Seviye yükseldikçe dolan kısımların çulu, kağnının hilal ağaçlarına gerdirilirdi. En sonunda çulun her tarafı gerdirilir ve yaba ile samanı kağnının yükseklerine atmak, oldukça zorlaşırdı.
Saman ile doldurulmuş çulun üzerine binmek yürek işiydi. Samanın içine gömülme, çulun herhangi bir yeri patlarsa samanla yere düşerek samanın içinde kaybolma ihtimalleri yüksekti. Ekin yığınlarının ve samanın taşınmasında, genellikle kağnıya binilmez, öküzlerin önünden çekilerek kağnı yönetilirdi. Diğer yüklerde ise sahip de kağnıya biner, öküzleri elindeki övendire ile yönetirdi. (övendire; ince uzun bir değneğin ucuna 3-5 cm.lik bir çivi montesi ile yapılmış öküzleri yönetme aparatı)
Kağnının yolculuğu bitince üzerindeki yük indirilmeden dahi ilk yapılacak iş, öküzlerin serbest bırakılması olurdu. Hemen onların yiyecekleri içine konulmuş torbalar boyunlarına asılır ve hem beslenmeleri, hem de istirahat etmeleri sağlanırdı.
Kağnıların zamanında hiçbir yerde asfalt yoktu. Kağnı tekerleri taşların, çakılların, çukurların, eğri-büğrü yolların içinden gacırdayarak gucurdayarak giderdi. Her ne kadar tekerlerinin arası yağlansa da, kısa sürede yine ses vermeye başlardı. Öyle ki uzaktan gelen bir kağnının ilk gelen sesi, tekerlerinin gıcırdaması olurdu.
Zamanla aşınan tekerler veya ağaçtan yapılmış dingillerden, dayanma gücü kaybolanlar kırılabilirdi. İşte o zaman “yandı gülüm keten helva”… Üzerindeki yükün en az zararla kurtarılması, teselli kaynağı olurdu. Bazen de öküzlerin yaz gününde bövelek tutarak huysuzlanması ve kağnının boyunduruğundan kurtulmak için etrafı kırıp şırkmasına şahit olunabiliyordu.
Eee günümüzde de, TIR’ların ve kamyonların kaza yapma ihtimalleri, yüklerinin kayarak düzenin bozulması, rampa inerken TIR intiharharı, rampalarda ağır giderken hırsızların arkadan ipleri keserek malzemeleri çalma olayları olmuyor mu?
Rahmetli dayım, Hacı Mehmet Ülkü’nün eli ayağı olan bir kağnısı vardı. Dayıma çok yardım etmişliğim ve kağnıya binmişliğim vardır. Dayıoğlum Mustafa Ülkü, hala merhum dayımın yurdunda yaptığı mütevazı evinde oturur. Dayımın eski evinin avlusunda hala efsane kağnısının tekerleri ve bazı aparatları mevcuttur.
Motorlu araçlar çıkıncaya kadar başta İstiklal harbimizde vazife yapanlar olmak üzere, tarih boyunca kağnı kullanarak Yüce Vatanımıza ve Necip Milletimize hizmet eden kağnı sahibi ve kullanıcılarını rahmet ve minnetle anıyor, önlerinde hürmet ve saygı ile eğiliyorum. Dilerseniz, hep beraber onlara da Fatihalar ve dualar gönderelim.
Selam, sevgi ve dualarımla. Allah’a (cc) emanet olunuz.