Genel
Türk Milleti; Selçuklu İmparatorluğu döneminde, Dünya’nın en güçlü devletlerinden birisi olan Bizans İmparatorluğunu yenerek 1071 yılında Malazgirt Kapısından girdiği ve daha önceleri Anadolu’ya yerleşen Türk Unsurlarıyla da bütünleşerek kendisine Yurt edindiği, üç kıtada hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nu kurduğu ve Büyük Bir Türk-İslam Medeniyeti oluşturduğu bu kutsal topraklarda; ebediyen kalmak, refah ve huzur içinde yaşamak istiyorsa; şu anda geldiği vahim noktayı iyi değerlendirmeli ve tarihten de ders alarak titreyip kendine gelmelidir. Öncelikle “Bölücü Terör, Adalet, Güvenlik ve Asayiş, Kürt-Türk Çatışması, Alevi-Sünni Ayrılığı, Laik-Anti Laik Gerilimi, Misyonerlik, Batılılaşma, Sermayenin Yabancılaşması, Üretim, İstihdam, İhracat, Eğitim, Sağlık, Sosyal Güvenlik, Gelir Dağılımı, Yolsuzluk, Yoksulluk, İşsizlik, Bölgeler Arası Uçurum, İç Göç, Dini-Ahlaki-Kültürel Yozlaşma, Yönetim Zafiyeti, Kimlik Bunalımı, Güven Bunalımı, Devlet-Millet Ayrılığı, Aydın-Halk Kopukluğu vb.” ciddi meselelerini çözmek ve içerde birlik-beraberliği, dirlik-düzeni sağladıktan sonra da; NATO-AB gibi bizi SEVR’E götürmeye çalışan sözde müttefik oluşumlar yerine, Türkiye merkezli yeni dış politik açılımlar yaparak gerçek dostlarıyla bölgesel ittifaklar kurmak zorundadır. Yani Türk Milleti bekası için çok önemli olan bir dönemece girmiştir ve bir an önce içinde bulunduğu sarmaldan ciddi kararlar alarak çıkmalıdır. Bunun içinde kendisine doğru bir yol haritası çizerek geleceğini yeniden inşa etmelidir. Bundan sonraki hedeflerini de Atatürk’ün “Söz konusu Vatansa gerisi teferruattır.” sözlerine uygun milli bir yaklaşımla belirlemelidir.
MHP Genel Başkanı Devlet BAHÇELİ geldiğimiz vahim noktayı “Sonuç itibariyle mevcut tabloya bakıldığında; T. C. Devleti’nin ve Büyük Türk Milletinin bekası üzerinde, tarihindeki en yüksek risk, tehlike ve tehditlerin yoğunlaştığı kritik bir dönem yaşanmaktadır. Bin yıllık vatanımızın bütünlüğüne ve seksen dört yıllık Cumhuriyetimizin temel değerlerinin tahribatına yönelik saldırılar, dayatmalar ve yıkım projeleri, içte ve dışta derin işbirliği halinde olan mihraklar tarafından adım adım uygulanmaktadır. Türk Milletinin varlığına yönelik saklı kalmış tarihi emellerin uygulanmasına fırsat veren siyasi, iktisadi, sosyo-kültürel ve psikolojik bir ortam iç ve dış şer odakları tarafından Türkiye’nin önüne getirilmiştir. Ülkemiz bugün, dozu ve dengesi ayarlanmış bir dış destek ve sömürü döngüsü ile küresel güçlerin diledikleri tavizleri, istedikleri zamanda alabilecekleri siyasi-ekonomik bir kıvamda tutulmak istenmektedir. Büyük Türk Milletini, dış etkiler ve dayatmalardan koruyacak ekonomik, kültürel, sosyal ve ahlaki güvenlik duvarları ve milli manevi değerleri yıkılmaya yüz tutmuştur. Türkiye, kontrollü bir istikrarsızlık ortamında tutularak, milli iradesinin, sermayesinin ve varlığının kontrol ve yönetimini küresel güçlere teslim etme sürecine girmiştir. Türkiye, öz kaynaklarına dayanarak kendi ayakları üzerinde durabilecek takatten uzaklaştırılmış, uluslararası finans güçlerinin faiz ve rant ülkesi olarak sıcak ve kara paranın mahkûmu haline getirilmiştir. Etnik kimliklerin milli azınlık olarak tanınması, bunlara Anayasa teminatı altında siyasi ve hukuki statü kazandırılması, Türkiye’nin milli birliğini yıkarak Türk Milletinden ayrı bir millet yaratma arayışları hız kazanmıştır. Milli irade, çözüm üretmekten uzaklaşan siyaset kurumunun elinde ağır yaralar almış; devlet kurumları, yasama, yargı ve yürütme erki sinsi ve sistemli gayretlerle karşı karşıya getirilerek içten içe yıpratılmıştır. Bugün Türkiye, sınırlı sayıda ve imtiyazlı bir yandaş zümrenin saltanatı haricinde, bir yanda açlığın, adaletsizliğin, ahlaksızlığın ve asayişsizliğin; diğer yanda ise yokluğun, yolsuzluğun, yoksulluğun ve yozlaşmanın acımasız yüzüyle ve gerçeğiyle karşı karşıyadır. Küresel senaryoların bütün şiddeti ile sahnelendiği yakın coğrafyamızdaki tahripkâr gelişmelerden etkilenerek dışa bağımlılığın alabildiğine arttığı süreçte, yoksullukla, yolsuzlukla boğuşan milletimiz bu dönemin bütün tahribatını derinden hissetmektedir. Türkiye; kanunsuzluğun kol gezdiği, vurgun ve hırsızlığın prim yaptığı bir yolsuzluklar ülkesi haline getirilmiştir. Güvenlik ve asayiş sorunları milli varlığımızı tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır.
Bu hain oyunun nihai hedefinin ise, tek millet-tek devlet esasına dayanan Türkiye Cumhuriyeti’nin milli birlik, bölünmez bütünlük ve milli egemenlik anlayışının yeniden tanımlanması ile çok kimlikli, çok milletli parçalı bir devlet yapısının kabul ettirilmesi olduğu ortaya çıkmıştır. İçinde bulunduğumuz vahim durum, Sevr’e boyun eğen, Mondros’u imzalayan son Osmanlı Hükümetlerinin girdiği sarmalın tam bir benzeridir. Tam bağımsızlık inancı ve ülküsüyle yola çıkan ve T.C. Devleti’ni kuran Kahramanların defettiği mandacı zihniyetin; ezildiği yerden başını yeniden kaldırmakta olduğu görülmektedir. Geldiğimiz ihanet noktasında Türkiye, kurucu felsefe olan milliyetçiliğin lanetlendiği, tam bağımsızlığın aşağılandığı, milletimizin parçalanmaya ve devletimizin kuşatılmaya çalışıldığı düşmanca bir tavır ile karşı karşıyadır.” sözleriyle ifade etmektedir.
İstiklal Marşında “Medeniyet Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar” diye tanımladığımız Batı Dünyasının kalıntıları hala içimizdedir ve Türk Milleti “Patrikhane, Ruhban Okulu, Azınlık Vakıfları, Mason Locaları, Yabancı Şirketler ve Yabancı Okullar” gibi kökleri dışarıda olan ve mikrop saçan nifak yuvalarının olumsuz etkilerinden hala kurtulamamıştır. Tam tersi bir gelişmeyle Lozan Antlaşması delinerek, azınlık vakıflarının genişlemesi ile kilise ve havraların açılabilmesine meclisten çıkartılan kanunlarla yol verilmiştir. Ayrıca Ruhban okulunun tekrar açılması ve İstanbul’un göbeğinde Vatikan benzeri bir Patrikhane Devleti kurulması gündeme sokulmuştur. Birinci dünya harbi sonunda oluşan haritayı beğenmeyen ve ikinci dünya harbinden sonra yeni bir dünya düzeni oluşturmak üzere işbirliği yapan Siyonist-Haçlı İttifak, bıkmadan usanmadan üzerimize gelmekte, peşimizi bırakmamakta, her vesilede kinini kusmakta, yüzlerce yıldır beraber kardeşçe yaşadığımız gayri-müslim unsurları da kullanarak nifak tohumları saçmaya devam etmekte, 1000 yıldır beraber yaşadığımız ve asli unsurumuz saydığımız Müslüman İnsanlarımızı dedelerinin emperyal devletlere karşı savaşarak kurduğu kendi devletine karşı kışkırtmakta, içeride ve dışarıda oynadığı oyunlarla bizi zayıflatmakta, ajanları ve kandırdığı/satın aldığı “gaflet ve delalet ve hatta hıyanet içinde olan insanlarımızla” ülkemizi karıştırmakta ve SEVR Planını yine dayatmaktadır.
İran’a kadar olan bölgeyi Türk ve Müslüman’dan arındırarak bizi Orta Asya’ya geri göndermek amacıyla Şark İşgal Planını hazırlayan, sonra Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp sonumuz olarak gördükleri Sevr Planını bize dayatarak “Türk’e Kefen Biçen” Batı Dünyası; hem bizimle NATO gibi çeşitli ittifaklar içinde bulunmakta ve AB süreci ile oyalamakta, hem de çeşitli iç meselelerimizi kaşıyarak altımızı oymakta ve bizi bölüp parçalamaya çalışmaktadır. Dünyada ve bölgemizde meydana gelen gelişmeler iyi değerlendirilirse emperyal güçlerin asıl hedefinin başlangıçta;
- Türkiye’nin Güney-Doğu Anadolu Bölgesi ile Irak’ın kuzeyi-Suriye ve İran topraklarının bir kısmında “Birleşik Kürdistan Devleti” kurmak,
- sonra İstanbul’un göbeğinde Vatikan benzeri bir “Patrikhane Devleti” oluşturmak,
- daha sonra Doğu Anadolu Bölgemiz ağırlıklı olmak üzere “Büyük Ermenistan”
- ve Batı Anadolu ile Marmara Bölgelerimiz ağırlıklı olmak üzere “Büyük Yunanistan” devletleri yaratmak
- ve nihai olarak da; Nil Nehriyle-Fırat Dicle Nehirleri arasında kalan sözde vaat edilmiş topraklarda “Büyük İsrail Devleti” kurmak olduğu görülecektir.
- Bu amaçlar için kullanılan ve “Batının Truva Atları” olarak bilinen; Yunanistan, Ermenistan ve İsrail ile Türkiye’nin önü kesilememekte, bu ülkelere birde “Kürdistan” katılarak bölgede lider ülke olmamız engellenmek istenmektedir. Batı Dünyası artık gizli olmayan bu emellerini harita-kitap vb. dokümanlarla her yerde sergilemekte, medya kuruluşlarında alenen açıklamakta ve çeşitli platformlarda önümüze koymaktadır. Sonuç itibariyle yüzlerce yıldır sahneye konulan bu sinsi planlar bizim zafiyetimiz yüzünden gerçekleşirse; kendisine sadece Orta Anadolu bırakılan Müslüman Türk Milleti’nin Türk Dünyası ve İslam Alemiyle hiçbir bağı kalmayacak, kültürel köklerinden kopacak ve misyoner faaliyetlerle Hıristiyanlaştırılarak zaman içinde yok olup gidecektir.
Attila ile Roma İmparatorluğunu, Fatihle Bizans İmparatorluğunu bozguna uğratan, sayısız Haçlı Seferlerine yiğitçe göğüs geren, üç kıtada at koşturarak Akdeniz’i Türk Gölü haline getiren ve yönettiği büyük coğrafyada yaşayan insanlara adalet ve refah götüren Yüce Türk Milleti; Kiliselerin beslediği Haçlı Zihniyetiyle tüm dünyaya saldıran ve sömüren, gittiği her yeri kan ve gözyaşına boğan, insanlık tarihince unutulmayacak zulümler yapan ve herkesi kendilerinin kulu-kölesi olarak gören emperyalist batılı ülkelerin ekonomik ve siyasi hinterlandına girmiş ve batılıların dünyanın efendisi olmadığını, onlarında yenilebileceğini diğer mazlum milletlere göstermiştir. Yüzlerce yıl aşağılanan ve horlanan, hayat damarları kesilerek hür yaşama hakları ellerinden alınan ve iliklerine kadar sömürülen üçüncü dünya ülkelerinin büyük bölümü; emperyalist güçlere karşı verdiğimiz İstiklal Harbini örnek almışlar ve sözde efendilerine baş kaldırarak tek tek bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Batılı ülkeler geçtiğimiz 1000 yılda emperyalizm ve kapitalizmle dünyayı sömürmüş ve üçüncü dünyadan aktarılan kaynaklarla kendi insanlarına üst düzey bir hayat standardı sunmuşlardır. Bugün yine küreselleşme ve globalleşme söylemleriyle kafaları karıştıran Batılı Devletler aslında, emperyal planlarını gerçekleştirmelerinde ciddi bir direnç olarak gördükleri ulus devletlerin tamamını çeşitli etnik-dini ve mezhepsel ayrılıkları kaşıyarak parçalamak ve kaos yaratarak yeni bir dünya düzeni kurmak istemektedirler. Büyük Ortadoğu Projesi veya diğer tanımı ile “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnsiyatifi” soğuk savaş yıllarının ardından ortaya atılan ve “Yeni Dünya Düzeni” denen tek kutuplu dünya arayışının, Avrasya ve Ortadoğu’yu terbiye etme ve dönüştürme projesidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkenin fiziki ve siyasi sınırlarını değiştireceği yetkili ağızlardan dile getirilen bu projenin muhtemel bölge haritaları çeşitli vesilelerle ortaya çıkmıştır. Enerji ve su kaynaklarının bulunduğu Afrika’nın batı ucundan, Orta Asya’nın doğusuna, Kafkaslardan Kuzey Afrika’ya kadar olan muazzam coğrafyaya, küresel güçlerin yalnızca insaniyet namına ve iyi niyetle yaklaştıklarına inanmak için saf olmak gerekir. Yeni Dünya Düzeni ve Büyük Ortadoğu Projesi söylemleriyle insanlığı yeniden kandırmaya ve önümüzdeki 1000 yılda da sömürmeye hazırlanan ve dünyayı şimdiden kana bulayan sözde efendiler; bizi karşılarında Orta Asya, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlarda yeniden büyük bir Devlet kurabilecek, Türk-İslam Dünyasını onlara karşı birleştirebilecek, Asya ve Afrika Ülkeleriyle ciddi ittifaklar içine girebilecek vizyon ve misyona sahip bir güç olarak görmekte ve enterne etmek istemektedirler. Şimdi bizi tarih sahnesinden silmek isteyen bu küresel güçler ve ülkelerin; dün İstiklal Savaşını verdiğimiz emperyalist güçler ve devletlerle hemen hemen aynı olduğu, tarih boyunca bu gerçeğin hiç değişmediği, muhtemelen ilerde de hiç değişmeyeceği çok iyi bilinmelidir. Çünkü dünya tarihi boyunca ayakta kalmayı ve yerküreye yön vermeyi başaran küresel aktörler ve onların ortaya koyduğu zihniyet pek değişmemiştir. Dün Haçlı seferlerini yapan sömürgeci devletlerle, bugün Afganistan ve Irak’ı işgal edip Filistin de katliam yapan emperyalist devletler hep aynıdır.
Nato ve AB Süreci
Osmanlı’nın son dönemlerinde; kendi milli-manevi değerleriyle çelişen, batı kültürüne hayran olan ve kurtuluşu batılılaşma da gören bazı “Gayri-Müslimler-Jakobenler-Monşerler-Dönmeler-Devşirmeler-Bölücüler ve Ayrılıkçılar” tarafından işbirliği içinde başlatılan batılılaşma süreci, T.C. Devleti Döneminde Atatürk ile bırakılmış, hatta mason locaları dahi kapatılmış, fakat vefatından sonra gelen hükümetler tarafından tekrar devam ettirilmiştir. Ülkemiz önce Rus tehdidi öne sürülerek NATO İttifakına dahil edilmiş ve ABD’nin kıskacı altına sokulmuş, daha sonra da AB müzakere sürecine başlanarak Batılı Devletlerin kuklası yapılmıştır. Ancak 55 yıldır NATO üyesi olan ve 40 yıldır da AB ile müzakerelere devam eden Türkiye’ye devamlı olarak çifte standart uygulanmış, yapılan işbirliği adeta bir baskı ve aşağılama sürecine dönüşmüş ve ülkemiz bu suni ortaklıktan hiçbir maddi-manevi kazanım elde edememiş, tam tersi hep zararlı çıkarak parçalanma ve yok olma sürecine girmiştir. AB bekleme salonunda adeta terbiye edilmeye çalışan ülkemizden sürekli hiç olmayacak tavizler istenmiş ve büyük bölümünde amaca ulaşılmış, TBMM den çıkartılan uyum paketleriyle Batı Dünyasına İstiklal Harbi kazanımlarından ve Lozan Antlaşmasından ciddi ödünler verilmiş, ülkemiz her açıdan zayıflatılmış, fakat millete danışılmadan yürütülen bu süreç bir türlü bitmemiştir. Sonuç itibariyle ortaklığa alınmayan, serbest dolaşım hakkı verilmeyen, fakat sadece gümrük birliğine ve Avrupa Ordusuna kabul edilen ülkemiz; Batı Dünyasının bir pazarı haline getirilmiş ve jandarma olmaya devam ettirilmiştir.
Batılı Ülkeler adeta Roma’nın ve Bizans’ın intikamını almak istemekte ve kendi menfaatleri için T.C. Devleti’ni bölüp-parçalamak ve zayıflatmak isteyen ne kadar devlet, topluluk, örgüt, dernek, vakıf, kurum, kuruluş ve organizasyon varsa yardımcı olmakta, maddi-manevi olarak desteklemekte, kamplarında askeri eğitim vermekte, silahlandırmakta, ülkelerinde çeşitli dernekler kurmalarına, çirkin gösteriler yapmalarına ve siyasi faaliyetlerde bulunmalarına izin vermekte, basın-yayın ve sözde parlamento imkânları sağlamakta ve bölücü terör örgütü mensuplarını hala sözde özgürlük savaşçıları olarak görmektedirler.
AB sürecinde ise Batılı Devletler adeta Lozan’ın rövanşını almaya çalışmakta ve uyum paketleriyle küçük taksitler halinde Sevr Hükümlerini bünyemize monte etmektedir. AB İlerleme raporunda T.C. Devletinden talep edilen ve son günlerde sıkça tartışılan “Asli unsurumuz olan Sözde Kürt Vatandaşlarımızın etnik azınlık sayılması, öz ve öz Türk olan Alevi Vatandaşlarımızın dini azınlık sayılması, ülkemizde yaşayan insanlarımıza ana dilde eğitim hakkı tanınması ve bu konunun anayasal güvence altına alınması, KKTC’nin Kıbrıs Rum Yönetimini adanın tek hâkimi olarak tanıması ve ülkemizin limanlarını açması, Türk Askeri’nin Yavru Vatan Kıbrıs’tan çekilmesi, Yunanistan’la ilgili özellikle Ege Denizindeki ‘adalar, fır hattı, hava sahası, kara suları, kıta sahanlığı’ gibi sorunların tavizkar bir tutumla çözülmesi, Ermeni Soykırım yasa tasarısının kabul edilmesi, Ermeni Devletiyle siyasi ve ticari ilişkilerin başlatılması ve gümrük kapılarının açılması, Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenikliğinin tanınması ve Haybeli Ada Ruhban Okulunun eğitime açılması, Fırat ve Dicle Nehirleri Su Havzalarının kullanımı ile boğazların denetiminin uluslararası bir konsorsiyuma verilmesi, Suriye ile Hatay İlimizle ilgili sözde sorunların uzlaşılarak giderilmesi, Irak’ın Kuzeyinde Batı Dünyası tarafından eskiden beri kurulmak istenilen Kukla Kürt Devleti’nin T.C. Devletince tanınması, aykırı cinsten cinsel tercihlere saygılı olunması, Gn, Kur. Başkanlığının MSB’lığına bağlanması, askerin politik etkisinin azaltılması, üst düzey komutanların siyasi-askeri-politik konuşmalarının sınırlanması, Yüksek Askeri Şuranın yapısının değiştirilmesi, askeri personel kanunun yürürlükten kaldırılması ve askerlerin devlet personel kanununa tabi olmalarının sağlanması (Bir ordunuzu terhis edin denmesi eksik kalmıştır) ” gibi ciddi konular elbette Türk Milletini derinden düşündürmektedir.
AB dayatmasıyla TC Devletinden talep edilen ve çeşitli uyum paketleri içinde TBMM den geçirilen “Azınlık vakıflarının genişletilmesi, ibadethane kanunu ile ülkemizde kilise ve havra açılmasının serbest bırakılması ve misyonerliğin önünün açılması, ülkemizi bölmek ve parçalamak isteyen yabancılara arazi ve gayrimenkul satılmasına izin verilmesi, yabancı sermayenin önündeki tüm kısıtlamaların kaldırılması ve genel-yerel ihalelere girme dahil yerli sermayeye dahi tanınmayan her türlü kolaylığın sağlanması (Bu yüzden ciddi yerli kuruluşlarımız sırayla satılmaktadır), güvenlik güçlerimizle yakalanıp Türk Adaletine teslim edilen bölücü terör örgütü mensuplarının salıverilmesini sağlayan Topluma kazandırılma Kanunu ve Dağdan İndirme Yasası, idam cezasının kaldırılması ve ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik suç ve eylemlerle mücadele etmekte zafiyet doğuran yeni terörle mücadele yasası, kamuoyunda çok tartışılan ana dilde eğitim verilmesi ve yayın yapılması yasaları ve en önemlisi “Milletin halklara bölünmesini, halklara kendi kaderini tayin etme ve doğal zenginliklerini kullanma hakkı tanınmasını, böylece milletin etnik din ve dil bakımından parçalara bölünmesini hukuki bir gerekçeye bağlayan ikiz yasalar” alt alta konulup ciddi bir şekilde değerlendirildiğinde ilk anda akla; Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Batılı Devletlere taviz olarak verilen “Kapitülâsyonlar” ile yine onların ısrarıyla hayata geçirilen “Tanzimat ve Islahat Fermanları” ve “Meşrutiyet” gelmektedir. O zamanda Batılılar kendileri tarafından dikte ettirilen sözde reformlar yapılırsa, gerileme dönemine giren Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruyacakları teminatını veriyorlardı. Yapılan reformlar ve verilen tavizler sonucunda Batılı Ülkeler tarafından Osmanlı Devleti’ne önce “Mondros Mütarekesi” imzalatılmış ve Koca İmparatorluk parçalanmış, daha sonra da “Sevr Planı” imzalatılmış ve Müslüman-Türk Milleti’nin hayatiyetine son verilmek istenmiştir.
Büyük Türk Milleti; birinci dünya harbinden çıktığı, bitap ve harap düştüğü, üç kıtadan Anadolu’ya çekilirken büyük zulümlere maruz kaldığı en zayıf halinde bile “SEVR Planını” kabul etmemiş ve ATATÜRK’ÜN önderliğinde destanlar yazarak İstiklal Harbi vermiş, sonucunda imzaladığı “Lozan Barış Antlaşmasıyla” da yeni kurulan Türkiye’nin hür ve bağımsız bir devlet olduğunu tüm dünyaya ilan etmiştir. Şu anda da hür ve bağımsız bir devlet olan, bayrağı dalgalanan, ezanı okunan ve silah altında güçlü bir ordusu bulunan T.C. Devleti’nin; Sevr Planını hatırlatan, Lozan Barış Antlaşmasını delik-deşik eden ve adeta hükümranlık haklarımızdan vazgeçmemizi isteyen bu tavizleri neden verdiği; Müslüman-Türk Milleti tarafından bir türlü anlaşılamamakta ve bu durum halkımızı derinden yaralayarak beka endişesi duymalarına neden olmaktadır.
Bugün kilise ve havra açmaya başlayan, azınlık vakıflarını genişleten, misyonerlik faaliyetlerini hızlandıran, yerli ve milli sermayeyi büyük ölçüde ele geçirerek bizi şirketlerinde bordrolu çalışanlar haline getiren, bankacılık sistemini ele geçirerek insanlarımızı borçlandıran ve gayri-menkullerine el koyan, medyayı kontrol ederek halkımızı yönlendiren ve kültürel değerlerimizi aşındıran, birçok işyerinin adını yabancılaştıran, ülkemizden hatırı sayılır bir oranda toprak ve gayrimenkul alan ve özel güvenlik kanunundan faydalanarak kendilerini silahlı kişilere bizden iyi korutan batılılar, yarın “ana dilde eğitim” yasalaşırsa; kendi dillerinde eğitim veren okullar da açarak aileleriyle gelecekler ve ülkemize iyice yerleşerek kurdukları site ve işyerlerinden bizi yönetmeye başlayacaklardır. Yakında belediye başkanı ve milletvekili olmaları ve başımıza geçmeleri de sürpriz olmayacaktır. Elbette milli manevi değerlerimizi yok etmeye çalışacaklar ve bizden önce kültürümüzü ve isimlerimizi, sonra da dinimizi ve yaşantımızı değiştirmemizi isteyecekler ve bizi zaman içinde kendilerine benzetmeye çalışacaklardır. Aynı oyunları Lübnan ve Filistin de uygulamışlar ve bu ülkeleri ele geçirmişlerdir. Türk Milleti için planları ise; önce Büyük Ermenistan, Kürdistan ve İsrail’i kurarak Türk Dünyası ve İslam Alemiyle bağımızı kesmek, daha sonra da Hıristiyanlaştırarak zaman içinde eriyip gitmemizi ve tarih sahnesinden çekilmemizi sağlamaktır.
Haçlı Seferleri; Türklerin Anadolu’ya gelişinden sonra Papalık tarafından ortaya atılan Birleşik Avrupa fikriyle başlamış, Kudüs ve Doğu-Roma Topraklarını Müslümanlardan kurtarmayı hedeflemiştir. Yani AB bize karşı yapılan Haçlı Seferlerinin külleri üzerinde doğmuştur. Bu yüzden de Cemil Meriç’in dediği gibi “Bütün Kuran’ları yaksak, Bütün Camileri kapatsak, Avrupa’nın gözünde Osmanlıyız ve bizi topluluklarına asla almazlar.” Bir Devlet Adamımızın Avrupa ziyaretinde yüz bularak; Bayrağımızda ki Hilalden rahatsız olduklarını dile getirmeleri ve değiştirmemizi talep etmeleri düşünülmesi gereken bir vakıadır. Alman Dışişleri Bakanı tarafından bir toplantıda söylenilen ve herkes tarafından duyularak basına yansıyan “Türkleri önce uyutalım, sonra da unutalım” sözleri ise aslında AB sürecini çok iyi anlatmaktadır.
Batının gözünde Türkiye “Kuruduğu zaman sulanan, büyüdüğü zaman budanan bir ağaçtır.” Kurutmazlar; çünkü sahneye koydukları oyun tamamlanmadan uyanmamızdan ve kaybedecek bir şeyimiz kalmadığında aslımıza rucu ederek yeni bir medeniyet inşa etmemizden korkarlar. Büyütmezler; yoksulluktan ölü toprağı serpilmiş halde ölmeyi bekleyen Türk Milleti’nin titreyip kendisine gelmesinden ve hesap sormasından endişe ederler.
Türk Milleti Atatürk’ün “Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.” sözlerini iyi idrak ederek geleceğini şekillendirmeli, NATO İttifakı ile AB macerasını ise haysiyetini ve şerefini daha fazla ayaklar altına aldırmadan ve bölünüp-parçalanmadan noktalamalıdır. 29 Ekim 1930 tarihinde Türk Ocağı binasında yapılan Cumhuriyet Kutlamalarında Amerikalı bayan gazeteci Atatürk’e “Türkiye’nin ne zaman Batılaşacağını, Amerikanlaşacağını sorar”. Atatürk şu cevabı verir: “Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak, ne Batılaşacaktır. O, sadece özleşecektir.” İşte Devletimizi kuranların bize örnek olması gereken anlayışları bunlardır.
“Tarih bir tekerrürden ibarettir, hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi” sözleri bir ibret vesikası gibi karşımızda durmaktadır. Tüm bunlar bazılarının söylediği gibi bir paranoya veya Sevr Sendromu da değildir. Türk Milleti’nin bir daha yaşamak istemediği acı gerçeklerdir. Asıl Türkiye üzerinde oynanan tüm bu oyunları görmeyen ve adeta Batı Dünyasına Uşaklık yapanlar hastalıklı bir ruh hali ve ihanet içindedir. Afrikalıların “Batılılar buraya geldiğinde onların elinde İncil vardı, bizim elimizde ise topraklarımız, şimdi bizim elimizde İncil var, onların elinde ise bizim topraklarımız” sözlerinden ders alınmalı, Fransa Cumhurbaşkanı’nın “Hepimiz Bizans’ın Çocuklarıyız” sözleri ibretle hatırlanmalı ve “Asil Türk Milleti’nin Evlatları olduğumuz” asla unutulmamalıdır.
Batı Dünyası Türk Milleti ne zaman silkinse farklı bir Bizans Oyunu oynamakta ve bizi daima sıkıntıya sokarak önümüzü görmemizi engellemektedir. İstiklal Harbini kazandıktan sonra Misak-i Milli Sınırları içinde kalan Musul ve Kerkük’e yöneldiğimizde; Şeyh Sait İsyanı’nı çıkartmışlar ve biz isyanı bastırıncaya kadar İngiltere bu bölgeye kuvvet yığmış ve ele geçirmemizi önlemiştir. Hatayı sınırlarımıza katmamızı engellemiş, buna rağmen başardığımızda ASALA Terör örgütüyle bizi bir hayli uğraştırmışlardır. Zulme uğrayan soydaşlarımızı kurtarmak için Kıbrıs’a girdiğimizde uzun yıllar süren ekonomik ambargo uygulamışlar ve insanlarımızı ekmeğin bile karneyle alındığı ciddi bir iktisadi krize sokmuşlardır. GAP Projesine başlayıp Harran Ovasını sulamak ve suyu kontrol altına alarak bu bölgede yaşayan insanlarımızı kalkındırmak istediğimizde; yıllardır devam eden PKK Terör Örgütünü başımıza bela etmişlerdir.
Sonuç itibariyle Türk Milleti için AB; bir medeniyet projesi değildir. T.C. Devleti; eskiden emperyalist şimdi küreselleşmeci olan batılı güçlerin model ülkesi ve taşeronu değil, ecdadının izinden giderek bölgesinin lider ülkesi olmalıdır. Milli politikalarında da şeref ve haysiyetini daha fazla ayaklar altına aldırmamalı ve teslimiyetçi yaklaşımdan derhal vazgeçmelidir. T.C. Devleti artık ilkeli, onurlu, milli ve dik bir duruş sergilemelidir. Birinci yol olan teslimiyetin en yakın örneği Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış haritasında yerini almıştır. İkinci yol olan onurlu duruş, tam bağımsız siyaset ve milli politikaların en canlı örneği ise T.C. Devleti’nin kuruluşu ile taçlanmıştır.
Türklüğün Yeni Dünya Nizamı (Afavrasya Birliği)
Asya-Avrupa ve Afrika Kıtalarının kesiştiği önemli bir kavşakta yer alan ve coğrafyasıyla büyük bir jeo-stratejik ve jeo-politik değere sahip bulunan ülkemiz konumu itibariyle; Avrupa ve Asya’dan, Ortadoğu, Basra körfezi ve Afrika’ya kadar olan büyük bir bölgeyi kontrol altında tutabilmektedir. Diğer yandan “Kuzey-Güney, Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan, Totaliter-Demokratik, Laik-Anti Laik” düşünceler arasında köprü görevi görmektedir. Ayrıca; gerek boğazlara sahip olması ve kıtalar arasındaki yolların kesişim noktasını teşkil etmesi, gerek uranyum-toryum-bor gibi stratejik hammaddelerin topraklarında bulunması ve gerekse dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Orta Doğu Bölgesi ile birçok stratejik ham madde kaynaklarına sahip Orta Asya Bölgesine yakınlığı ve petrol boru hatlarının geçiş güzergâhında yer alması; politik-stratejik önemini daha da artırmaktadır. (Petrol ve Doğalgaz Kaynaklarının 2/3’ü Ortadoğu-Kafkaslar ve Orta Asya Coğrafyasında, toryum-uranyum-bor gibi stratejik madenlerin de 2/3’ü bizim topraklarımızda bulunmaktadır.) Ülkemizin aynı zamanda üç kıtayla ticaret yapma potansiyeli vardır ki bu bizi aynı zamanda iktisadi bir cazibe merkezi yapmakta ve hayati önemi haiz bir konuma getirmektedir.
Tüm bu özelliklerinden dolayı ülkemiz; hem dünya hâkimiyeti peşinde koşan emperyalist güçlerin, hem de bizden toprak talebi olan bazı komşu devletlerin hedefi haline gelmiş ve sürekli tehdit altında kalmıştır. Birinci Dünya Harbinde; İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak; İzmir’i, Antalya’yı, Bursa’yı, Eskişehir’i, Gazi Antep’i, Şanlı Urfa’yı ve İstanbul’u işgal etmeleri, İkinci Dünya Harbi sırasında Rusların; Kars, Ardahan, Artvin ve Boğazları istemesi, şimdi de küresel güçlerin tamamının; bünyemizde bulunan çeşi