Öncelikle okuyucularımızın tanıması açısından “Prof. Dr. Hacı Duran kimdir?” diye sormak istiyoruz.
Besni’nin Sayören köyünde 1961’de doğdu. İlkokulu köyde okudu. Orta Okula Besni İlçesinde başladı. Daha sonra Sivas Lisesi’nde yatılı öğrenci olarak okudu. Erzurum’da İslâmî İlimler Fakültesi’nde başladığı yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Molla Sadra’da Varlık Nazariyesi ve Hareket Felsefesi konusunda mezuniyet tezi hazırladı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi’nde Sosyal Yapı Sosyal Değişme Anabilim dalında Prof. Dr. Mustafa Erkal’in yönetiminde çalışarak doktorasını tamamladı. Altı yıl Osmanlı Arşivleri’nde çalıştı. Daha sonra Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde altı yıl çalıştı. 2000 yılından bu yana Adıyaman Eğitim Fakültesi’nde akademik çalışmalarına devam etmektedir. 2000-2007 yıllarında Adıyaman Eğitim Fakültesi Dekanlığını yaptı. Ergenekon davası tutuklusu Fatih Hilmioğlu’nun bir operasyonu ile Eğitim Fakültesi dekanlığından alındı. Adıyaman Üniversitesi 2006 yılında kurulduğunda bu üniversitenin tek kadrolu profesörüydü. O tarihten bu yana Üniversite’nin idari görevlerinde çekildi.
Endüstri sosyolojisi, din sosyolojisi, etnik sosyoloji ve eğitim sosyolojisi alanlarında çok sayıda makalesi bulunmaktadır. 2008 yılından bu yana ulusal gazetelerde ve ulusal yayın yapan sitelerde güncel meseleler hakkında sosyolojik değerlendirmeleri içeren yazılar yazmaktadır. Endüstri Çağının Dinamikleri adıyla yayınlanmış bir kitabı bulunmaktadır. Halen Yerel Siyaset dergisi’nde ve vakit gazetesinde peryodik olarak yazmaya devam ediyor.
“Üniversiteleri esir alan zihniyet”ten bahsettiniz bir yazınızda. Nasıl bir zihniyettir bu “esir alan zihniyet” bu mevzuyu açabilir misiniz?
Üniversiteler bilim ve eğitim kuruluşu olarak bilinir. Yasal olarak kurumlaşması da bu iki ilkeye dayanır. Ancak Türk Üniversiteleri’nin bu görevlerini yerine getirmesini engelleyen unsurlar vardır. Bu unsurlar üzerinde duran yazarlarımız ve düşünürlerimiz de her zaman olmuştur. Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Sabri Ülgener, Necip Fazıl Kısakürek, Seyyid Ahmet Arvasi, Nurettin Topçu ve Cemil Meriç sağ ve muhafazakâr kesimden bu konuyu işleyen ve anlatan aydınlardır. Sol kesimden de bu sapmayı anlatan aydınlarımız olmuştur. Bunlar arasında Türkiye Üniversitelerinden ayrılmak zorunda kalmış olan Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif vb. birçok aydın vardır.
Hükümetler, Darbeler ve Uluslararası siyasi temayüller, üniversitelerde ders veren ve akademik çalışma yapan hocaları doğrudan etkilemiştir. 1933 Üniversite reformu ile dinine, geleneğine ve milli seciyesine bağlı olan birçok öğretim üyesi üniversiteden atılmıştır. Daha sonra 1940 lı yıllarda Alman, İngiliz ve Sovyetler Birliği taraftarlığı ithamları ile birçok üniversite hocası ya susturulmuş, ya da üniversiteden ayrılmıştır. Benzer uygulamalar, 27 Mayıs Darbesi’nden, 12 Mart Muhtırası’ndan, 12 Eylül Darbesi’nden ve 28 Şubat sürecinden sonra da tekrarlanmıştır. “Üniversiteleri Esir Alan Zihniyet” başlıklı makaleyi 2008 yılı Şubatı’nda yayınladım. Daha sonra aynı konuda iki tane daha yazı yazdım.
Bu yazılarda, kendi aralarında gruplaşan, grup değerleri ile davranan ve bu amaçla üniversite öğretim üyeleri ve çalışanlarına baskı ve şiddet uygulayan mahfillerin üniversiteleri esas amaçlarından saptırdığını göstermeye çalıştım. O tarihte adına ” Rektörler komitesi” denilen bir komite kurulmuştu. Komite öncülerinden Celal Şengör ve Fatih Hilmioğlu’nun açıklamalarını, davranışlarını ve iddialarını veri kabul ederek, üniversite yönetimlerinin kendi kuruluş amaçları ile ilgili olmayan konularla ilgilendiklerini, bu davranışlarının bir yanılsama ve amaçtan sapma olduğunu göstermeye çalışmıştım. Rektörler komitesi denilen komitenin faaliyetlerini örnek olay olarak gösterip, üniversitelere hâkim olan iktidar, güç ve statü arayışları ile ilgili zihniyetin eleştirisini yapmıştım.
Hocam anladığım kadarıyla üniversitelere hâkim olan bu zihniyet, ilk defa rektörler komitesiyle gün yüzüne çıkmadı. Bahsettiğiniz gibi bu zihniyetin geçmişe uzanan bir tarihi vardır.
Evet. Aslında medreselerde de benzer bir zihniyet vardı. “Beşik uleması” deyimi bu zihniyete vurgu yapmak üzere ihdas edilmişti. Medreselerde ilmiyle değil, statüsüyle amil olan hocalar, ahbap-çavuş ilişkileri ile ilmi derinliği ve yeterliliği olmayan kimselere payeler ve makamlar vermişti. Bundan dolayı ilmi yetkinliğine güvenmeyen onu kendisi için yeterli görmeyen birçok ulema (aslında ulama demek daha doğru) zuhur etmiş. Mason olmayı, mandacı olmayı, siyasi bir makamın payandası olmayı benimsemiş kimseler çıkmıştır.
Cumhuriyet dönemi pozitivist ve laikçi bilim geleneğinin mensupları, medreseyi bu sapmadan dolayı eleştirirler. Geçmişi fazlasıyla karalarlar. Sözüm ona çağdaş ve laik bilim geleneğinde bu tür kayırmaların ve sapmaların olamayacağını varsayarlar. Ancak yukarıda sözünü ettiğim dönemlerde, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da üniversitelerde, kayırmaların, sapmaların, fırsatçılıkların ve bilimle bağdaşmayan uygulamaların ortaya çıktığını görmekteyiz. Rektörler komitesi, üniversitelerdeki kurumsal sapmanın bir örneğiydi. Daha sonra hukuki olarak varlığı ortaya çıkartılan balyoz darbe planının bir uzantısıydı.
Bilim adamları gizli olarak örgütlenen bir ihtilalci grubun payandası olamazlar. Ancak o günkü şartlarda malum komite mensuplarının payanda olmayı mesleki değerleri ile bağdaştırdıklarını görüyoruz.
Sorun üniversitelerin ve bilim çevrelerinin zihniyet dünyasıyla alakalıdır. Bilgi kendi başına insanlara dürüst, faziletli, ilkeli ve hoşgörülü davranma yeterliliği kazandırmıyor. Türkiye tecrübesi bize bunu göstermektedir. Eğer bilimsel ortamlar, resmi statülerle yapılanmışlarsa orada bilimle ilimle bağdaşmayan çatışmalar ve çekişmeler ortaya çıkar. Bu gün üniversiteler bu manada fazlasıyla bürokrasiye, statülere, ekonomik çıkar ilişkilerine ve gösterilerine boğulmuşlar.
Bilimsel çalışma fedakârlık, kendinden geçme ve bildiği ile amel etme ile zenginleşir, büyür ve anlam kazanır. Bilimsel çalışma ekonomik statüler, iktidar çıkarları için yapılan etkinlikler değildir. Oysa günümüz Türk üniversitelerinde, rektörlük seçimleri süreçlerinde, atanma ve terfi uygulamalarında şahit olduğumuz en önemli olgu insanların, yani üniversite çalışanlarının büyük bir kısmının bu tartışmalara kendilerini kaptırmasıdır. Bu tartışmalarda taraf olmasıdır.
Bu tartışmalar kendi içinde bir zihniyet inşa etmiştir. Bundan dolayı ilmi çalışma diye piyasaya sürülen birçok bilgi, daha önceki bilgilerin tekrarı niteliğinde olmaktadır. Bilim adamları kendi fikirleri ve görüşleri için riske girmiyorlar. Zaten çoğu kere riske girecek kadar ayrıntılı araştırma yapmıyorlar. Üretilen bilimsel bilgiler de basmakalıp resmi bilgiler olmaktadır.
Benzer bir süreç daha önce 10. ve 11. yüzyıllarda İslam dünyasında yaşanmış. Resmi ulema, resmi din yorumu gibi fikirler geliştirilmiştir. İmam-ı Gazali’nin kitabının adı niye “İhya-u Ulumu’d-Din” dir? İyi düşünmek gerekir. Çünkü dini ilimlerin yeniden diriltilmesini, temellendirilmesini, resmi söylemden kurtarılmasını hedeflemektedir. Makam sevdası ile tekrarlanmasını eleştirmektedir.
Bilginin araçsallaşması ve kendisi için olmaktan çıkması gibi bir süreç yaşanmaktadır. Bu durum dini ilimler alanında olduğu gibi, tabii bilimler alanında da olabilmektedir. Konu doğrudan doğruya üniversite camiasının bürokratik işleyişiyle alakalıdır.
Türkiye’nin cumhuriyet döneminde kayda değer milletlerarası ilmî başarılar kazanamamış olmasını nelere bağlarsınız? Dil devrimi ve cumhuriyet ideolojisi bu mevzuda önemli birer faktör müdürler?
Türkiye’nin ilmi başarılarının eksik ve yetersiz olduğu bir vakıadır. Bana göre bu yetersizliğin nedeni sadece Cumhuriyet dönemindeki dil devrimi ve ideolojik dayatmalar değildir.
Mesela dil ve harf devrimini hariç tutarsak, ideolojik yenilik, şiddet ve planlama bakımından Sovyetler Birliği uygulamasıyla Türkiye Cumhuriyeti uygulamasını karşılaştıralım. Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği, malum olduğu gibi biri biriyle rekabet halinde olan Rus Çarlığı ve Osmanlı Devleti’nin yerine kurulmuş olan iki ülkedir.
İdeolojik bakımdan Sovyetlerin durumu Türkiye’nin ideolojik konumundan çok daha katıydı. Komünistler çok daha katı reformları uygulamaya koydular. Buna rağmen bilimde belli bir dönemde büyük başarılar elde ettiler. Rusya’nın Çarlık döneminden kalma sınırlarını ve sömürgelerini korudular. Moskova ve Rus kültürü merkezli idareyi ayakta tutmayı becerdiler.
Ancak Modern Türkiye’nin kurucuları bunu başaramadı. Geleneksel Osmanlı hâkimiyeti altındaki coğrafyaları yönetemediler. Bu coğrafyalardan çekildiler. Komünistler ise geleneksel Rus coğrafyasını ve hâkimiyet alanını terk etmediler. Daha da güçlendirdiler. Bu konuyu çok iyi araştırmak lazımdır. Niye komünistler, Rus milliyetçisi olmadıkları halde Rusya’ya hizmet ettiler? Rusya’nın çarlık döneminden kalma gücünü çağımıza taşıdılar? Türkiye’nin kurucuları Türk milliyetçiliğine vurgu yaptıkları halde, Türkiye’nin tarihsel gücünü koruyamadılar? Çağımıza taşıyamadılar?
Yani ideolojik değişme sanıldığı gibi, ülkelerin başarılarını ve başarısızlıklarını her zaman aynı düzeyde etkilemiyor. Eğer etkileseydi, 1917’den sonra Rusya’nın dağılması ve bütün Türki halkların bağımsızlığına kavuşması gerekirdi. Çin’i de buna örnek gösterebiliriz. İkinci Dünya savaşından sonra, Çin imparatorluğu yıkıldı. Ancak keskin bir ideolojik devrime rağmen Çin eskisine nazaran daha güçlü bir ülke oldu. Bilimdeki konumu da böyledir.
Yani Türkiye’de, ülkenin ideolojik değerlerinin değişmesine rağmen, ülke yine de başarılı olabilirdi. Ama beklendiği gibi başarılı olmadı. Dil devrimi için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Çünkü Komünist devrimlere rağmen Rusya’nın ve Çin’in dili ve alfabesi aynı kaldı. Oysa Türkiye’nin dili değiştirilmeye çalışıldı. Alfabesi değiştirildi. Ancak buna rağmen Türkiye’nin bilimde ve tarihsel güç alanlarında geri kalmasını sadece dil değişikliğine de bağlayamayız.
Ben Türk yöneticilerin gerek Osmanlı’nın son dönemlerinde, gerekse Cumhuriyet dönemlerinde, inandıklarını söyledikleri değerlere, yani ideolojilere veya inançlara karşı yeterince samimi, fedakâr ve erdemli davranmadıklarını düşünüyorum. Şahsi çıkarlarını, mevkilerini ve ikballerini inandıklarını varsaydıkları inançlardan ve değerlerden daha üstün görüyorlar. Bu durum Osmanlıcı, Milliyetçi, Marksist, Liberal ve İslamcı denilen birçok kesim için de böyledir. Kişisel çıkarlarını ve mevkilerini inançlarından daha önemli görenler, akıntıya kürek çekerler. Bürokratik makamlarında saklanırlar, buraları kendi gelecekleri için bir ulufeye ve sığınağa dönüştürürler.
Mesela Osmanlıcı grupları düşünelim. Bunlardan hangisi Osmanlı yıkıldıktan sonra aynı dili ve değerleri kullanarak bulundukları yerde mücadele etmiştir? Fikirlerini evlatlarına ne kadar anlatmıştır? Türkçüler için de aynı durum geçerlidir. Birçoğu zaman içerisinde liberal olmuştur, çocuklarının geleceğini Türk kültürüne göre davranmakta görmemiştir. Amerika’ya İngiltere’ye, Fransa’ya vb. emperyal Türk ve İslam düşmanı ülkelere eğitim için göndermiştir. Aynı durum İslamcı ileri gelenler için de geçerlidir. Bu gün İslamcı aydınların inançlarından nasıl koptuğunu, koltuk ve zenginlik uğruna nasıl davrandıklarını hala müşahede etmekteyiz. Cumhuriyetin kurucu aydınlarına ve bürokratlarına baktığımızda yine aynı sapmayı görüyoruz. Ankara’ya yerleşen bu asker, politikacı ve aydın kökenli aydınlar, kendilerine bağ evi yaptılar, Ankara’da bohem bir cemaat oluşturdular.
İstiklalini yeni kazanmış bir ülkenin yöneticileri, politikacıları, aydınları, yoksulluk içinde yaşayan halka rağmen bohem bir cemaat oluşturuyorsa, Keçiören’de kendilerine villalar yapıyorlarsa, bir problem vardır. Bana göre Türkiye’nin başarısızlıkları bu seçkinlerin söyledikleri ile alakalı değildir, davranışları ile alakalıdır. İdeoloji bizim ülkede söylenenle alakalıdır. Hakikatle, gerçekle hayatla alakalı değildir.
Bütün üniversitelere sınavla girilebilirken Galatasaray Üniversitesine öğrencilerin yalnızca %50’si sınavla girebiliyor; geriye kalan %50’lik kontenjanın yarısı Galatasaray Lisesi, diğer yarısı da başka Fransız Lisesi mezunlarına ayrılıyor… Türkiye’ye hâkim jakoben Batıcı anlayışa sahip kadroların bu şekilde kendilerine yer açmaları ve “diğerleri”ni 2. sınıf olarak görmeleri hususundaki fikirlerinizi alabilir miyiz?
Bu durum kapitülasyonların eğitim alanında hala devam ettiğine ve kesintiye uğramadığına işaret etmektedir. Elitler kendi iktidarlarını veya imtiyazlarını sadece bürokratik ve ekonomik alanlarda güvence altına almazlar. Bunu eğitim alanında da güvenceye alırlar. Ancak mevcut anayasamıza göre bu uygulama eğitimde fırsat eşitliği ilkesine aykırıdır. Uygulamanın mahkemeye götürülmesi gerekir.
Konunun bir de pedagojik yönü vardır. Galatasaray üniversitesi, bir devlet üniversitesidir. Özel üniversite değildir. Devletin bütün üniversiteleri hangi kanun ve yönetmelikle işliyorsa, burası da öyle olmalıdır. Kanun önünde eşitlik ilkesi çiğnenmektedir. üniversite sınavını kazanamayan birisi, yüksek puanla üniversiteyi kazanan birisiyle aynı sınıfta eğitim görecektir. Galatasaray üniversitesi, başarılı bir bilim kuruluşu imajına sahiptir. Ancak bu durumu araştırmayla ortaya koyan bir çalışma yaptılar mı? Bilmiyorum. Çünkü üniversite sınavlarının öğrenci başarısını belli oranda doğru olarak ölçtüğüne dair çalışmalar vardır. Üniversiteyi kazanan birisi ile kazanamayan birisini aynı sınıfta nasıl eğitirler? Bu eğitim beklenen başarıyı sağlar mı? Emin değilim.
Bu Röportaj Baran Dergisi’nde Temmuz 2010′da yayınlanmıştır
www.haciduran.com